Felaket kapıdayken anlatılmış masaldır

Ânı genişletip derinlikli bir romana dönüştüren, acı bir ironinin gölgesini tüm bir metne yayan, dili tüm olanaklarıyla kullanıp buna rağmen dil tasarrufu sağlayan bir Yavuz Ekinci ile karşılaşıyoruz...

28 Nisan 2016 13:30

Öykü verimlerinden sonra romanlarını okuduğumuz yazarların en dikkat çeken özelliklerinin başında dil hasssiyetleri geliyor. Çünkü öykü; başlı başına dili tasarruflu kullanmayı, az kelimeyle çok şey anlatmayı, üsluptaki derinliği dildeki disiplinle yaratmayı öğretiyor yazarına. Tam da bu nedenle tuğla gibi kitaplarını okuduğumuz pek çok iyi romancıdan, “Ama öykü başka,” lafı duyulmuştur.

Bu söylediğimin de küçümseme olarak algılanmasını istemem, tam anlamıyla gerçek bir tespit olduğu için buraya alındı.

Doğru söylüyorlar; öykü başka...

Devam edersek; öykünün yazarlara kazandırdığı bir başka edimin, dar zamanların içine büyük dünyalar sığdırabilme yetisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda varılması zorlu duraklardan da biri çünkü bunu yapabilmek demek; hem öykü dilinin yetkinleşmesi, hem öykü dünyasının olgunlaşması hem de yaratılan evreni, yazarının iyi tanıyıp kaleme getirmek istediklerini, istediği biçim ve biçemde dile getirebiliyor olması demek.

Yani tam anlamıyla zor!

Fakat Türkçenin öykü damarı epey zengin. Dün olduğu gibi bugün de iyi öykücülere sahibiz. Bu ulaşılması güç noktalarda gezinen yazarları, kendi dilinden okuma imkânına şükür ki erişebiliyoruz. Okuttukları nitelikli, derinlikli öykülerden sonra roman yazarak kalem hayatını sürdürenler de oluyor elbet, olacaktır. Ancak bunu sürdürürken yanlarında büyük bir zenginlik taşıdıklarını eminim unutmuyorlar. Bu yazarlar, roman yolculuklarında, öykü birikimlerini, sıkı bir dost gibi sahipleniyorlar. Yani öyküden romana geçen yazarlar, bir anlamda öykü kazançlarını romana sermaye ediyorlar.

Bu ise roman adına da, öykü adına da mutlulukla karşılamamız gereken bir durum.

Yavuz Ekinci de bu isimlerden biri.

İlkin öyküleriyle tanıdığımız Yavuz Ekinci, Tene Yazılan Ayetler’le birlikte rotasını romana kırdı. Ardından; Cennetin Kayıp Toprakları ve Rüyası Bölünenler geldi. Ekinci’nin yedinci kitabı, dördüncü romanı Günün Birinde ise geçen günlerde yayımlandı.

Öyküye dair sitayiş dolu girişe rağmen bu yazının konusu Yavuz Ekinci’nin yeni romanı.

Günün Birinde, Yavuz Ekinci, Doğan Kitap

Bir roman üzerine yazılan bu yazıyı, uzunca sayılabilecek öykü girişiyle açmamın nedenlerini merak edip garipseyenler olacaktır. Ancak, Günün Birinde’yi okuyanlar neden böyle bir giriş yaptığımı anlamakla birlikte, öykü yazabilmenin, öykünün olanaklarından faydalanabilmenin bir yazarın kaleme getirdiklerini, nasıl farklı bir sınıfa çıkardığını da anlayacaklar.

Günün Birinde’de ânı genişletip derinlikli bir romana dönüştüren, sezdirme gücüyle satıhta bulunandan çok daha fazla şey anlatan, biçimde farklılıklar arayan, acı bir ironinin gölgesini tüm bir metne yayan ve dili tüm olanaklarıyla kullanıp buna rağmen tasarrufu sağlayan bir Yavuz Ekinci ile karşılaşıyoruz.

Bu bağlamda Yavuz Ekinci’nin, Günün Birinde’yi, öykü birikiminin nitelikli bir yansıması olarak kaleme getirdiğini ve sonuçta da ortaya, biçimsel derinliğini öykünün o kendine has damarlarında bulan, anlamsal zenginliğini ise kadim dertler ile türler üzerine kuran bir roman çıkardığını söylemek gerek.

“Derdi olan hikâyeler anlatmak istiyorum"

Yayımlanan son roman Günün Birinde’den başlayarak Yavuz Ekinci’nin tüm kitap kapakları yenilendi ve bugüne kadar dikkatleri çekse de çok dillendirilmemiş bir noktaya temas edilmiş bu kapaklarda: Ekinci’nin “Felaket Çağı’na dair hikâyeler” yazdığına...

Gerçekten de baktığımızda Yavuz Ekinci’nin –öykü ya da roman- yazdıklarının hepsi, bu toprakların acılar coğrafyasının tam içinden sesleniyor bize. Felaketi, felaketleri yaşayanların dertlerini fısıldıyor kulaklara. Bağıran, yüze vurmaya çalışan bir üslubu yok Ekinci’nin. “Derdi olan hikâyeler anlatmak istiyorum,” diyor ve “hikâye anlatarak dünyaya bakıyorum,” derken de tam olarak dünyaya dair dertlerini nasıl hikâyeleştirdiğini dile getirmeye çalışıyor.

Son roman Günün Birinde de aynı şekilde bir “felaket çağı” hikâyesi ve Yavuz Ekinci, büyük dertlerin en çok etkiledikleri üzerinden; küçük insanın en az kendisi kadar küçük görünse de çok şey anlatan penceresinden dertlerini yazıya döküyor.

Roman kendini açmaya ise Amar Dağı’ndan bir adamın koşarak köye gelmesiyle başlıyor. Bu adamın kim olduğu, köye neden koşarak geldiğinin cevabını hemen öğrenemiyoruz. Çünkü bu koşarak köye gelen adam, her ne kadar yakın bir zamandan, hemen şimdi gerçekleşmiş bir olaydan haber verecekmiş gibiyse de bize, aslında kökleri çok derinlerde bulunan dertlerden bahsedecek olan yaratıcısı Yavuz Ekinci’nin hikâyesinin girişini meydana getirmekle birlikte, yine Ekinci’nin kadim zamanlara atacağı çapanın da önemli bir parçasını oluşturuyor. Böylelikle Ekinci, Kuran’ın Kasas Suresi’ne atıfla açtığı romanın bu ilk perdesinden, bir başka katman ekleyerek masal coğrafyasına uzanıyor.

“Masal... Masalım ne zaman başladı? Tanrı’nın ol dediği birinci gün mü? Yoksa Havva’nın yasak elmayı yiyip Âdem’le cennetten kovuldukları gün mü? Ya da uzak diyarlardan gelen askerlerin dağlılar tarafından pusuya düşürülüp birer koyun gibi boğazlandığı gün mü? Ya da tüm zamanların yenilmez komutanı Büyük İskender’in Amar Dağı’nın eteğine kadar gelip bu dağları aşamayacağını anlayınca geri çekildiği gün mü?

Amar Dağı’nı aşıp Cevizler Vadisi’ni almayı kimler hayal etmedi ki? Komutanlar, peygamberler, hükümdarlar, krallar, şahlar...”

Ekinci’nin masal coğrafyasındaki durağı Cevizler Vadisi. Romanda ağacından kuşuna, yılanından böceğine tüm doğasıyla canlanan Cevizler Vadisi...

Amar, Sara ve atları Ba’nın hikâyesi üzerinden Günün Birinde’ye bir başka anlamsal düzlem açılıyor. Bu düzlem ise koşarak köye gelen adamın ilerleyen sayfalarda vereceği haberin köklerinin, aslında ne kadar gerilere dayandığını işaret etmekle birlikte, Yavuz Ekinci’nin anlatım dilini de meydana getiriyor.

Ekinci, masalsılıktan öte tam anlamıyla bir masal anlatmak istiyor Günün Birinde’de. Bunu ister Cevizler Vadisi’nin masalı olarak okuyun, ister felaket çağının masalı... Bu iki katmanı ne dil ne de bütünlük açısından birbirinden ayırabilmek mümkün. Farklı katmanların biçimsel düzeyde birbirini desteklediği, anlamsal düzeyde ise birbirlerinin eksik parçaları olduğu bir roman evreni yaratmış Günün Birinde’de Yavuz Ekinci. Bu bağlamda dil de bu iki katmanın birleştiricisi rolünü üstleniyor ve aradan asırlar geçse de aşılamayan dertler, masal dilinin o herkese aşina gelen fakat kurulması da bir o kadar meşakkatli yapısında harman oluyor.

Ekinci’nin yazarlığında bir dönüm noktası

Günün Birinde, yapısal olarak çok kısa bir zaman aralığına odaklanıyor ancak metnin “işaret ettiği” dertler, satıraltlarında gezen sıkıntılar binlerce yıllık sorunların birikmesinden kaynaklı. Kısa sayılabilecek bir zaman diliminin farklı gözlerden nasıl “okunduğuna” dair derinlikli bir yansıma tüm bir roman.

Buradaki kilit kelime ise “işaret etme.”

Yavuz Ekinci’nin metin boyunca kahramanları ve okur üzerinde önemli bir gerilim unsuru olarak yerleştirdiği “yıkıcı güç,” o işaretin hedefinde. Amar Dağı’ndan köye koşarak inen adamın “Geliyorlar” diyerek haberini verdiği ve Cevizler Vadisi’ndeki huzurun yerini tedirginliğin almasına neden olan, ardından tedirginliğin yerini yavaş yavaş, genlerle taşınmış bir korkuya bırakmasının sebebi bu gücün öznesinde can buluyor metnin tüm işaret etmek istediği dertler.

Ve bu geliş, çok yakın zamanları imliyormuş gibi görünse de aslında çağlar öncesinden seslenir bir hali var. Gelen yıkıcı bir ordu; o belli. Girdiği köylerde taş üstünde taş bırakmayan bir ordu hem de. “Yakın civarda yakılmadık dağ, ateşe verilmedik köy kalmamış. Gelenler önce evleri ateşe veriyor, sonra da çoluk çocuk, yaşlı genç demeden herkesi öldürüyormuş.” Bu barbar orduyla sezdirilmek, gösterilmek istenen adres de hemen hemen belli ancak Günün Birinde’nin gücü de tam olarak bu meseleyle ilgili çünkü romanda bahsedilen bu yıkıcı güç, hiçbir şekilde kendini açığa çıkarmıyor. Ne şekli ne de sureti belli oluyor. Tam da yazının girişinde bahsettiğim öyküden kalan temele dayanarak, müthiş bir sezdirme gücüyle veriyor bunu Ekinci.

Bu “güç” her ne kadar kendini belli etmese de romanın önemli bir unsuru gibi öne çıkıp anlatılan hikâyeyi derinleştiriyor. Yazınsallığın gücü de tam olarak böyle bir durumla ilintili işte. Yavuz Ekinci basit bir alegoriye sığınmaktansa bu yıkıcı gücü, gerek aksettirdiği gerilim gerekse de kurguya getirdiği hareketle gerçek bir roman kişisine dönüştürüyor âdeta. Oysa roman boyunca bu yıkıcı ordudan gelen haberlerden başka hiçbir maddi belirti yoktur ortada.

“Görünmez bir el her şeyi çepeçevre sarmıştı” diye tarif ediyor Ekinci de bu durumu.

Romanda sürekli “geliyorlar” uyarısıyla kulak kesildiğimiz, “bir önceki köyü yakmışlar” dendiğinde korktuğumuz, biri telaş içinde koşarak köye geldiğinde sanki onun hemen arkasından bu yıkıcı ordunun da geleceğini sandığımız bir canlı varlık çizmiş Yavuz Ekinci ve bu canlı varlık, romanın omurgasının oturduğu basit bir kurgu öğesi olmanın çok ötesinde bir işlev görür olmuş.

Bu “güç” romanın hem önemli bir kahramanı hem de onun asırlar öncesiyle bağlantısı.

Bu “güç” hem asırlık dertlerin taşıyıcısı hem de günün çilesi.

Ve yine bu “güç” dehşetli bir gerçekliğin hamisi olmakla birlikte yine bu dehşetli gerçeğin en büyük yalancısı.

Tüm üzerinde topladıklarıyla acı bir ironinin de taşıyıcısı aynı zamanda.

Bir de işin diğer cephesi var. Yani bu gelen kuvvetten etkilenenler; Cevizler Vadisi’nde yaşayanlar. Onlar da kendi trajedileriyle yansıyorlar romana. Büyük kıyametin içindeki, küçük kıyametler gibiler.

Ölüm döşeğinde ölümden sakınmaya çalışan, toprağa verdiği aşkının toprağına yüz sürmeden duramayan, yaklaşan felaketten kaçış yolları arayan, çocuk gözleriyle etrafındaki telaşa şaşan, kadınlığıyla merhameti hatırlatan insanlar...

Hepsi Cevizler Vadisi masalının bir parçası. Amar ve Sara kadim zamanlarda ne kadar parçasıysa bu vadinin ve vadi onları nasıl sakladıysa peşlerine düşenlerden; onlar da vadinin esirgemesine sığınmışlar.

Sonuçta ne olur, masallar hep güzel mi biter, Cevizler Vadisi başka dertlere de kucak açar mı “günün birinde” görülür elbet. Şu an için söylenebilecek; Yavuz Ekinci’nin anlattığı bu masalla felaket çağında da olsa sığınılabilecek bir edebiyat çadırı açtığı.

Günün Birinde, Yavuz Ekinci’nin yazarlığında –hiç şüphe yok- önemli bir dönüm noktası.

Takıldığım nokta ise Yavuz Ekinci’nin, Sibel Oral’la Cumhuriyet Kitap Eki için gerçekleştirdiği söyleşide Günün Birinde için; “Bu yaşta yazabileceğim en iyi romanım. Benden bu kadar diyebilirim,” ifadesi oldu.

Oysaki, ileride Yavuz Ekinci’den çok daha derinlikli metinler okunacağının habercisi oldu pek çok kimse için Günün Birinde.

 

Fotoğraf: Muhsin Akgün