"Dürüst olayım: Gelecek beni dehşete düşürüyor"

Etgar Keret, Uç Artık adlı yeni kitabını anlatıyor: Bu kitapta teknoloji korkusu, öteki korkusu, gelecek korkusu vurgulanıyor ve bunları aşacağımız umudu öne çıkıyor; bunları aşamasak bile, en korku verici anlarda bile insan ruhumuzu örselemeden, tek parça olarak muhafaza etme umudu...

Etgar Keret artık Türkiyeli okurların yakından tanıdığı bir isim. Çağdaş dünya edebiyatında bilhassa öykü türünde kendi kulvarını açan Keret’in yeni öyküler toplamı Uç Artık, onun yaşadığı “değişim” döneminin kitabı. Yaşamanın ne olduğunu, ölümün ne kadar kolay olduğunu, babalığın nasıl bir sorumluluk çocukluğun nasıl dehşetli bir dünya olduğunu, dünyaya yön veren liderlerin aslında ne kadar sersem olduklarını, teknolojinin değilse de onu kullanma biçimimizin ne kadar hastalıklı olduğunu ve daha birçok şeyi fark edip dile getiren bir adamın değişim döneminden söz ediyorum… Daha önce birkaç kere bir araya gelme şansı bulduğum Keret’le e-posta(lar) aracılığıyla sohbet ettik. Hem kitabını, öykülerini hem de içinde bulunduğu ruh hâline dair “mektuplaştık”.  

Sevgili Etgar, en son Aralık 2013’te, bir günlük bir İstanbul ziyaretinde, Yedi Güzel Yıl için buluşmuş ve konuşmuştuk. Aradan yaklaşık 6 yıl geçmiş… En son üzerine konuştuğumuz kitaptan ilhamla “altı güzel yıl” geçti demeyi çok isterdim ama hiç öyle değil. En azından benim açımdan. Aradan geçen zamanda hayata veda eden yakınlarım oldu örneğin, iş değiştirdim ve hayatımda ciddi ve büyük değişiklikler oldu… Sen nasılsın? Uç Artık’taki öyküleri okuyup kitabı kapattığımda sormak istediğim ilk şey bu olmuştu. Etgar nasılsın? Neler yapıyorsun ve neler yaptın… Daha doğrusu nasıl hissediyorsun kendini?

Sevgili Çağlayan,

Görüştüğümüz son iki seferi de gayet iyi hatırlıyorum. İnsanlar sanatın, iyi sanatın, yaşamın gerçek ruhunu yakaladığını söyler, ama bence durum bunun tam tersi: İyi hayat, sanatı andırıyor; çatışmayla, hüzünle, kayıplarla dopdolu. İnsan, seçeceği yolda neyin önemli ya da neyin eşsiz olduğunu bu sayede kestirebiliyor. İçinde çatışma, hüzün ya da kayıplar olmayan iyi bir film veya iyi bir kitap gördün mü sen?

Son buluştuğumuzdan bu yana iki trafik kazası geçirdim; birinde az kalsın ölüyordum, yaşadığım ülkenin izlemesi gerektiğini düşündüğüm liberal çizgiden giderek uzaklaşmasına şahit oldum ve radikal sağcılardan ölüm tehditleri aldım; eşim, ikinci bir çocuğumuzun olması için çabaladığımız sırada üç düşük yaptı. Yine de iyiydi bu yıllar, hakikatin beni içine sürüklediği bu sürtüşme ve mücadele hâli sayesinde gerçek bir insan gibi hissettim: seçimler yapan, başarısız olan, bir şeylerin hasretini çeken, seven ve yavaş yavaş da olsa kimliği ve varoluşu adına neyin mühim, neyin olmazsa olmaz olduğunu öğrenen bir insan. Bu günlerde eşimle Fransa’da çektiğimiz TV dizisinin son işlerini hâllediyoruz (İsrail’deki kanallar fazlaca tuhaf buldu diziyi). Beraber yazdığımız ve benim yaşamımla kayıplarımı ele alan -ebeveynlerin ölümü meselesine epey yoğunlaşıyor- ve konuşmadığım, anlamadığım bir dilde çektiğimiz bu diziyi yönetmek benim için biraz tuhaf ama aydınlatıcı bir deneyimdi. Bu süreçte çok şey öğrendim ve pek çok duygusal süreç geçirdim; öyle ki dizi, Uç Artık ile birlikte beni daha önce ayak basmadığım yerlere götürdü, öyle diyebilirim.

İkimiz için de temennim, sonraki altı yılın da ancak bu kadar zorlu ve bu kadar ilginç olması.

Trafik kazası mı? Geçmiş olsun... "Ölümden dönmek" ve "ölüm tehditleri almak" ikisi de birbirinden ürkütücü. Bir o kadar ölümün aslında ne kadar kolay olabileceğine dair de önemli işaretler. Bu hayat ve ölüm arasındaki ince çizgi, yaşama bakışını mutlaka etkilemiştir...

Tuhaf belki ama ölümle böyle yüz yüze gelmek, olup bitenlerin üzerindeki etkimin, gücümün sınırlı olduğunu kabul etmemi sağladı. Bu, beni edilgenleştirmiyor asla ama geçmişte başıma gelmiş olsa sükûnetle karşılayamayacağım bazı şeyleri daha sakin karşılamama yol açıyor.

Tekrar geçmiş olsun. Peki “Konuşmadığım / anlamadığım bir dilde çektiğimiz dizi” cümlen için soruyorum. Aslında kitapların da konuşmadığın, anlamadığın dillere çevrildi daha önce ve orada okurlarınla bir araya geldin çok defa. İkisi arasında nasıl bir fark var?

Sinema ya da TV dizisinin güzel yanı şu, insanlar bunları izlerken salonda bulunabiliyor, ne zaman heyecanlandıklarını, ne zaman sıkıldıklarını, ne zaman kahkaha attıklarını görebiliyorsun... Kitaplar söz konusu olduğunda mümkün değil böyle bir şey, okurla ancak sana kendi okuma deneyimlerinden bahsedebilirler, sen onları kitabı okudukları sırada izleyemezsin...

Diğer dillerdeki okurlara gelince: Aslında seviyorum dilin yarattığı mesafeyi, bu durumda okur, kültürel bağlantılardan yola çıkmaktansa kurgunun ve kahramanların soyut doğasıyla bağ kuruyor daha ziyade. Yazdıklarımı bir başka dildeki çevirisinden okuyup da etkilenmiş, duygulanmış olan okurlarımla her karşılaştığımda küçük bir mucize gerçekleşmiş gibi hissediyorum.

Kitaba geçiyorum. Ama yine senden çok uzaklaşabileceğimi sanmıyorum. Bu kez tersten, en sonda kurduğun tek kelimelik uzun cümleden söze gireceğim. “Yapayalnız” diye bitiyor son öykü. Anlatıcı/kahraman “yalnız olduğumu fark ettim” diyerek tamamlıyor monoloğunu. Bütüne baktığımda bu “yalnızlık” hâli ve hissi başka kahramanlarda da karşımıza çıkıyor. O bildik soruyu, “bu kahraman sen misin” sorusunu sormuyorum elbette. Ama öykülerde karşımıza çıkan yalnızlık hissi de göz ardı edilebilecek gibi değil… Ne söylemek istersin.

Tamamen katılıyorum. Yaşam benim için bağlar kurmaktan ve paylaşmaktan ibaret. Bu yolda ilk adım da temelde yalnız olduğumuzu kabul ederek, bağlar kurduğumuz anların kural değil istisna olduğunu teslim ederek atılıyor.

Beraberinde bir “özleme” hâli de gösteriyor kendini… Yalnızlık hissiyle ilintili mi bu hâl yoksa, aşırı yorum mu sadece?

Bana göre sanatın yarattığı alan, özlenen ve korkulan şeyleri barındırıyor. Bir şeyleri olduğu gibi yansıtmaktansa, olmalarını umduğumuz ya da olmalarından korktuğumuz hâllerine odaklanmak daha cazip geliyor bana. İstikrar ya da statüko gibi terimleri neredeyse boşa çıkaran, içinde yaşadığımız bu dengesizlik, bu sürekli ve kesintisiz değişim hâli pek çok korkuya zemin yaratıyor, fakat aynı zamanda insanlığımızı yeni ve farklı bir biçimde vurguluyor. Son on yılda yaşamın nasıl olduğunu anlatan bir TV dizisi olsaydı, fazla ileri gittiğini, abarttığını düşünürdüm, ama neler olacak diye koltuğuma yapışıp merakla izlemeyi sürdürürdüm.

Bu kitabında dikkatimi çeken bir durum var. Sanki öykülerin biraz daha "uzadığını" söylemek mümkün. Elbette daha önceden de benzer uzunlukta metinlerin vardı, ancak bu kez başka bir biçim barındırıyorlar. Kaldı ki Sefi ile Michael arasında gerçekleşen ve kitabın ikinci yarısı itibariyle öykü aralarında karşımıza çıkan e-postalaşmalar kurgusal anlamda da farklı bir bütünlük yaratıyor. Bunlar metinde/kitapta yeni birtakım arayışların ürünü mü, yoksa tamamen kendiliğinden gerçekleşen bir durum mu?

Bunların hiçbirini önceden oturup tasarlamadım. Her öykünün kendine ait bir tınısı olduğu gibi, talep ettiği bir uzunluk var, kendi yaratıyor bunu... Ben de, yaşım ilerledikçe daha uzun öyküler de anlatma ihtiyacı hissediyorum.

Kitabı genel hatlarıyla ikiye ayırmak mümkün, "Kırıntı Pastası" da bu ikili ayrımın tam ortasında duruyor âdeta. Ondan önceki öykülerin ruh hâli, yapısı sonrakilerden farklı. Ama ilk yarı çoklukla “karamsar” gibi dururken, ikinci yarı “karanlık” bir hâl alıyor. İlk yarıda, daha ilk öykü itibariyle “ölüm” olgusu çıkıyor karşımıza. Ya bir intihar, ya bir trafik kazası, ya da geçmişte yaşanmış bir ölümden söz ediyorum. Bu ne kadar karamsar bir hava yaratsa da aynı öykülerde çocuklar ve “çocukluk hâli” üzerinden de bir umut, umut etme hâli -yaşama dair daima taze tutulan bir direnç belki- çıkıyor karşımıza.

Bu kitabın karanlık ve hüzünlü olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda insanların özgürlüklerine ve iyiliklerine inançla, umutla da dolu. Yirmi birinci yüzyılın yirmi yıllık bu döneminde, 11 Eylül’den bugüne ağır bastığını düşündüğüm bir duygu varsa o da korku. Bu kitapta teknoloji korkusu, öteki korkusu ve genel olarak gelecek korkusu vurgulanıyor ve bunları aşacağımız umudu öne çıkıyor; bunları aşamasak bile, en korku verici anlarda bile insan ruhumuzu örselemeden, tek parça olarak muhafaza etme umudu.

Kitaptaki öykülerde baba, oğul, baba-oğul ilişkisi, babalığın sefaletli hâli, baba olma isteği, babaları tarafından terk edilmiş çocuklar… gibi durumlar ve tipler çok belirgin. Bunlar artık bir “imge” hâline dönüşmüş neredeyse...

Öykülerimde baba teması, metaforik bir işlev taşıyor: Babalık demek sorumluluk demek ve sorumluluk, içinde yaşadığımız dünyayı biraz olsun anlamamızı ve onu yönetmemizi şart koşuyor. Geçmişte dünya liderleri, iyisiyle kötüsüyle, sorumluluk sahibi yetişkinler gibi davranırlardı. Bugün Trump, Netanyahu ya da Brexit’i yönlendiren figürler, egosantrik ve kaprisli çocuklardan farksızlar. Öyle ki dünya, sorumluluk sahibi yetişkinlerin var olduğunu unutmuş gibi artık – bu durumda da bizler, giderek Sineklerin Tanrısı’ndaki çocuk dünyasına öykünen bir yerde yaşar hâle geliyoruz. 

Daha önceki konuşmamızda "baba"ydın. Ve dünya aslında en az bugünkü kadar karışıktı... Fakat bu kez dünyayı daha kötü hâle getiren olaylardan, siyasetçilerden art arda bahsediyorsun. Hâliyle tüm bu endişeler "babalık sorumluluğu" ile ilgili mi? Yoksa aradan geçen zamanda kaygıların daha mı derinleşti?

Dürüst olayım: Gelecek beni dehşete düşürüyor. Pek çok şeyin değiştiğini ve bu değişimlerin hızının giderek arttığını hissediyorum, her şeyin daha beter olacağını değil de (ki bazen öyle olacakmış gibi geliyor) etrafımdaki dünyayla giderek daha az bağ kurabileceğimi düşünmek korkutuyor beni. Bazen telefonunda bir uygulama açmış olan torununu izleyen ve ne olup bittiğini anlayamayan yaşlı bir adam gibi hissediyorum: Bu duygular, genelde televizyonda günümüz siyasetini, reality şovları ya da sosyal medya kanallarını takip etmeye çalışıp da nefesim kesildiği sırada su yüzüne çıkıyor ve bana “Yaşlandım artık ben!” dedirtiyor.

Doğrudan bir öykü üzerinden geleceğim bu sefer. "Todd" adlı öykünde, yazarlardan siparişle yazı isteyen dergi/gazete veya senaryo isteyen yapım şirketlerine inceden inceye göndermelerde bulunuyorsun âdeta?

Hayır, hiç değil aslında. Yazarın, öykülerinin önemli olduğuna ve dünyayı sağaltacağına dair kapıldığı o yalan yanlış hisle alakalı bu öykü aslında. Öykülerin kansere deva olmadıklarını ya da yoksulluğu ortadan kaldıramadıklarını biliyorum ama yine de her sabah kalkıp öykü yazmaya çalışmaktan vazgeçmiyorum. Eğer burada bir şeyleri tiye aldıysam, kendimi tiye almışımdır.

"Pencereler", "Sevapp", "Kutup Sürüngeni" gibi hikâyelerden hareketle, insanların bütün gün “ekranlara” bakıyor olmasından sanki büyük bir rahatsızlığın var gibi. Dahası bu (dolaylı yoldan çocuğunu da kapsayan) bir gelecek endişesi, karanlık bir gelecek tahayyülü gibi görünüyor. Endişeli misin bu durumdan gerçekten?

Teknolojiden dolayı endişeli değilim. Bilakis, teknoloji ve onu yaratan kolektif hayal gücü ve direnç, beni heyecanlandırıyor. Öte yandan bizim teknolojiyi kullanma biçimimiz beni dehşete düşürüyor. Teknoloji, çoğu zaman, daima mevcut olan zaaflarımızın, hatalarımızın altını çiziyor, onları iyice vurguluyor. Korkulması gereken teknoloji değil bu yüzden; esasında onu böyle mutlu mesut sömüren, öz-yıkıma meyilli kendi doğamız bizi dehşete düşürmeli. 

"Araba Konsantresi"nde çocuk zekâsına hayranlığını dile getiriyor anlatıcı/ kahraman fakat sonraki öykülerde o zekâsına hayran olunan çocukların aslında ne kadar "çekilmez" olabildiklerini de tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Bunun çocukları idealleştirmemek olduğu muhakkak. Ancak merak ediyorum, çocuklara gerçekten hayran mısın yoksa onlara karşı "gardını almak" gerektiğine mi inanıyorsun?

Çocukların insanlık özütünün kapsül versiyonları olduğunu düşünüyorum. İnsan türüne dair güzel ya da potansiyel olarak çirkin olan ne varsa hepsine sahip çocuklar. Uyum sağlama konusunda daha deneyimsiz olduklarından gerçek duygularını, gerçek arzularını daha doğrudan hissettiriyorlar. Genel olarak insan türüne hayranım sanırım. Bu yüzden de çocukları bu kadar çok seviyorum.  

Kimi öykülerdeki “ot içme” durumu dolayısıyla soruyorum. Hakikaten, iyi bir “dalga” denk getirmiş birisi, bunu bir başkasıyla paylaşırken neden onun “iyi bir dalga” olduğunu söyleme ihtiyacı hisseder? Tuhaf biçimde uluslararası ortak bir hâl değil mi sence de?

Otun çoğu ülkede saçma sapan gerekçeler ile kanun dışı kılındığını düşünüyorum; öyle ki alkol almayıp, antidepresan kullanmayıp kafasını otla iyi etmekten hoşlanan bir insanın kendini bir asi olarak bulduğu bir gerçeklikte yaşar olmuşuz. Belki tembel, belki bencil bir insan bu kişi, ama bir asi yine de. Ot içmenin toplumsal itaat mefhumuna karşı çıkma hususunda böyle öne çıkan bir sembol hâline gelmesi aslında sanıldığı kadar itaatkâr olmadığımızı ve silah almanın, zararlı ilaçlar temin etmenin, sağlıksız şeyler tüketmenin yasak olmadığı bir dünyada pizza yemek kadar zararlı olmayan bir şey yapmanın yasaklanmasının saçma olduğunu içten içe bildiğimizi gösteriyor. 

Aslında bu bir soru değil. Bir anı paylaşımı olacak… Türkiye’de mezarlıklar (öyle Amerikan filmlerindeki gibi) ölenin defnedileceği hazır tek bir çukurdan ibaret değil. Başka çukurlar da önceden hazır ediliyor. Ve ölenin yakınları küreği elden ele dolaştırıp en az bir kere toprak atarlar. Babamın cenazesinde ben ve abim ellerde kürek, çukura toprak atmaya çabalarken, babamın pek de sevmediğimiz bir arkadaşı, tuhaf biçimde zaten bozuk olan sinirlerimizi daha da geriyordu. O an tek şey dilemiştim. “Şu herif boş çukurlardan birine düşse ya şurada.” Saniyeler sonra bir karışıklık yaşandı arka tarafta. Gerçekten adam boş çukurlardan birine düşmüş ve çukurun dibinde debelenirken üzerine kenara yığılmış topraklar dökülüyordu… Abimle göz göze geldik ve bir taraftan ağlarken diğer taraftan gülüyorduk… O ânı, kısa bir Etgar Keret öyküsü gibi hatırlıyorum, o günden beri. İşin güzel tarafı bu kitaptaki karakterlerin kimi hâlleri tam o gün abimle birbirimize baktığımız andaki hâlimiz gibi. Gözlerinde yaş var ama gülümsemeye devam ediyorlar…

Güzel ve dokunaklı bir öykü bu. Tanrı nasıl oluyor da yapıp duruyor bunu anlamıyorum. İstanbul’a geldiğim zaman görüşmek umuduyla.

Etgar.