X Paranoya

Cem Akaş'ın Y romanında, erkeklerin yokluğu hiçbir şeyi değiştirmemiş, bazı kadınlar bugünün dünyasında tanık olduğumuz erkek rolünü üstlenmiş, Y kromozomu silinmiş ama hegemonya silinmemiş...

05 Nisan 2018 16:15

Edebiyat eserleri içinde neden “kadınlar ülkesi’” ütopyaları varken “erkekler ülkesi” hiç kaleme alınmamış sorusunu sadece, insanlık tarihi boyunca erkeklerin zaten dünyayı yönetiyor oluşuyla cevaplayamayız elbette ki. Robinson’un tek başına, dine dayanan egosantrik ada hâkimiyetini aklımıza getirmezsek. Ya da kimsesiz, hayatla yalnız başına mücadele eden erkek çocuk karakterle dolu çocuk edebiyatının da salt bu ayrımcılığıyla bir ütopya yarattığını söyleyemezsek.

Bilimsel verileri malzeme olarak kullanan ütopya-distopya yazını sanıyorum kadınlar ülkesi kurgularken, erkekler ülkesi kurgulamamasının nedenlerini kromozomlara dayandırıyor. Kadında XX kromozomu varken, erkekte hem X hem Y kromozomu var. Erkekte var olan X kromozomu bütün işleri karıştıran. Erkek bedenindeki iki meme ucu da buna ekleniyor. Günümüzde bir trans kadının altı hafta bebeğini emzirdiğini düşünecek olursak. Kadınlar biyolojik olarak yok edilemiyor, ütopyalarda bile.

Bununla beraber, ütopya-distopya kavramlarını alaşağı etmeden Cem Akaş’ın kadınların erkeklere ve eşcinsel erkeklere soykırım yaptığı, bir virüs saldırısıyla da Y kromozomunun yok edildiği bir dünyayı anlattığı Y adlı romanını1 analiz edemeyiz. Nasıl baktığımıza bağlı olarak ütopyalar için kolayca distopya diyebiliriz. Ya da distopyanın niyetini fark ettiğimizde bir ütopyaya varabiliriz. Romanın sonunda “üstünlük anlatısı” kavramından bahsedecek Akaş başkahramanı Constantine’in ağzından. Bunu da elimizde tutalım.

İnsandır kötü olan

Charlotte Perkins Gilman’ın ütopyası Kadınlar Ülkesi, Akaş’ın elinde distopyalaşıyor (övgü dışı kullanılmıştır, olmaklığı tartışılacaktır). Bu anlamda yazarın, feminist eleştiri yöntemine benzer metinlerarası bir tersine çevirme girişimi olduğu apaçık, Ursu ve Ursula karakterleri ile Ursula K. Le Guin’e olan açık göndermelerden farklı olarak.

Y, Cem Akaş, Can YayınlarıAkaş’ın kadınlar dünyasında erkeklerin ürettiği ne kadar sanat varsa ya yok edilmiş, ya da kadınlaştırılmış ancak tümden yok olmamış, el altından Bach ve benzerleri gizli kapaklı dinleniyor. Ve anlatıda güçlü emareleriyle Pinokyo çocuk romanı da omurgaya yerleşiyor. Çünkü, tek bir erkeğin bile kalmadığı bu uç dünyada bir gün, iki lezbiyen (başka bir ilişki biçimi olası değil) kapılarına bırakılmış bir erkek bebek buluyorlar. Biri doktor olan çift bebeği alıp büyütmeye ve devlet düzeni içinde onu gizli yetiştirmeye karar veriyor. Doktor olan anne İliada’nın varlığı başta işleri kolaylaştırıyor, ilk bölümü onun ağzından dinliyoruz: “Beni korkutan da buydu, polise gittiğimiz anda Constantine’i bizden alırlar, kendi ailesine asla vermezler, ortalık birbirine girer ve büyük olasılıkla Constantine ya devlet ya da gizli ve özel güçlerden biri tarafından öldürüldü. Rektifikasyon’dan bu yana geçen 142 yılda pek çok şey kökten değişmişti elbette, ama gariptir, güç kullanan, üzerinde güç kullanılan ve gücü kutsayan denkleminde kayda değer bir değişiklik olmamıştı.” (sayfa 14) Hâsılı erkeklerin yeryüzünden kazınması hiçbir şeyi değiştirmemiş, Gilman’ın kurduğu o doğaya dönük, sınırsız huzurlu ve kısıtlı kadınlar ülkesinin aksine bazı kadınlar bugünün dünyasında tanık olduğumuz erkek rolünü üstlenmiş, Y kromozomu silinmiş ama hegemonya silinememiş. Akaş’ın üstünlük anlatısında kötülük insanla özgeleşmiş dolayısıyla insanların yarısının yok olması kötülüğü ortadan kaldıramamış. Akaş, feminizmlerin ortaya koyduğu sömürü dünyasının aktörlerinin erkek oluşu teorisini çökertmeye girişmiş. İnsandır kötü olan, diyor. Ya da en azından kadınlar ve erkekler kötülükte eşitler.

Mitleri, simgeleri, kavramları, epistomolojileri incelemeyi kendine ilke edinen feminizm bu romanda tam da bu ilkesiyle eleştiriliyor. Öyle ya, iki yüz yıldır feminist yazarlar pek çok erkek metni dönüştürdü, üzerine yazdı, simgeleri yıkmak için dilsel ve biçimsel deneylere girişti. Newtonlar, Rousseaular, Darwinler, Markslar, Freudlar, Lawrencelar, kutsal metinler, peygamberler feminist akademinin ve kadın yazarların elinde söküldü, yer yer dikildi. Sözgelimi, Latife Tekin’in Muinar adlı romanında başkarakter Elime: “(…) kadın olduğum için at gönderilmeyecekti bana, dallarına tutunarak göğe yükseleceğim ateş ağaç” derken Hz. Muhammed’in Burak isimli atıyla göğe yükselmesinin anlatıldığı Kur’an-ı Kerim’de Mirac’ın geçtiği surelere işaret düşmüştü.2 Ya da Leylâ Erbil Kalan adlı romanında “(…) ülkene bak,,, baba oğul kızlarını diri diri gömdüler,,,” cümlesinden sonra, Kâbil’in Hâbil’i gömmeyi bir kargadan öğrendiği sahneyi, Maide Suresi 31’den alıntı yaparak eklemişti.3 Kate Millett ise Cinsel Politika adlı kitabında D.H. Lawrence’ın Lady Chatterley’in Âşığı adlı romanında tanrısallaştırdığı erkek bedeni üzerinden “fallik bilince” hizmet ettiğini, üstelik mesajını erkeği yanına alarak değil, kadının bilincinden süzdürerek verdiğini ve edebiyat yoluyla bir cinsel politika inşa ettiğini öne sürmüştü.4 Dolayısıyla erkek ürünü edebiyatın eleştirisi ve dönüştürülmesinin gerekçesi yazarlarının erkek olmasında değil ne yazdıklarında yatıyor ve cevap hakkını tutuyor. Sonuç olarak cevaplar bu eserlerin varlığını sağlama alıyor, onları yok etmek savununun varacağı toplumsal dönüşüm tarihini yok etmek demek olacağı için böyle bir arzuyu hiç taşımıyor feminist eleştiri.

Constantine’in büyükannesi Zelda karakteri, erkeklerin tarih içinde üretmiş olduğu tüm sanat yapıtlarının yok edilmesini, kadınlığa yararlı görüleceklerin kadınlaştırılmasını savunan bir militan, misandrist (özellikle gençken) olarak karşımıza çıkıyor. Zelda başta Constantine’i istemiyor. Ancak metin ilerledikçe en büyük dönüşümü de o yaşayacak, torunu vesilesiyle bu erkek nefretiyle yüzleşecek. Romanda, feminizmin erkek metinlerini eleştirmesi, tersine çevirmesi, üzerine yazması erkek nefretiyle nedenselleştiriliyor çünkü başka kapsamlı bir açıklama yok. Vakti zamanında erkekler çok kötülükler yaptılar ve işte… Erkekleri kibirleri öldürdü… Genel olarak çok hızlı akan, neredeyse her cümlede olay örgüsü değişen romanda derin ayrıntılar, neden-sonuç ilişkisi yakalamak mümkün değil. Kitabın feminist eleştiriyi yargıladığı Zelda karakteri üzerinden açıkça okunurken, erkek nefretine bağlanan feminist söyleminse günümüzde bu uç fikre bir inandırıcılık payı olarak dahi katılması mümkün değil. Feminist eleştiri bir nefret ve şiddet eylemi değildir her şeyden önce. Feminist eleştiriyi değerli kılan en önemli özelliği başka özgürlüklere de kapı açmasıdır. Edebiyat eleştirisinde metinlerarasılık, üzerine yazma, yeniden yazma postmodernist hamleler olarak da tanımlanabilecekken, bu tekil bakış uç malzemeyi gerekçelendiremediği için distopyanın altını da boşaltıyor.

Bir yandan roman bu denli büyük bir iddiayı ortaya sürerken okurun kafasına takılan birçok soruyu cevaplamayı tercih etmiyor yazar. Rektifikasyon elimizdeki tek sözcük. Doğrulama olarak tanımlayabiliriz ama sözlüklerde daha çok astroloji terimi. (Constantine’in doğum tarihi de görünmez bir meteorun Dünya’ya çarptığı güne denk geliyor, bu bilgi dışında nasıl olup da bir erkek bebeğin doğduğunu tam olarak öğrenemiyoruz.) Rektifikasyon sözcüğünden anladığımız kadınlar en sonunda bir cinsiyet doğrulaması yapmış. Homojen bir yeryüzü kurmuş. “Fallus Sönümü” (sayfa 163) gerçekleşmiş. Bu fikir kadınların en büyük hayali ya da dünyayı bir sondan kurtarmak için bulabildikleri tek çözümmüş gibi anlatılıyor. Oysa feminist kuram “heterojen bir toplum”5 tahayyülü içinden konuşur. Romandaki kadın genelinden baktığımızda bu bir ütopya. Peki, bu ütopyanın gerçek dünya kadınlarıyla ve erkekleriyle bir ilgisi var mı, bu yazının amacı da bunu tartışmaya açmak.

Doğa kadından yana tavır koyabilir mi?

İliada ve siyahi Arendi yer yer korkuya kapılsalar da zamanla Constantine’i ve onun müzik dehasını seviyorlar ve göçebe, zor bir hayat başlıyor. Velhasıl, Constantine 10-11 yaşına geldiğinde ve dünyadaki tek erkek çocuk olduğu anlaşıldığında distopya iyice sertleşiyor ve okumakta zorlanacağımız, çok zalim ve çok çirkin bir kadın dünyasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Ne ilginçtir romanda kadın sözcüğü çok geçmiyor, şehir meydanları anlatılırken etraftakiler insan/insanlar olarak tanımlanıyor sıkça.

İliada için erkek nefretinin dogma hâline getirilmesi erkeklerin kendisi kadar büyük bir tehlike. Adını İstanbul’dan alan bebek doğru bir kapı bulmuş aslında. İliada ilk bölümde şöyle diyor: “Gökten inmemişti ya devrim? Bir mücadelenin son evresinde, doğa da kadından yana koymuştu ağırlığını ama kopmasaydı, doğayı düzeltmeye yeltenmeyecek miydi insanlık?” (sayfa 23). Bu ifadenin geçtiği pasajda İliada aslında geçmişte erkek egemen sistemi eleştiren çok fazla erkek sanatçının olduğunu, erkek sanatını yok saymanın o dönem kadınlarının da emeğini yok saymak olacağını düşünüyor ancak bu pasajın sonunda doğa sözcüğü pat diye düşüveriyor. Bu zıplamaya biz de uyarak; doğa kadından yana tavır koydu mu, doğa kadından yana bir tavır koyabilir mi, doğa bir tavır koyabilir mi, doğa düzeltilebilir mi, soruları ışığında ekofeminizm kuramından yararlanan bir “doğrulama” ihtiyacına varalım, her ne kadar bir karakter ağzından söylenmiş olsa da. Doktor İliada’yı cahillikle yargılamak yerine yazarın seçtiği cümleler üzerinden aldığı sorumluluğun kabulüyle.

Acaba Akaş’ın dediği doğanın kadından yana koyduğu tavır X kromozomunda saklı olabilir mi? Tabii hâlâ çok insanmerkezci bir bakışın içindeyiz. İnsanın doğaya ait olduğu bir kabulün. Oysa bugün bunu uzun uzadıya tartışabiliriz. Romanın radikal, anarşist feminizmin hayal etmediği soykırım sözcüğünü ifade ediş biçimi çevresinden dolanıp, ortaya koyduğu paranoyayı hayli feminizm dışı var sayarak. Romanı feminizm dışı saymak için feminist kurama başvurarak.

İliada, doğayı düzeltmeye yeltenmeyecek miydi insanlık, derken koca bir ekofeminizmi Cem Akaşyıktı şimdi. Feminist bilinç dışı, tüm dünyaya yayılan yerel kadın ekolojik mücadelelerini, küreselleşme karşıtı eylemleri ve koca Chipko Hareketi’ni ve günümüzde kadın eliyle gerçekleşen Yeşil Devrim’i yok saydı. Doğa değil elbette kadınlar doğadan yana taraf oldu. Doğa X kromozomunun insansı bir bakışla bilincinde değil. Romanda seyrek de olsa geçen bostanlar ve etsiz beslenmenin yaygınlığı günümüzde kadınların yürüttüğü doğa savunusu için cılız ve yapay ekler olarak dikiş izlerinden kendini belli ediyor. Roman türünü gerçekdışı da olsa gerçekle kurduğu bağ üzerinden konuşmak istiyorsak. Constantine’in İstanbul’a geldiğinde yüzlerce başörtüsü heykelinin olduğu Örtü Meydanı’ndan geçişi gibi bir bağ (sayfa 92).

Doğanın düzeltilebilir oluşu fikrinin de erkek fikri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Newton’un Matemetik İlkeleri (1687) adlı eseri, tüm evrenin basit ve matematiksel kurallarla yönetildiği fikrine dayanır ve Aydınlanmacı Feministler Newton’u ve Kültürel Feministler “uyum göstermeyen tür yok olur” diyen Darwin’i eleştirirler. Darwin’in teorileri bilimle sınırlı kalmamış Sosyal Darwinizm toplumları etkilemiştir. Charlotte Perkins Gilman Kadın ve Ekonomi (1898)’de Sosyal Darwinist Hipotezi yorumlar. Ve daha ileri gidip, 1980’lerde ekofeminist teoriye katkıda bulunan, sosyalist feminist Carolyn Merchant ile radikal feminist Adrienne Rich’in fikirlerini anımsayalım; biyolojik ve toplumsal belirleyicilerin kadınların yaşamlarında iç içe dokunmuş bir durumda bulunduklarını düşünmektedir bu iki kadın. Biyolojik öğe ile toplumsal öğeyi birbirinden ayırmaya çalışmanın da erkek düşüncesi olduğunu ileri sürerler. Dolayısıyla Y kromozomunun yok olduğu bir dünya düşüncesi için bir erkek düşüncesi diyebiliriz. Ve bu düşüncenin kaynağında X paranoya yatar. Ama bu bir korku değildir elbette. Kadın hareketlerini düşmanlık ve bir tür yok etme eylemi olarak görme eğilimidir. Bu paranoyada kadın erkeğe karşıt fikir sunduğu oranda fikirlerin içeriğinden bağımsız salt karşı duruşu üzerinden erkekleştirilir, şiddete ve soykırıma yaklaştırılır. Kadın hareketleri her ne kadar barışçıl ve pasifist olsa da düşmanca algılanır ve bu düşmanlık statüsü ise kadını hayali bir savaş alanında erkekle eşitler. Akaş, X paranoya üstünlük anlatısını insanmerkezciliğine isabet ettirmeye çalışır.

Ayrıca Merchant ve Rich biyolojik olanla toplumsal olanı birbirinden ayırmamayı salık verirken kadın cinsiyetinin biyolojik olanla tümden barışık olduğunu söylemek istemez. (Feminizmin pek çok hak savunusuna eklemlendiği gibi queer kuramla da birlik içinde olduğunu görmezden gelemeyiz.) Bu iki kadın ontolojik eşitliği vurgulamaktadır ve toplumsal kabulün yaratısı kadın ve erkeği tanımlamaktadır. Böylece toplumsal cinsiyet kavramı biyolojik kadınlık ve erkeklikten ayrı biçimde netleşir. Biyoloji sözcüğünden de vazgeçelim kadını, erkeği, tüm canlıları eşitleyen olsa olsa doğadır.

Fransız, feminist yazar Monique Wittig ise: Savaşımımız politik bir sınıf mücadelesi sırasında bir sınıf olarak erkekleri ortadan kaldırmayı amaçlıyor – bir soykırımı değil. Erkekler sınıfı yok olduktan sonra bir sınıf olarak kadınlar da yok olacaklar, çünkü efendisiz köle olmaz. Demek ki ilk görevimiz, daima “kadınlar”ı (içinden savaştığımız sınıf) “Kadın”dan (mit) özenle ayırt etmek olmalı gibi gözüküyor. Çünkü bize göre Kadın yoktur, hayali bir oluşumdan başka bir şey değildir, fakat “kadınlar” toplumsal bir ilişkinin bir ürünüdür,” 6 diyerek feminizmin hedefine ulaşır ulaşmaz kendini yok edeceğini ima eder. Feminizm biyolojik olarak değil toplumsal olarak kadın ve erkek sınıfını yıkmak amacındadır. Romanın feminizm nedir, ne kadar ileri gidebilir sorusuna cevap vermek için vesile olma emeli güttüğünü söylemek hata olacaktır. Ancak bu hataya düşenler çıkacaktır.

Akaş, biyolojik bir yıkımın distopyasını kurar ancak bunun nedenselini ise toplumsal cinsiyet sorununa oturtur. Biyolojik olanla toplumsal olanı birleştirir. Kadınlara ait bir dünya kurarken soykırım ve şiddet ayarında erkeklikten sıyrılamamış ama erkeklerin hiçbir zaman kadınsız bir dünya kurmayı düşlemediğini de unutmuştur. Sömürü ve fayda emelini es geçmiştir. Dolayısıyla erkeklerin yapmadığı soykırımı tersine çevirme eylemi de inandırıcı değildir. Kadın cinayetlerinin politik gerçekliği de bizi erkeklerin soykırım temelli tutumlarına vardırmaz. Çağlar boyu cinsiyeti, bedeni, eti üzerinden köleleştirilen, sömürülen kadınların yaşam öyküleri bize şunu söyler, toplumsal erkekliğin kötücüllüğü kadınları “var etme” biçimlerinde yatar. Erkek cinayetleri bu öğrenilmiş var etme teşebbüsleri sekteye uğradığında ortaya çıkar. Ve bunun simgesi Y değildir. Y olarak vurgulamak, yani bu kötücüllüğü yaradılışa bahşetmek toplumsal cinsiyetin varlığını yadsımaktır.

Romanın sonunda artık İstanbul’a yerleşmiş 20 yaşındaki Constantine’in bir gazeteciyle yaptığı söyleşide ifade ettiği sözler üzerinden bir niyet çıkarabilir miyiz? “(…) üstünlük anlatıları yalnızca kendini üstün görenleri değil, o üstünlüğe yakın olmak suretiyle yükselebileceğini düşünenleri de cezbeder, değil mi?” (sayfa 155). Peki, Akaş’ın üstünlük anlatısı kimleri cezbedecek diye sorduğumuzda, buraya kadar romanın feminizmlerden beslenmeden yöntemlerini eleştirdiğini anlatsak da popülist bir okumada kadınların dünyayı değiştirme arzularını düşmanlık addedenleri ve feminizmin erkek nefreti olduğunu düşünenleri pekâlâ cezbedeceğini söyleyebiliriz. Bununla paralel, romanın katkısı bir X paranoyayı ifşa edişindedir.

 

1 “Y”, Cem Akaş, Can Yayınları, 2018
2 Muinar, Latife Tekin, sayfa 7, İletişim Yayınları, 2013
3 Kalan, Leylâ Erbil, sayfa 98, İş Kültür Yayınları, 2011
4 Cinsel Politika, Kate Millett, sayfa 366, Payel Yayınları, 2011
5 Fikri ileri süren Iris Young, Feminist Teori, Josephine Donovan, sayfa 358, İletişim Yayınları, 2013
6 “Kadın Doğulmaz”, Monique Wittig, Çeviren: Başak Aray, Birikim Dergisi, 2009