Booker ödüllü yazar Han Kang'ın Beyaz Kitap adlı romanı Türkçede: Önümüzdeki günlerde April Yayıncılık tarafından basılacak olan kitabın başlangıcından kısa bir bölümü tadımlık olarak sunuyoruz...
Beyaz şeylerle ilgili yazmaya karar verdiğim bahar, ilk yaptığım bir liste çıkarmak oldu.
Kundak
Zıbın
Tuz
Kar
Buz
Ay
Pirinç
Dalga
Beyaz manolya
Beyaz kuş
Beyaz gülümseme
Beyaz kâğıt
Beyaz köpek
Beyaz saçlar
Kefen
Her bir sözcüğü yazarken tuhaftır, çok sarsıldım. Bu kitabı mutlaka tamamlamak istediğimi ve yazım sürecinin bir şeyleri değiştireceğini hissettim. Yaraya sürülen beyaz merhem, üstüne sarılan beyaz sargı bezi gibi bir şeylerin gerekli olduğunu da.
Ancak birkaç gün geçtikten sonra listeyi tekrar düşündüm.
Ne anlamı var ki bu sözcüklerin derinine inmenin.
Yaylı bir enstrümanı çalarken hüzünlü, acayip yahut tiz bir sesin çıkması gibi, bu sözcüklerle yüreğimi ovalarsam cümleler kalemimden dökülecek. Bu cümlelerin arasına beyaz sargı bezi örtüp saklansam olur mu peki?
Bu soruya cevap vermek zor olduğu için başlamayı erteledim. Ağustosta bu yabancı ülkenin başkentine kısa süreliğine taşınıp kiralık bir dairede yaşamaya başladım. İki aya yakın süre geçti ve havaların soğumaya başladığı bir gece, alışkın olduğum acımasız bir arkadaşa benzeyen migren yüzünden bir bardak ılık suyla haplarımı yutarken fark ettim: saklanmak mümkün değildi.
Zamana dair duyuların keskinleştiği anlar vardır. Bilhassa hastayken böyledir. Neredeyse on üç yaşımda başlayan migrenim, o günden beri mide kramplarıyla birlikte ansızın gelir ve günlük hayatımı durdurur. Elimdeki işlerin hepsini bırakıp ağrıyla başa çıkmaya çalışırken damla damla ilerleyen zaman, tıpkı jiletten yapılmış boncuklara benzer. Parmağımla dokunsam kanatacak gibidir. Derin derin nefes alıp verirken her an hayata tutunduğumu daha net hissederim. Günlük hayata döndükten sonra bile bu his, nefesini tutmuş, hâlâ olduğu yerde beni bekler. Böyle bir keskin zamanın kenarında, her saniye yenilenen şeffaf bir uçurumun ucunda ilerlemeye devam ederiz. Yaşadığımız kadarlık zamanın sonunda pamuk ipliğiyle bağlıymışız gibi güç bela adımımızı atar, irademizi kullanmaya bile fırsat bulamadan, diğer adımımızı tereddütsüz boşluğa atarız. Cesur olduğumuzdan değil, başka bir çıkar yolu olmadığından. Şu an bile o tehlikeyi hissediyorum. Henüz yaşamadığım zamanlara doğru, yazmadığım kitaplara doğru pervasızca yürüyorum.
Uzun zaman önceydi.
KAPI
Sözleşmeyi imzalamadan önce, son kez o daireyi görmeye gittim.
Dairenin aslında beyaz olan demir kapısının rengi zamanla solmuştu. Kirliydi ve yer yer boyaları dökülmüştü. Boyaları soyulan her yer paslanmıştı. Hepsi bu olsaydı, aklımda sadece eski ve kirli bir kapı olarak kalırdı. Asıl mesele “301” olan daire numarasının yazılış şekliydi.
Birisi, muhtemelen dairenin eski kiracılarından biri, çivi gibi keskin bir şeyle kapının yüzeyini kazıyarak numarayı yazmıştı. Rakamlara yazılış sırasına göre dikkatle baktım. Üç parmak büyüklüğünde köşeli bir 3. Ondan daha küçük ama üst üste kazınarak kalınca yazılmış ve bakar bakmaz göze ilk çarpan 0. Son olarak en derin şekilde, epey güç sarf edilerek uzun ve kalınca kazınmış 1. Bu keskin çizgilerin ve kavislerin üzerinden koyu kırmızı pas izleri yayılarak akmış, eski bir kan lekesi gibi kurumuştu. Ben hiçbir şeye değer vermiyorum. Yaşadığım yere, her gün açıp kapadığım kapıya, şu lanet hayatıma değer vermiyorum. Dişlerini sıkan o rakamlar bana dik dik bakmaktaydı.
Bu, benim kiralamayı düşündüğüm, o kıştan itibaren yaşamak istediğim dairenin kapısıydı.
Eşyalarımı yerleştirdiğimin ertesi günü bir kutu beyaz boya ve büyükçe bir fırça aldım. Henüz duvar kâğıdı kaplanmamış mutfağın ve odanın duvarlarında irili ufaklı lekeler görünüyordu. Özellikle elektrik düğmesinin etrafı kapkaraydı. Kazara boya sıçrasa bile umursamayacağım açık gri bir eşofmanın üstüne eski beyaz bir kazak giyip boyamaya başladım. Zaten en başından beri boyama işini tertemiz şekilde tamamlayacağımı düşünmüyordum. Lekelense bile beyaz bir leke pis bir lekeden daha iyidir. Böyle kayıtsızca sadece kirli yerlere fırça sürdüm. Muhtemelen bir zamanlar aktığı için oluşmuş tavandaki kocaman lekeyi beyaza boyayıp yok ettim. Açık kahverengi mutfak tezgâhının içindeki pis kısımları da elbeziyle bir kez silip beyaza boyayıverdim.
Son olarak dışarı çıkıp demir kapıyı boyamaya başladım. Yara bere dolu kapının üstüne fırçayı her vurduğumda kirler siliniyordu. Kazınmış rakamlar kayboldu. Kan lekesine benzeyen pas izleri kayboldu. Sıcacık odama geri dönüp bir saat kadar dinlendikten sonra dışarı çıktığımda boyanın aktığını gördüm. Rulo yerine fırça kullandığım için de izler dikkat çekiyordu. Fırça izlerini kaybedecek kadar kalın bir kat daha boya sürdükten sonra odama döndüm. Bir saat sonra nasıl olduğunu görmek için terliklerimi sürüye sürüye tekrar dışarı çıktığımda hafiften kar yağmaya başlamıştı. Hangi ara hava kararmıştı, fark etmemişim. Henüz sokak lambaları yanmamıştı. Bir elimde boya kutusu öbür elimde fırçayla bir süre dikildim, hafifçe eğilerek yüzlerce kuş tüyünün uçuşması gibi yavaş yavaş düşen kar tanelerini dalgın dalgın izledim.
KUNDAK
Yeni doğmuş bebek, kar gibi beyaz kundağa sımsıkı sarılmış. Ana rahmi her yerden dar ve sıcak bir ortam olduğundan aniden sınırsızca genişleyen yeni mekânda korkar endişesiyle hemşire tüm gücüyle ufacık bedeni sarıp sarmalamış.
Daha yeni yeni nefes almaya başlayan insan... Kim olduğunu, nerede olduğunu, az önce neyin başladığını bilmeyen insan... Yeni doğmuş bir kuş ya da bir enikten bile daha güçsüz, yavru hayvanlar arasında en küçük hayvan.
Çok kan kaybettiği için yüzü kirece dönen kadın bu bebeğin ağlayan yüzünü seyreder. Şaşkınlık içinde kundaktaki bebeği kucağına alır. Bu ağlamayı durdurmayı henüz bilmeyen insan... Az öncesine kadar inanılmaz bir acı yaşayan insan... Bebek bir an ağlamayı keser. Bir koku yüzündendir. Ya da ikisi daha yeni bağlantı kurmuştur. Bebeğin henüz göremeyen buğulu gözleri kadının yüzüne, sesin geldiği tarafa doğru yönelir.
Neyin başladığını bilmez bir halde, birbirleriyle bağlantı kurarlar. Kan kokusunun yayıldığı sessizlik içinde. Bedenleri arasında beyaz bir kundak varken.
ZIBIN
Annem, ilk çocuğunun doğduktan iki saat sonra öldüğünü söylemişti. Yüzü, ay parçası gibi beyaz bir kız çocuğuymuş. Sekizinci ayında erken doğduğu için vücudu çok küçükmüş fakat ağzı, burnu, gözleri belirgin ve güzelmiş. Kara gözlerini açıp yüzüne baktığı anı unutamayacağını söylemişti annem.O zamanlar annem ve bir köy ilkokuluna atanan babam köyün dışındaki lojmanda yaşıyorlarmış. Doğuma daha çok varmış, hiçbir hazırlıkları yokmuş fakat öğleden önce birden suyu gelmiş annemin. Etrafta kimsecikler yokmuş. Mahalledeki tek telefon yirmi dakikalık mesafede, durağın önündeki dükkândaymış. Babamın işten çıkmasına altı saatten fazla varmış.
Yeni yeni kırağının düştüğü kış başlarıymış. Yirmi iki yaşındaki annem emekleyerek mutfağa doğru sürünüp bir yerden duyduğu şekilde su kaynatıp makası temizlemiş. Dikiş kutusunu karıştırarak küçük bir zıbın yapabileceği beyaz bir kumaş parçası bulmuş. Doğum sancısına direnerek, korkudan gözyaşı dökerek dikiş dikmiş. Zıbını dikmiş, kundak olarak kullanacağı ince bir battaniye çıkarmış, gitgide şiddetlenen ve hızla tekrar eden ağrılarına dayanmış.
Sonunda tek başına bebeği doğurmuş. Tek başına göbek bağını kesmiş. Bebeğin kana bulanmış ufacık bedenine az önce diktiği zıbını giydirmiş. Ölme, yalvarırım ölme. Zayıf bir sesle ağlayan, avuç içi kadar bebeğini kucaklayıp tekrar tekrar mırıldanmış. İlk başta sımsıkı kapanmış bebeğin gözleri bir saat geçince mucize gibi açılmış. Annem, kara gözlere bakıp tekrar mırıldanmış. Yalvarırım ölme. Oysa bir saat sonra bebek ölmüş. Ölen bebeğini göğsüne yaslayıp ufacık bedeninin gittikçe soğumasına katlanmış. Artık gözyaşı dökmüyormuş.
AY ŞEKLİNDE PİRİNÇ LOKUMU
Geçen bahar biri bana sordu: “Küçükken üzüntüye yakın herhangi bir deneyim yaşadın mı?” Radyo kaydındaydık.
O an, aniden hatırladığım şey bu ölümdü. Ben bu hikâye içinde büyüdüm. Küçük hayvanlar içinde en güçsüz olan hayvan. Ay parçası gibi beyaz, güzel bebek. Onun öldüğü yerde benim doğup büyüdüğüm bir hikâye.
Ay parçası gibi beyaz şey ne ki diye merak ediyordum ve altı yaşlarında ay şeklinde pirinç lokumu yapılırken birden anladım. Bembeyaz pirinç hamurunun yarım ay şekline getirildiğini, henüz buharda pişmemiş ay şeklindeki pirinç lokumlarının bu dünyadan değilmişçesine güzel olduklarını. Fakat piştikten sonra bir tabağa çam iğnelerinin üzerine sıralanmış pirinç lokumlarının görünüşleri tam bir hayal kırıklığıydı. Buhar tenceresinin ateş ve buharıyla, rengi de şekli de değişen, mis kokulu susam yağı sayesinde parlayan pirinç lokumları, kesinlikle lezizdi fakat göz kamaştırıcı güzellikteki pirinç hamurundan tamamen farklıydı.
O an, annemin bahsettiği ay parçası gibi beyaz güzellik, buharda pişmeden önceki pirinç lokumlarıymış demek, diye düşündüm. İşte öyle temiz bir yüzdü demek ki. Ondan sonra, içime demirle eziliyormuşum gibi bir sıkıntı düştü.
Geçen bahar o kayıt odasında bu hikâyeyi anlatmadım. Onun yerine küçükken beslediğim köpekten bahsettim. Beş yaşıma bastığım kış ölen cindo karması beyaz köpeğimin oldukça akıllı olduğunu anlattım. Sarmaş dolaş çekildiğimiz siyah beyaz bir fotoğrafımız vardı ancak işin tuhafı köpeğimin hayatta olduğu zamanlardan ona dair hiçbir hatıram yok. Tek hatırladığım onun öldüğü sabah. Beyaz tüyleri, siyah gözleri, hâlâ nemli burnu. O günden sonra, hayatım boyunca köpekleri sevmeyen biri oldum. Elini uzatıp bir köpeğin boynunu ve sırtını okşayamayan biri.
SİS
Bu yabancı şehirde neden eski anılarım sık sık aklıma geliyor ki?
Sokakta yürürken omzuma çarpacakmış gibi yanımdan geçip giden insanların neredeyse hiçbir sözünü, önünden geçtiğim tabelalardaki neredeyse hiçbir sözcüğü anlayamıyorum. Sürüklenen bir ada gibi yayaların arasında geçerken bazen bedenim bir hapishaneymiş gibi hissediyorum. Tüm anılarımın, o anılarımdan ayrılması mümkün olmayan anadilimle birlikte, izole edilmiş hatta mühürlenmiş olduğunu hissediyorum. İzolasyon duygusu arttıkça hiç beklemediğim bir anda anılarım taptaze canlanıveriyor. Bütün ağırlığıyla üstüme çöküyor sanki. Geçen yaz kaçarcasına geldiğim bu şehir, sanki dünyanın öbür ucunda bir yer değil de içimin tam ortası.
Şimdi bu şehir şafak vakti sisle kaplı.
Gökle yer arasındaki sınır kayboldu. Baktığım pencereden yalnızca, dört beş metre kadar uzaktaki epeyce uzun iki kavak ağacının koyu renkli hatları belli belirsiz görünüyor, onun dışında her şey beyaz. Aslında hayır, buna beyaz demek doğru olur mu ki? Zifiri karanlığın her bir soğuk zerresini yudumlayarak, sessizce bu dünyayla öbür dünya arasında sallanan o devasa suyun hareketine?
Uzun zaman önceki yoğun sisli bir adanın sabahını anımsıyorum. Seyahat ettiğim arkadaşlarımla deniz kenarındaki uçurumda yürüyüşe çıkmıştık. Hafif parıldayan görüntüsüyle sahilde çam ağaçları. Dik ve griye çalan bir uçurum. Sisin altında salınan kapkara denizi yukarıdan seyreden, her zamankinden farklı, soğuk görünen arkadaşlarımın arkadan görüntüsü.
Fakat bir sonraki gün öğleden sonra, aynı yoldan yürüdüm ve manzaranın aslında ne kadar da sıradan olduğunu fark ettim. Gizemli bir bataklık olduğunu düşündüğüm yer kirli ve kurumuş bir çukurdu. Bu dünyaya ait değilmiş gibi duran çam ağaçları dikenli tellerin hizasında sırayla dikilmişti. Deniz, kartpostallardaki gibi mavi ve güzeldi. Her şey sıradandı ve nefesini tutmuştu. Nefeslerini tutmuş bir sonraki sisi sabırla bekliyorlardı.
Böyle yoğun sisli bir şafakta, bu şehrin hayaletleri ne yapar ki?
Nefeslerini tutup bekledikleri sisin içine doğru sessizce yürürler mi acaba?
Sesimi bile bembeyaz yapan o su parçacıkları arasından onlara, bilmediğim anadilleriyle selam versem mi? Ya da konuşmadan sadece başımı mı sallasam?
•