Yazarlar hiçbir zaman bütünüyle başkalarıyla birlikte değildir çünkü asıl hayatları yazı masasının başında yalnız kaldıklarında kafalarının içinde başlayan hayattır. Dolayısıyla onlardan sevgili, eş, kardeş, oğul, baba, arkadaş olmaz...
02 Temmuz 2015 16:00
Proust Kayıp Zamanın İzinde’nin bir noktasında “Arkadaşlık ikinci sınıf insanlar içindir; birinci sınıf olanlar böyle ilişkilerle zaman kaybetmek yerine bir odaya kapanıp yazar” türünden bir söz eder. Ben de bu konuda “ikinci sınıf” olmalıyım ki arkadaşlığa hep çok zaman harcadım; insanlarla kolaylıkla kaynaşan birisi olmamama rağmen hayatımın her döneminde girdiğim her çevrede yakın arkadaşlarım oldu ve bu yakınlıklar kalıcı da çıktı. Belki çok insan tanımadım, ama tanıdıklarımla birbirimize bağlı kaldık: Arkadaşlarımdan birisiyle ilişkimiz elli, başka birisiyle de kırk beş yıldır sürüyor, bu gidişle ölene kadar da sürecek.
Ama arkadaşlarıma değilse de kendime kuşkuyla bakan, bütün bunların bir yanılsama olduğunu, hiçbir yazardan arkadaş olmayacağını düşünen bir yanım da yok değil. Arkadaşlık hayatın önemli dönemeçlerinden birlikte geçerken paylaşılan deneyimlerden doğar. Oysa yazarlar paylaşılan bir dünyada değil kendi yarattıkları bir dünyada olmayı ister. İki kişinin bir arada yaşadıklarını içlerinden biri sonradan kendine göre yeniden düşleyip yazacaksa bu durum onun yaşananları yetersiz bulduğunu, yaşayanların “ikinci”, yazanların da “birinci” sınıf olduğuna inanmasa bile, yaşananlarla yazılanların böyle nitelendirilebileceğini düşündüğünü gösterir.
Bundan Proust’un haklı olduğu sonucunu çıkartamayız. Tam tersine, birinci sınıf insanların arkadaşlık kurabildiği, yazarların ise (Proust kadar büyük olduklarında bile) hayalden başka bir şey kuramayan zavallılar olduğu söylenebilir. Gene de her yazar hayallerini dünyanın gerçekliğine tercih eder. Yazarlar hiçbir zaman bütünüyle başkalarıyla birlikte değildir çünkü asıl hayatları yazı masasının başında yalnız kaldıklarında kafalarının içinde başlayan hayattır. Dolayısıyla onlardan sevgili, eş, kardeş, oğul, baba olmaz (bu alanlarda tökezleyenlerin sırf yazarlar olmadığının farkındayım, ama Dickens ve Tolstoy gibi bir iki örneğe göz atmak bile yazarların “muhteşem” bir şekilde tökezlediğini kanıtlamak için yeterli). Aynı nedenle yazarlardan arkadaş da olmaz: Başkalarının bir şeyleri paylaştıkları arkadaşları bulunabilir; yazarların yalnız, benliklerinin en gizli köşelerine kadar her şeyi gösterseler de hiçbir şeyi paylaşmadıkları okurları vardır.
En olmayacak şey de bir yazarın başka bir yazarla arkadaş olmasıymış gibime geliyor. İlk bakışta edebiyat tarihinin bu görüşümü çürüten ilişkilerle dolu olduğu düşünülebilir, ama bunların çoğu asimetriktir, yani kendi dünyasını kurmuş bir yazarın bu dünyaya alternatif oluşturup onu tehdit edebilecek kadar güçlü ve çarpıcı bir dünya ortaya çıkartamamış başka bir yazarla arkadaş olmasını içerir. (Conrad’ın dünyasıyla “dostları” H. G. Wells ve Galsworthy’nin dünyalarının aynı düzeyde olduğu söylenebilir mi?) Birbirlerinin az çok dengi olan iki kalburüstü yazarın arkadaş oldukları pek görülmemiştir. Scott Fitzgerald’la Hemingway’i ele alalım. Eleştirmen Edmund Wilson için üniversite yıllarından tanıdığı Fitzgerald’ın nasıl bir yerinin olduğu açık. Duygusallığa eğilimli olduğu pek de ileri sürülemeyecek Wilson’ın daha 45 yaşına bile gelmeden ölen eski sınıf arkadaşının yapıtlarından birini baskıya hazırlarken yazdığı “Scott, son kırıntılarını düzene sokuyorum senin bu akşam” diye başlayan şiir edebiyata tapan iki genç adamın Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Princeton’da yaşadıkları, kaybolmuş hayata yakılmış bir ağıt. Hemingway’in Fitzgerald’a ya da Fitzgerald’ın Hemingway’e böyle güçlü bir duyguyla bağlı olduğunu gösteren herhangi bir şey bulmak ise kolay değil. Bin Dokuz Yüz Yirmili yıllarda Paris’te yaşayan iki Orta Batılı olarak bir süre görüşmüş olabilirler, ama gerçekten arkadaş oldukları söylenemez. Aynı durum bence T. S. Eliot’la Ezra Pound için de geçerli.
Yazarların, arkadaşlıkta çok başarılı olmamalarına karşılık, dargınlık söz konusu olduğunda öne çıktıkları da bir gerçek. Wordsworth’le Coleridge’in bozuşmalarından Julian Barnes’la Martin Amis’in aralarının açılmasına kadar, herhangi bir Dargınlıklar Antolojisi’nde başköşeye girebilecek bir dizi edebî dargınlık sıralamak mümkün. Bana kalırsa bu dargınlıkların açıklaması da ortada. Yüzeydeki nedenler ne olursa olsun, gerçek neden ikisi de kendi dünyasını oluşturmuş iki insanın yollarının er geç ayrılması. (Bu arada, Paul Theroux’nun, V. S. Naipaul’la arkadaşlığının çökmesinin çevresinde bütün hayatının hikâyesini anlatmayı becerdiği Sir Vidia’nın Gölgesi: Beş Kıtaya Yayılmış Bir Dostluk (Sir Vidia’s Shadow: A Friendship Across Five Continents) adlı eşsiz anı kitabını yazarlar arasındaki ilişkiler konusunda kaleme alınmış en güzel yapıtlardan biri olarak herkese tavsiye ederim.)