Bilmem, yaşlı bir okur- yazar olarak kendimle yeterince hesaplaşabildim mi? Bilmem âlemşümul, cihanşümul, üniversal, evrensel sözcüklerinin zamanımızdaki önemini biraz olsun hissettirebildim mi?
12 Ekim 2017 14:10
Mayıs ayında Kocaeli Kitap Fuarı’na katılan İlber Ortaylı, gençlerin yaptığı şamataya kızmış, belediye yetkililerine “bu çocuklara pop konseri düzenleyin” önerisinde bulunmuş. Bu tür gençlik ataklarından birine tanık olduğumdan Ortaylı’ya hak vermiyor değilim, ama meselenin pop konseri veya spor faaliyetleriyle -toplu kültürfizik seanslarıyla- manipüle edilebileceğini pek sanmıyorum. Dolayısıyla yaşları ve konumları dolayısıyla sükût’u yeğleyen biz büyükler, bu yeni ve çok delikanlı enerjinin deşarj olması için geleneksel önerilerde bulunmak yerine hiç olmazsa “neler oluyor, neler olacak” sorularını çok geç olmadan zihinlerimizde dolaştırmaya başlamalıyız…
Bütün iyi niyetimle böyle düşünüyorum, zira İlber Ortaylı’nın “yazarlar gününde böyle şey olmaz” dediği gürültünün kaynağı olan kişi de ilk kitabı on yedi yaşında yayımlanan; ikincisi ise 50 bin kapak anonsuyla okurla buluşan, şu an 12’nci baskıya ulaşmış Nar adlı romanın yazarı Wattpad çıkışlı Emre Gül; gürültüyü yapanlar ise, onunla aynı yaşta ve çok daha küçük olan okurlarıymış...
Kimilerinin Z Kuşağı diye adlandırdığı; ekonomist ve “karar verme gurusu” Noreena Hertz’in ise K Jenerasyonu diye tanımladığı, 2000 yılının biraz öncesinde biraz sonrasında doğan bu çocukların kitap fuarlarında neden olduğu gürültü suikastlarına bugüne kadar -magazin haberleri dışında- benim bildiğim kadarıyla olumlu anlamda yalnızca birkaç kişi değindi. Örneğin Deniz Kavukçuoğlu, genç yazar Alya Öztanyel üzerine yazdığı yazıda, okurların kimi zaman stantları yıkacak davranışlarına “gülü seven dikenine katlanır” deyimiyle yaklaştı. Diğeri ise 2015 yılında meseleye “Dipten Gelen Dalga” başlıklı yazısıyla değinen; Wattpad sayesinde yoğun bir okuma yazma pratiği yaşayan gürültücü gençlerin kendilerine özgü bir dil ve edebiyat kurabilecekleri saptamasını yapan Cem Erciyes’ti.
Öte yandan bu delişmen ve kitlesel gelişmeye kuşkuyla bakan; hafif kızgın ve alıngan tonlar taşıyan eleştiriler getirenler de vardı. Hatta genç insanların yazdıklarını kimi usta yazarlarımızla kıyaslayanlar da oldu. Kısacası geçmişe özlem çağrışımlı ve oldukça yaşlı öfkelenmeler de okudum. Oysa olan bitenleri yalnızca dijital ortamdaki öykülerin basılı kitaba dönüşmesi sonucu fuarlarda gerçekleşen sinir bozucu patırtılar olarak değerlendirmemek gerekiyor. Çünkü, bence o ergen ve coşkulu ataklar, çok daha başka şeyleri imliyor. Bunlardan birinin, neredeyse tamamı Wattpad’den yola çıkmış olan bu yazarların, aynı kuşaktan okurlarıyla birlikte gerçekleştirdikleri kendiliğinden gelişen tekno-kültürel birliktelik olduğunu söylesem acaba çok mu abartmış olurum?
Doğrusu bilmiyorum, ama şunu çok iyi biliyorum: Ülkemizde, dünyadaki teknolojik gelişmelere koşut olarak yeni ve kitlesel bir okur-yazar hareketi yaşanıyor. Dolayısıyla geleceği ve geleceğin kültürel ortamını belirleyecek bu aşırı coşkulu gelişmeye, serinkanlı- öfkelenmeden ve becerebilirsek duygudaşlık kurarak yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum… Zira bu çocuklar, çok yakın gelecekte etkili olacaklar, yönetecekler- yönetilecekler; seçecek ya da seçilecekler, kim bilir belki de edebiyatımızda olumlu veya olumsuz yepyeni gelişmelere yol açacaklar… Dolayısıyla onların ebeveynleri olan X ve yeni ana baba olanY Kuşağı’nın; hatta büyükanne veya büyükbabaların- yani Baby Boomer’ların- olayı yalnızca gürültü ve şamata bağlamında ele almamaları gerektiğini düşünüyorum. Kısacası bence, Z ya da K Jenerasyonu adı verilen bu çocukların; müzikten edebiyata, sinemadan diğer sanatlara olan tercihlerini, eğilimlerini öğrenmeli, yazdıklarına magazin haberlerinin etkisinde kalmadan yaklaşmalı, çıkarttıkları gürültüyü doğru okumalıyız. Örneğin bu yeni hareketin yazar üyelerinden olan Alya Öztanyel’in Bursa Kitap Fuarı’nda gitar çalarak, şarkı söyleyerek yaşıtlarıyla birlikte have a blowout havasında gerçekleştirdiği eylem, bence- biz böyleyiz, biz de varız, bizi anlayın, hatta ne dinliyoruz, ne okuyoruz öğrenin çağrısı olarak niye değerlendirilmesin?
Ayrıca şu da unutulmamalı: Bütün bu genç yazarlar ve okurları Türkiye’nin neresinde olurlarsa olsunlar; dünya ile entegre yaşıyorlar; ülkelerinde ve yerkürede günbegün gerçekleşen olaylardan anında haberdar oluyorlar. Dolayısıyla millilik ve yerlilik konusunun sıkça gündeme geldiği bu dönemde biz büyükler bu iki kavramın yanına meşreplerimize uygun sözcüğü -âlemşümul, cihanşümul, üniversal, evrensel- artık hangisi olursa eklemeden yorumlar yapmamalı ve öncelikle onların çok farklı dünyalılar olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü olan biten- şimdilik yazı çizi bağlamında- her bakımdan sınırları zorlayan hatta -ve tabii ki- sınırlar ötesi bir gelişmeyi işaret ediyor: Farklı ülkelerden günde 150 bin öykünün paylaşıldığı Wattpad’de ülkemiz yazarlarına ait binlerce roman yer alıyor ki, aralarında on milyonlarca tıklandığı söylenen bile var. Özetle: Türkiye’nin her yerinde yaşayan gençler yazıyor, yazdıklarını dijital ortamda paylaşıyor, sonra da yayımlayıp basılmış kitaplarla yeni okurlar edinip ticari başarı sağlıyorlar…
Bu arada yazıda söz edilen X, Y, Z kuşakları ve Baby Boomer’lar pazarlamacı ve reklamcıları yakından ilgilendiriyor, çünkü 1950’lerden günümüze uzanan bu tüketici spektrumu hem üretim hem hizmet - tabii ki- yayıncılık sektörü için de çok önemli. Bu ticari konuya K Kuşağı bağlamında ve "ticari ortaklık mı, yol arkadaşlığı mı" başlığı altında daha sonra değineceğimden, yaşlı bir okur yazar olarak kendimle yaptığım bu hesaplaşmayı kimi Wattpad yazarlarını anarak sürdürüyorum.
Bu yeni hareketin öncülerinden biri de Alya Öztanyel. Bu gencecik yazma ve okur edinme başarısının sahibi, Wattpad’de milyonlarca yaşdaşına ulaştıktan hemen sonra ilk romanı yayımlandığında çocuk denecek yaşta, 16’sında bir gençti. Karanlık Lise adındaki neredeyse 400 sayfalık bu şaşırtıcı üretimi, 2016 yılında 500 küsur sayfalık Karanlık Lise 2 izledi. Yazar artık 19 yaşında ve üçüncü romanı olan Gölgeler’i yayımladı. Kuşkusuz bu son verim, diğer ikisinden çok daha iyi kotarılmış, çok daha iyi kurgulanmış. Demek istediğim şu: Yazar giderek yetkinleşiyor. Büyük olasılıkla bundan sonraki çalışmaları çok daha başka olacak; yaş aldıkça lise dersliklerimizin karanlığından, ergen romanların ortak özelliği olan ebeveyn çatışmalarından uzaklaşacak, başka sorunlara değinen metinler üretecektir.
Bu söylediklerim, tabii ki Wattpad çıkışlı ve üretmekten vazgeçmeyip direnecek bütün genç yazarlar için geçerli. Öte yandan, arka fonu okul ve anne baba çatışmaları olan yer yer isyânkar ve karamsar romanları yalnızca Alya Öztanyel yazmıyor... Örneğin Kötü Çocuk’un yazarı Büşra Küçük de gürültülü hareketin öncü üyelerinden, ki bu çalışma bir magazin haberine göre Wattpad’de yetmiş sekiz milyon kere tıklandıktan sonra kitap olarak yayımlanmış. Bu arada Batman’ın Sason ilçesinde yaşayan, hafta sonları tarlada çalışan ve roman yazan on yedi yaşındaki lise öğrencisi Şeymanur Esen de unutulmamalı, yazarın kitap olarak basılması için destek aradığı Her Şeyin Bittiği Yerde adını verdiği çalışması şu sıralar Watpadd’de kısım kısım okunuyor olmalı… Yine Wattpad’de takma isimle ailesinden habersiz roman yayımlayan İmam Hatip öğrencisi delikanlının, büyüklerinin tepki göstermesinden çekindiğinden yazdıklarını -öneri gelmesine karşın- kitaplaştıramadığını da eklemeyelim. Kısacası bu çocuklar hangi kültürün, hangi yaşam koşullarının etkisinde olurlarsa olsunlar, teknolojinin olanaklarından yaralanıyor, durmadan üretiyorlar: Kim bilir, belki kendilerine özgü dille, yeni bir edebiyat kuracaklar, belki de parmakları klavyede yeni roman patlamalarına neden olacaklar.
Böyle olacağı kesin çünkü günümüzde tuşsuz- klavyesiz bir yaşam neredeyse olanaksız. Dolayısıyla tipografi, matbaa ve onların mütemmimi olan klavyeye kısaca değinmek gerekiyor: Walter Benjamin, roman türünün gelişmesini, yaygınlaşmasını, Gutenberg’e giderek, matbaanın yani tipografi tekniğinin icadıyla ilişkilendirmiş; Manes Sperber ise 19’uncu yüzyıla kadar yazarın herkes için yazdığı pek düşünülemeyeceğini vurguladıktan sonra 19’uncu yüzyıldan itibaren roman yazarlığının bir mesleğe dönüştüğünü söylemiştir ki, yabana atılmayacak bu saptama bence, 19’uncu yüzyılda neredeyse masaüstü matbaa olarak tasarlanmış ve ilk adı tipograf olan daktilonun icat edilmiş olmasıyla da ilişkilendirilebilir. Unutulmamalıdır: Daktilonun sunduğu kolaylıklardan ilk yararlananlardan biri meslekten yazar olan Mark Twain’dir: Tom Sawyer’i tuşlara basarak yazması edebiyat tarihinin kayıtlarına geçmiştir.
Kendine ait ilk daktilosunu, çalışmaya başladığı 20 yaşında taksitle alan biri olarak demek istediğim şu: Bu yazıda adlarını andığım ve anacağım genç yazarlar ve diğerleri henüz bebeklik çağlarında ebeveynlerinin cep telefonları ve bilgisayarları vasıtasıyla klavye ve tuşlarla tanıştılar, çok geçmeden de internetle ilişki kurdular. Ardından Wattpad geldi, teknoloji çocuklara öykü anlatma ve paylaşma olanağı sağladı. Böylece çok yeni bir yayıncılığın önü açılmış oldu; yayınevleri için yeni ve kârlı ticari bir ortam oluştu; bundan yan sektörler de yararlandı. Bence bütün bu olan bitenin nedeni klavye idi.
Peki genç yazarlara bundan dolayı -da- K adını verebilir miyiz?
Hayır veremeyiz, çünkü mesele, ironi yapacak kadar basit değil. Üstelik K Kuşağı’nın adı Açlık Oyunları’nın atak iş bitirici, yaratıcı fedakar ve karanlık, ürkütücü Panem Ülkesi’nin distopik ortamında yolunu bulmaya çalışan ana kahramanı Katnis Everdeen’den mülhem.
Peki nedir, ne değildir, kültürel ortamımızda yazar olarak da beliriveren, bu biraz karamsar K Kuşağı?
Hiç kuşkusuz böyle adlandırılan bu çocukları, anne-baba ve dedelerinden ayıran en önemli özellik; değişimlerin, kırılmaların günbegün yaşandığı kaotik, karamsar ve ürkütücü bir zamana tanıklık etmeleri; ister İstanbul’da, ister İzmit’te, ister Batman’da yaşasınlar dünyanın dört bir yeriyle bağlantı kurabilmeleri... Doğumlarından çok önce özellikleri, yani teknolojiye, dolayısıyla internete hâkim olacakları bilinen bu çocukların 2023 yılında, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de nüfusunun yüzde yirmisini oluşturacaklarını, kültürel hayatı ve toplumsal ortamı belirleyeceklerini aklımızın bir köşesine unutmamak üzere şimdiden yazmalıyız.
Bu gerçeği bildiklerinden ekonomistler bu kuşağın tüketim alışkanlıkları, tercihleri, yaşam biçimleri üzerinde kafa yoruyorlar. Örneğin, K Kuşağı’nın adını koyan ve kuşağın varlığını dünyaya ilk kez duyuran Profesör Noreena Hertz, Ekonomist dergisinde yayınlanan söyleşisinde bu yeni jenerasyon hakkında “sadece satın almak istemiyor, tasarlama ve yaratma sürecinin bir parçası olmak, tükettikleri ürünlerle, hizmetlerle ve medyaya kendi damgalarını vurmak istiyorlar” saptamasını yapmış: Türkiye’de de bir kitabı yayımlanan profesöre göre, dünyayı -Panem Ülkesi gibi- varoluşsal bir tehdit olarak deneyimleyen K Kuşağı’nın en büyük endişesi ise eşitsizlik. Öte yandan onlar, dünyadaki bütün gelişmelere onlara sunulan teknoloji sayesinde günün her dakikasında tanık oluyorlar, kısacası “dünyanın durumuyla ilgili her tür bilgi ve veri, K Kuşağı için bir tık uzakta” dolayısıyla ekonomik, toplumsal, cinsiyetçi ve ırkçı eşitsizliği; terörün, kirli savaşların yaptığı yıkımı anında görüyor, okuyorlar…
Böyle olmasına karşın; bu çocukların; idealist olanları 68 olaylarına evrilen Baby Boomer tepkimelerine benzer hareketliliklere neden olacaklarını söylemek pek anlamlı olmaz… Öte yandan ben onların, 1960’larda “yerleşik toplumların saldırgan ve baskıcı ihtiyaçlarından başka ihtiyaçları olan bir yeni insan tipi” gerekli olduğunu söyleyen ve tekniğin salt kullanımı değil, bizzat kendisi de (doğa ve insan üzerinde) iktidardır diyen yeni bir Herbert Marcuse’e Steve Jobs’un etkinliği sürerken ihtiyaç duyacaklarını hiç sanmıyorum. Tabii onların döneminde barışa odaklı bir özgürlük çığlığı olan Woodstock olayı ve bir devrimi çok sevmiştik hareketi yaşanacağını düşünmek de abes olur. Ancak Baby Boomer idealistlerinin, çevre duyarlığından feminist görüşlerin yaygınlaşmasına, yeni sol hareketlerden radikal dinî akımlara kadar birçok sosyal ataklara zemin hazırladığı, bunların edebiyatta da karşılığını bulduğu niye söylenmesin... Kuşkusuz bu çocuklar sayesinde de bir şeyler olacaktır, hem de teknolojinin sağladığı olanaklarla. Belki onlar, ülkemizde şu an iki milyonu aşkın, yüzde sekseni kayıt dışı çalışan; yani bırakın kitap fuarlarında gürültü yapmayı, uykularını bile doğru dürüst alamayan sessiz ve yaşam yorgunu işçi çocukların sorunlarına -sayının daha fazla artmaması için- bir çözüm bulurlar.
Kim bilir?
Ülkemizde marka konferanslarına katılan küreselleşme karşıtı Nooerana Hertz’in dünyada 200 milyonu aşkın işçi çocuk olduğunu, onların kıyamet sonrası kurulan Panem Ülkesi’nin koşullarında yaşam sürmekte olmalarına çözüm arayıp aramamakta olduğunu tabii ki bilmiyorum, ama onun, EMEA (Europa, Middle East, Africa) Bölgesi’nde yaşayan K Kuşağı bireylerinin 150 Milyar Euro’luk satın alma gücüne sahip olduğunu; markalarla, marka yöneticileriyle tartıştığını biliyorum. Yazı dönüp dolaşıp bu noktaya geldiğine göre, basılı genç romanlar bağlamında şimdi biraz da arz ve talep ilişkilerine değinmek gerekiyor.
Ben, bir Baby Boomer olarak torunum yaşındakilerin yazıyla erken yaşta haşır neşir olma haberlerinin ilkine 2011 yılında ( Wattpad’in Gutenberg Projesi adıyla devreye girmesinden dört yıl sonra) bir gazetemizin magazin ekinde rastlamış; altı yaşında ilk kitabı yayımlanan Duru Divrikoğlu’nu, 19 yaşında 15 kitaba imza atan Ecem Yıldırım’ı, ilk romanını henüz 14’ünde yazan, Gölgedeki Işıklar dörtlemesinin yazarı Rana Demiriz’i ve Osmanlı’nın Bizans mirasına sahip çıkması tezini içeren Son İmparatordan İlk Sultana adlı tarihsel romanın yazarı 16 yaşındaki Sarp Ersoy’un okuma yazma serüvenlerini, şimdiki çocuklar galiba gerçekten harika sözü eşliğinde biraz neşeli bir şaşkınlıkla, biraz da kuşkulanarak okumuş ve ne yalan söyleyeyim bu genç verimin gelişme göstererek, hem nicelik, hem de ticari anlamda kazançlı bir sektöre dönüşeceğini aklıma getirmemiştim. Fena hâlde yanılmışım. Çünkü yayınevleri piyasaya sürecekleri bu tür genç romanlar için, fotoğraf çekimleri yapıyorlar, tanıtım videosu hazırlıyorlar; satış yerinde teşhir malzemeleriyle, yani afiş, dönkart, stikcerlarla -ve hedef kitleye yönelik diğer teşvik unsurlarıyla- tirajı en yüksek düzeye ulaştırmayı hedefliyorlar. Dahası altın yaldız -gofre baskılı albenili kitap kapakları için, cast ajanslarına başvurulduğu da oluyor. Örneğin Büşra Küçük’ün filmi de çekilen Kötü Çocuk romanının kapağında Türkiye’de genç kızların çok yakından tanıdığı, hayran olduğu uluslararası internet fenomenini Vini Uehera adlı Brezilyalı delikanlı değerlendirildi, böylece hedef kitleye yakışıklı bir uyarıda bulunulmuş oldu. Bu arada Twitter, Instgram, Facebook gibi sosyal medya aygıtları da devreye sokuluyor. Bütün bunların sonucunda tanıtım- tüketim bağlamında tabii ki başarı sağlanıyor… Dolayısıyla bu gençlerin her zaman yüksek bütçeli reklam ve PR faaliyetleriyle desteklenen -ister istemez okurlarını ticarî ortak görmeye koşullanmış- kitle romancılarımızı sollamak üzere oldukları niye söylenmesin, ama ben bu çocukların profesyonelce yürütülen ve bence de öyle olması gereken tanıtım çalışmalarının ve satış rakamlarının etkisinde kaldıklarını (ebeveynlerini tabii ki bilemem) hiç sanmıyorum, onlar başarılarını ben çok satıyorum diye kibirlenmeden masumca– çocukça ve tabii ki parti havasında kutluyorlar. Böyle düşünüyorum çünkü ben de Noreena Hertz’in K Kuşağı için yaptığı, ortaklaşa yarattıkları şeylere ve birlikte gerçekleştirdikleri eylemlere daha çok değer veriyorlar saptamasına bütün iyi niyetimle katılıyorum. Dolayısıyla şunu söylemekten çekinmiyorum: Bu genç yazarlar, ilişki kurdukları okur kitlesini kesinlikle ticarî ortak görmüyorlar: Onlarınki yol arkadaşlığı, aynı yerden Wattpad’den yola çıktılar, hep birlikte yürüyorlar, ne yürümesi koşuyorlar. Ancak bu yazarlara ve onlarla aynı yaşta olan okurlarına ve onların özellikle kitap fuarlarını kültürel başkaldırı alanına dönüştüren gürültülü kitlesel coşkularına kitap tanıtım yazarları oldukça kayıtsız. Sosyologları bilmiyorum. Eleştirmenler ise çok daha yüksek ve ağır konularla ve tabii ki eski okur kümeleriyle uğraştıkları için geleceği belirleyecek gelişmeyi değerlendirmeye vakit bulamıyor olmalılar. Oysa bu yol arkadaşlığı hareketinin ne popüler kitle romanlarıyla, ne de tanımlanmış onaylanmış, genel geçer okur kümesi tanımlarıyla ilgisi var: Küresel iletişim içinde olan bilişim çağı çocukları, yepyeni bir tasnif ve bakış açısı istercesine bambaşka şeyler yazıyor ve okuyorlar…
Böyle söylediğime bakılıp aynı zamanda ticarî bir sınıflandırma olduğunu düşündüğüm geleneksel okur tanımlamalarını göz ardı edeceğim sanılmasın, ama bence teknolojinin bütün olanaklarıyla, derin bir toplumsal kırılma ortamında üreten genç yazarların okurlarını, ne Mustafa Nihat Özön gibi, birinci, ikinci, üçüncü sınıf diye tanımlayabiliriz, ne de Cemil Meriç’in kitle/ lecteur ve hakiki okuyucu/ liseur ayrımıyla ele alabiliriz. Belki Umberto Eco’nun “okurlar durağan varlıklar değildir” sözü bir çıkış yolu olarak görülebilir, fakat yeterli olmaz. Çünkü bambaşka bir gelişme yaşanıyor, çocuklar kendileri yazıp, kendileri okuyorlar ve bence artık geniş bir kitleye okuma alışkanlığı sağlamış olan adabı muaşeret kurallarıyla donatılmış eğitici yönlendirici ve ikinci, üçüncü veya birinci sınıf okur yaratmakta önemli işlev gören ilk gençlik romanlarının dönemi bitti. Çocuklar işe el attılar, kendilerini kuşaklarını, alışkanlıklarını edindiklerini, sorunlarını yazıyor, üretiyor ve yaşdaşlarıyla paylaşıyorlar. Bu arada bu romanların kapaklarında anons edilen on binleri çok aşan tiraj rakamlarını merkeze alıp, olaya yalnızca pazarlama- reklam bağlamında bakmamalı ve yazılanları yüksek edebiyat takıntısıyla göz ardı etmemeliyiz… Kısacası yazma eyleminin yanı sıra bence üretim –tüketim ilişkisini de içeren; dipten gelen bu sosyal ve tekno-kültürel harekete kayıtsız kalmamayız. Çünkü bu çocukların -klişe kullanmayı göze alarak söylüyorum: Öyle ya da böyle, yani olumlu veya olumsuz geleceğimizde etkin olacakları çok açık. Öte yandan, 0-18 yaş arası altı milyon bireyin yaşadığı ülkemizde iki milyon çocuğun okula gitmediğini, bir milyon kız çocuğunun okulu uzaktan bile göremediğini düşündüğümde; yazan yazdıklarını paylaşmaktan çekinmeyen, çoğu yabancı dil bilen, iyi eğitilen gençlerimizden, yine bütün iyi niyetimle geleceğe dair iyi şeyler umuyor ve şöyle bitiriyorum:
Bilindiği gibi, Mart ayında III. Millî Kültür Şûrası toplandı. Takip edebildiğim kadarıyla millilik- yerlilik bağlamına gerçekleştirilen oturumlarda, çocuklara ve gençlere çok özel önem verildi, bunlar sonuç bildirgesine yansıtıldı. Ancak ben çocuklara ve gençlere yönelik önerilerde bulunan büyüklerin, kendilerine müteveccih çalışmalar da yapmaları gerektiğine inanıyorum. Eğer böyle davranmaktan kaçınılırsa onları anlamak ve tabii ki onlarla anlaşmak olası değildir. Hele fuar gürültücüleriyle hiç değildir. Bu düşüncede olduğumdan Doğan Hızlan’ın Şûra’da yaptığı konuşmadaki şu sözlerini önemli buluyorum:“...yerellik ve evrensellik münferiden değerlendirilemez. Genç kuşağı iyi okumak ve değerlendirmek gerekir. 15-17 yaşında romancılar var. Bu çocuklar o yaştakilerin sorunlarını, hayatını biliyorlar. Biz kültür için bir şey yaparken onları anlamadan dinlemeden yaparsak o, bir işe yaramaz”
Ancak gelin görün ki, K Kuşağı yazarlarını okuyacak olan yetişkinler, yani ebeveynler- edebiyatla ilgilenen kişiler; kuşak farkı ve gençlerin farklı okuma -dinleme- tercihleri nedeniyle kimi zorluklar yaşayacaklardır. Onlara yadırganmayacağını umarak hiç olmazsa dinledikleri müziklerle ilgili duygudaşlık kurma bağlamında abartılı olsa da bir ipucu vermek istiyorum. Örneğin Alya Öztanyel’in Gölgeler romanının beş ergen kahramanından biri olan absolüt kulağa sahip Arda’nın, annesi ile ilgili gerçekleri öğrendikten sonra I will walk with my hands bound. I will walk into your garden of stone diye isyan etmesini, sonra da gitarını parçalamasını daha iyi anlamak için, büyüklerin Pearl Jam’ın Garden şarkısına, biraz olsun yakınlaşmalarının iyi olacağı kanısındayım. Dahası bir müzik romanı olarak da okunabilecek Gölgeler’ de adı geçen diğer müzisyenlere, örneğin Adam Gontier ve Hypnogaja grubu ile birkaç dakikacık olsa bile hoşbeş etmek, hiç olmazsa bu grubun Here Comes The Rain Again adlı şarkının hard-rock yorumuna kulak vermek de gerekebilir… Ben bu şarkıyı, 90’lı yıllarda şimdilerde birer yetişkin birey olan çocuklarımla Euritmiks’ten dinliyordum ve o zamanlar yağmur bu denli sert yağmıyordu. Demek istediğim şu: Zamanın ruhu küresel olarak sertleşti, yorumlar da değişti, Anne Lenox’un yumuşak sesinden dinlenen bir aşk şarkısı bile isyana dönüştü. Böyle olduğundan edebiyat niye dönüşmesin, hatta niye yeni ve özgün bir dille yeni bir ivme kazanmasın… Böyle demekten çekinmiyorum, çünkü biz büyükler 2005 ve 2006 yıllarında 100 Temel Eser bağlamında kimi kitapların yerinde seçim olup olmadığını tartışırken, bu çocuklar, hem okullarda Türkçe edebiyat öğreniyor; müfredatın önerdiği okumalar yapıyor, hem de Stephenie Meyer’in Alacakaranlık Serisi (Twilight) ile haşır neşir oluyorlardı, dolayısıyla Suzanne Collins’in Açlık Oyunları’na (The Hunger Games) sıçrayıp K Kuşağı’na evrilmeleri zor olmadı. Hem yetenekli, hem de parmakları klavyeyi bildiği için öykülerini paylaşmaya başlayıp yazar da oldular
Bilmem, derdimi anlatabildim mi, yaşlı bir okur- yazar olarak kendimle yeterince hesaplaşabildim mi? Bilmem âlemşümul, cihanşümul, üniversal, evrensel sözcüklerinin zamanımızdaki önemini biraz olsun hissettirebildim mi?