Yazara değer verilmeyen bir ortamda yetenek olsa neye yarar? Yazara verilen desteğin edebiyata destek olduğunu söylemek, yanlış bir ifade olmayacaktır
05 Temmuz 2018 14:08
Bir kitaplığın karşısına geçip kitapların sırtlarını incelemeye başladığınızda, gözünüzün takılabileceği birtakım fiziksel unsurlar bulunuyor: yazarın ve kitabın ismi, rengi, yazının tipografisi, yayınevinin logosu… Ben genellikle yazarın ismine takılıyorum. Bir yazarın edebiyat raflarında kalıcı olmadan önce hangi yollardan geçtiği, ilk kitabını yayımlatmadan önce kaç kere reddedildiği, yazma uğraşında motivasyonunu nasıl sağladığı gibi unsurları düşünürken, bulunduğum ortamdan soyutlanıyorum. Yazarlık yolunda verdiği geçinme uğraşını düşünürken de bulunduğum gerçekliğe geri dönüyorum. Peki, yazarlar nasıl geçiniyor?
Anahtar tabir “çifte yaşam” sürmek diyebiliriz. Zira adını sıkça andığımız isimlere baktığımızda, birçok yazarın, yazma uğraşını sürdürebilmek uğruna çeşitli işlerde çalışarak çifte yaşam sürdürdüklerini görüyoruz. Bir başka deyişle, yazar kimse, yazma idealleri uğruna uykusundan, sosyal yaşantısından ve bilumum temel ihtiyaçlarından feragat edebiliyor. Bu yazının fikir babası olan Paul Auster da yazarların çoğunun çifte yaşam sürdüğünü, başka mesleklerden kazanıp yaşantılarının önemli bir kısmını yazıya ayırdıklarını ifade ediyor: “Ya sabahın kör karanlığında ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatillerde yazarlar.” [1] Auster; örnek verdiği isimlerden Wallace Stevens’ın bir sigorta şirketinde çalıştığından, William Bronk’un 40 yılı aşkın bir süre ailesinin New York’un kuzeyindeki kömür ve kereste tesislerini yönettiğinden, Don DeLillo, Peter Carey, Salman Rushdie ve Elmore Leonard gibi isimlerin de yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştığından dem vuruyor.
Yazarlığının ilk yıllarında çeviri yaparak güç bela geçinen Auster’ın kendisi de yazma uğraşı verirken bir yandan geçim derdiyle nasıl uğraştığını Kırmızı Defter isimli otobiyografik eserinde açıkça ifade ediyor: “Paris’ten ayrılıp kent dışına yerleşmeden önce, o yılı geçirmemize yardım edecek birkaç iş ayarlamıştık. Ancak, yayıncıların genellikle borçlarını ödemekte pek aceleci davranmadıklarını hesaba katmamıştık. Ayrıca, bir ülkeden bir başka ülkeye gönderilen çekleri tahsil etmenin haftalar sürebileceğini, tahsil edilebildiklerinde de banka ve döviz kuru masraflarının, çekin üzerindeki rakamı azalttığını da aklımıza getirmemiştik. [İlk eşi] L. de ben de bu konuda hata payı ya da yanlış hesaplama payı bırakmadığımızdan kendimizi sık sık umarsız durumlarda buluyorduk. Şiddetli nikotin krizleri geçirdiğimi anımsıyorum, bedenim tütünsüzlükten taş kesilmiş durumda, bozuk para bulabilmek umuduyla kanepenin yastıklarını altüst ediyor, dolapların arkasında sürünüyordum. On sekiz santime (üç buçuk sent kadar bir para), dörtlü paketler halinde satılan Parisiennes marka sigaralardan alınabiliyordu. Köpekleri beslerken onların benden daha iyi şeyler yediğini düşündüğümü anımsıyorum. Bir kutu köpek maması açıp akşam yemeğinde yesek mi diye L. ile ciddi ciddi konuştuğumuzu da anımsıyorum.” [2] Çifte yaşam süren yazarlardan Toni Morrison ise şu ifadeleri kullanıyor: “Ben düzenli olarak yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman başaramadım, çünkü her zaman dokuz-beş mesaili bir işim oldu. Ya o saatler arasında aceleyle yazmam gerekiyordu ya da hafta sonları ve şafaktan öncesini bolca kullanmam.” [3] Morrison, geçim derdinden ancak ve ancak 1988’de Pulitzer ve 1993 yılında Nobel ödüllerini kazanınca sıyrılabiliyor.
Amerikan edebiyatından devam ettiğimizde, karşımıza muzip bir yazar çıkıyor: Kurt Vonnegut. Yazar olarak isminin duyulması 40’lı yaşlarını bulan Vonnegut’un, General Electric’teki işinden ayrılarak mesaisinin tamamını yazmaya ayırması için uzun yıllar geçmesi gerekiyor; kitaplarından gelir elde etmeden önce çeşitli girişimcilik denemelerinde bulunuyor, otomobil bayii olarak çalışıyor; ne ki, bunlar da yeterli olmuyor. Ailesine bakmakla yükümlü olan Vonnegut, reklam ajansında çalışmaya başlıyor. Bu süreçte kısa öykülerine ödenen telifler, ona ek gelir sağlamaktan öteye gidemiyor. Üne kavuşmadan önce gündüzleri gazetede çalışıp geceleri kurmaca hikâyeleri için daktilonun başına geçip uykusuz kalan Gabriel García Márquez ise çifte yaşam sürdüğü o yılları şu şekilde anıyor: “Öğrencilik yıllarında yazar olabilmek ve kendi yolunda yürüyebilmek için çevirdiğim dolapları, yaptığım hileyi hurdayı, attığım yalanları, kurduğum tuzakları hayal bile edemezsiniz, çünkü beni zorla bir başka yola sokmak istiyorlardı. Kendi kendime şöyle dedim: Benim işim bu, yapmam gereken bu, hiçbir şey ya da hiç kimse beni farklı bir şey yapmaya zorlayamaz." [4] Bu sözler, ister istemez bize Sait Faik’i hatırlatıyor. Her ne kadar “cebi delik” bir yazar olmasa da, yazmasaydı çıldıracağını ifade eden Sait Faik’in yazma motivasyonunun, yazıyla uğraşanların yoluna ışık tuttuğunu söyleyebiliriz: “Daha birkaç sene dişimi sıkacağım. Kim ne derse desin!.. Yalnız yazımla geçinmek kararını kafamdan kimse sökemez.’’ [5] Sait Faik’in derdi parasızlık değil, bir yazar olarak değer görememekti aslında. Ara Güler’den dinliyoruz:
– Adın?
– Sait.
– Ne?
– Sait… Faik. Sait Faik.
– Soyadın?
– Abasıyanık.
– İşin, mesleğin?
Bir şey bulamadı söyleyecek. Fransa’ya gitmek için pasaport alacaktı.
– Yazarım.
Öteki baktı, düşündü.
– Yazar olduğuna dair bir yazı getir.
İşte Sait Faik o yazıyı bir türlü bulamadı. Kimse bir iş yaptığına, bırak yazarlığı, bir iş yaptığına dair bir belge vermedi eline. Bir derneğe üye olduğuna dair ödediği aidat makbuzlarını buldu evde, aldı onları götürdü, olmadı. Meslek hanesine, “Yok” yazıldı. [6]
Devlet memurluğu yaparken sabahın erken saatlerinde kalkıp yazma rutini tutturan Hasan Ali Toptaş da çifte yaşam süren bir diğer isim. Yazma idealleri için uykusundan feragat eden Toptaş, bu motivasyonunu Adam Öykü’nün Kasım-Aralık 2001 sayısı için Şükrü Erbaş’a verdiği söyleşide açıklıyor. İnsanın yazma arzusunu, yazma tutkusunu ya da yazma hastalığını hiçbir şeyin yok edemediğini ifade ediyor Toptaş ve ekliyor: “Belki okurla buluşman geciktiriliyor ama engellenemiyor.” [7] Anlaşılan o ki, yazmak isteyen her türlü yazıyor.
Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve erken yaşta iki çocuk sahibi olan Raymond Carver’dan da bahsetmemek olmaz. Yazarlık uğraşından vazgeçmeden ailesini geçindirmek için hademelik, servis elemanlığı ve benzincilik gibi işler yapan Carver, The Paris Review’dan Mona Simpson ve Lewis Buzbee’ye verdiği söyleşide o günleri şöyle anlatıyor: “İlk çocuğumuz doğduğunda on yedi, ikinci çocuğumuz doğduğunda ise on sekiz yaşındaydı karım. Ne diyebilirim ki? Gençliğimizi pek yaşayamadık. Kendimizi nasıl oynayacağımızı bilmediğimiz roller içinde bulduk. Fakat elimizden gelenin en iyisini yaptık. En azından ben öyle düşünmek istiyorum (…) Geceleri çalışıp gündüzleri okula gittim. Her daim çalışıyorduk. Karım hem çalışıyor hem de çocukları büyütmek için uğraşıyor hem de evi idare ediyordu. İşi telefon kurumundaydı. Çocukları gündüzleri bir bakıcıya emanet ediyorduk. (…) Mercy Hastanesi’nde gece odacısı olarak çalışmaya başladım. Üç yıl boyunca çalıştım. Gayet güzel bir işti. Her gece sadece iki-üç saat çalışmam gerekiyordu, ondan sonra eve gidebiliyor ya da canım ne isterse yapabiliyordum. İlk bir-iki yıl her gece eve dönüp makûl bir saatte yatakta oluyor ve sabah erkenden kalkıp yazabiliyordum.” [8]
Edebiyat tarihinde, bırakın geçim derdini, yazma uğruna açlık içinde hayata gözlerini yuman yazarlarla bile karşılaşıyoruz. Öykü türünün ilk uygulayıcıları arasında sayılan Edgar Allan Poe’nun bugünkü popülaritesine karşın alkolizmin de etkisiyle cebinde beş kuruş olmadan hayata gözlerini yumduğunu kaçımız biliyor? Veyahut ilk eseri Typee ile tanınmaya başlayan ve Moby Dick ile saygıyla andığımız Herman Melville’in hayata veda ederken meteliğe kurşun attığını... Günümüzde en çok kazanan yazarlardan biri olarak anılan J. K. Rowling’in yazarlık yaşamının ilk yıllarında yaşadığı zorluklar, bizi ister istemez yazarın kazancı üzerine düşünmeye itiyor. Rowling, kasvetli ve soğuk apartman dairesinden uzaklaşmak için kendini kafe köşelerinde yazma uğraşına kaptırıyor. Harry Potter serisinin ilk kitabının büyük sükse yapmasıyla birlikte hayatı hiç ummadığı şekilde değişen Rowling, içinde bulunduğu zor koşulların da etkisiyle kronik depresyonla cebelleşmişti. Buradan, edebiyatın toz pembe gelecek hayalleri kurulacak bir uğraş olmadığı ve fedakârlık gerektirdiği sonucunu çıkarmak çok da zor değil. Şimdi, konuyla doğrudan ilgisi olduğunu düşündüğümüz bir soruyu sormanın tam sırası: Kendini yazıya adayan isimlerin cebi niçin delik?
J.K. Rowling’ten bahsetmişken kadın yazarlara ayrı bir pencere açmakta fayda var. Yazıyla geçinme uğraşı veren kadınlara baktığımızda paranın yanı sıra bir engelin daha ortaya çıktığını görüyoruz: Ataerkil düşünce. Erkek yazarlar için bahsettiğimiz çifte yaşam, kadınlarda üçlü yaşama bile dönüşebiliyor. Bir başka deyişle, evdeki sorumluluklarla bağdaştırılan kadınların yazarlık uğraşı, erkeklerinkine göre daha zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor. Yani kadınlar, geçim derdinin yanı sıra bir de erkek egemen düşüncenin basmakalıplarına karşı mücadele vermek zorunda kalıyor. Daha ilk gençlik çağlarında yazar olma isteğini içten içe pekiştiren Simone de Beauvoir’nın Bir Genç Kızın Anıları’ndaki sözleri, kadınlara yüklenen sorumluluklar ile yaratıcı bir uğraş vermeleri arasındaki ikilemi görmek açısından önemli: “Bir gün annemin bulaşıklarına yardım ediyordum. Annem tabakları yıkıyor, ben kuruluyordum. Mutfağın penceresinden, itfaiye barakaları ile başka evlerin mutfakları görünüyordu. Bu mutfaklarda da başka kadınlar, tavalar ovuyor, tencereleri parlatıyor, tabakları yıkıyor, sebze ayıklıyorlardı. Her gün öğle yemeği; akşam yemeği; her gün bulaşık; her gün temizlik; saatler boyu uzayan bir hiçlik; hiçlikten öte bir yere ulaşmayan bir sonsuzluk. Ben böyle yaşayabilecek miydim?”9 Böylesine tekdüze bir yaşantıya karşı çıkarak verdiği feminist mücadele sayesinde bugün onu olmak istediği gibi anıyoruz. Beauvoir’nın varoluşçu fikirleriyle beslediği asi ruhunu, yarattığı kadın karakterlerde güçlü bir şekilde dışa vuran Sevgi Soysal da benzer bir ikilem yaşayan isimlerden. Bir yandan yazma uğraşı verirken diğer yandan Alman Büyükelçiliği’nde çalışan Soysal, erken yaşta evlenmesini sonraki yıllarda kendisi bile eleştiriyor: “Ev kadını oldum!” Tabii ilerleyen süreçte evlilik kurumuna teslim olmayıp kendi yolunu çiziyor, o ayrı.
Yazıyı, hayatının çok kritik ve ölümcül bir döneminde bir iyileştirme ve kendini kurtarma aracı olarak gören Latife Tekin de erkek dünyasıyla baş etmeye çalışan yazarlarımız arasında. Kurtuluşu doğada ve yazmakta bulan Tekin şu ifadeleri kullanıyor: “Bütün kahramanlar benim yaşadıklarımdan, benim düşündüklerimden, duygularımdan çıktı. Yasemin de bana hep şey gibi gelir. Kendime, anne olduğum için garip bir üstünlük duygusu da verir. Çocuklar doğurmak, büyütmek, romanlar yazmak -yirmi yıldır yazıyorum- bir köy hayatı, bir kentleşme süreci, tabii ki bütün bunlar benim bir sürü şey biriktirmeme, düşünceler oluşturmama neden oldu. Kadınların doğanın korkutucu yanına karşı daha güçlü olduklarını düşünüyorum. Bu güçlülük nedeniyle geri çekildiler, çocuklara, alın oynayın diye dünyayı verdiler.” 9 Erkek egemen düşünceye karşı çıkış, maddi zorluklarla boğuşan bir aileden gelip hayatına trajik bir biçimde son veren Sylvia Plath ve emeğinin karşılığını geç bulan Margaret Atwood’da da göze çarpıyor. Özellikle Atwood’un altmışlı yaşlarında yayımlanan romanı Yenilebilir Kadın’da anlattıkları, sadece bedeninin ve zihninin birbirinden ayrıldığını hisseden bir kadının hikâyesini değil, aynı zamanda kadını hor gören bir düşünce sistemine karşı çıkışı da anlatıyor. Atwood, The Paris Review'da yayımlanan söyleşilerini bir araya getiren Yazarın Odası 2 için yazdığı önsözde, yazarlık uğraşında ancak iyi kazandığınız takdirde saygı duyulan birisi hâline geldiğinizi ve iyi yazı ile kârlılık arasında hiçbir bağ olmadığını ifade ediyor.
Şimdi, konuyla doğrudan ilgisi olduğunu düşündüğümüz bir soruyu sormanın tam sırası: Kendini yazıya adayanların cebi niçin delik?
Telif hakkı ücretinin göz ardı edilmesinin, bu sorunun cevabında önemli bir payı bulunuyor. Türkiye üzerinden gidecek olursak, telif hakları konusunda oturmuş bir düzen olmadığını söyleyebiliriz. Zira yazarların, yazılarının yayımlandığı mecralardan aldıkları -tabii alabilirlerse- telif ücretleriyle güç bela geçinmeye çalışması yeni bir sorun değil. Bunun geçmişte de böyle olduğunu görüyoruz. Yusuf Atılgan’ın 1988’de Cumhuriyet Dergi’de Refik Durbaş’ın “Telif ücreti olarak ilk kez kaç lira aldın” sorusuna verdiği cevaba bakalım: “1959’da Varlık Yayınları Aylak Adam’ı bastığında 600 lira aldım. 3 bin basılmıştı ve fiyatı 2 liraydı. Cumhuriyet gazetesi roman yarışmasında 2. olduğum zaman da 750 lira alacaktım. Jüri ödül tutarını yükseltmiş. Bana 3 bin lira verdiler. O sıra köyde bir duvarım yıkılmıştı, bu parayla onu yaptırdım." [10] Bugün de fazla değişen bir şey yok aslında. Türkiye’de yazma uğraşı veren birçok isim geçim sıkıntısı yaşıyor. Melih Cevdet Anday, “Yazarın Kazancı” başlığıyla kaleme aldığı denemede, bu duruma açıklık getirerek ebeveynlerin, çocuklarının yazar olmaya heveslenmesine niçin sıcak bakmadıklarını şöyle açıklıyor: “Yaşamak için para gereklidir, yazar (ozan) ise, yarı aç, yarı tok gezen biridir. Bu yüzden de yazarlık, ozanlık hiçbir zaman meslek sayılmamış, yazarlar, ozanlar başka işler tutmak, yardımcı kaynaklar bulmak zorunda kalmışlardır. Nüfus sayımında, ‘Mesleğiniz’ sorusunu ‘Ozanım’ diye yanıtlayana, nüfus memuru, ‘Yani?’ diye ikinci bir soru yöneltir. Oturduğum bir apartmandaki kapıcının eşi, bana neci olduğumu sormuştu da, onu (Ozanım, diyemediğim için) ‘Gazeteciyim’ diye yanıtlamam üzerine, ‘Yani gazete mi satıyorsun?’ demişti. Gazete yazarı ile gazete satıcısının bir tutulması, ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitmişti. Çünkü bir gerçeği gösteriyordu bu. Üstelik yazarlık, sadece gazete yazarlığı da değildir kuşkusuz. Bir romancı, bir öykücü, mesleğinin ne olduğu sorulduğunda, ‘Gazeteciyim’ diyemez, ama romancı, öykücü olduğunu da söyleyemez. Söylerse. ‘Yani?’ sorusu ile karşılaşacaktır gene.”[11]
Tartışmayı genele yayacak olursak, telif hakkı ücretinin yazara verilen değerin de bir göstergesi olduğunu öne sürebiliriz. Yazar ve eleştirmen Tim Parks, telif hakkının ancak bireye, bireyin zihnine, bireysel zihnin ürünlerine çok yüksek değer veren bir toplumda bulunabildiğini savunuyor. Hatta telif hakkının getirilmesinin, hiyerarşik ve bütünsel toplum anlayışından bireyin umut ve hedeflerini temel alan toplum anlayışına geçişin işaretlerinden biri olduğunun altını çiziyor. [12] Bu bağlamda, Türkiye’deki yayıncılık sektörünün yazarlara “lütfettiği” telifleri düşününce, bireye verilen değerin niçin yerlerde süründüğünü de anlıyoruz. Asıl acı olansa, reklam ve satış geliri elde eden mecraların, yazarına sembolik de olsa ödeme yapmaması. Bu, günümüzde yazarları zorlayan meselelerden yalnızca biri. Bu açıdan bakınca, ciddi bir telif hakkı ücreti düzenlemesine ihtiyaç olduğunu görmemek mümkün değil. Hâl böyle olunca, yazarların idealleri uğruna kendi ceplerinden yedikleri gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Yazar ve çevirmenlerin telif hakkı ücretleri için uğraşan[13] isimlerden Cemal Süreya’yı da anmadan geçmeyelim. Her biyografinin tek cümleyle yazılabileceğine inanan Doğan Hızlan, Cemal Süreya’nın portreler kitabı 99 Yüz’e yazdığı sunuşta şu ifadeleri kullanıyor: "Bana, Cemal Süreya’nın biyografisini tek cümleyle yaz deseler, şu cümleyle yetinirdim: ‘Paris’ten getirdiği Chevrolet arabayı satıp ev alacağına Papirüs dergisini çıkaran adam…" [14] Benzer bir durum “bir garip” Orhan Veli için de geçerli. Orhan Veli’nin dergi çıkarmak için Abidin Dino’nun verdiği resimleri ve hatta paltosunu satarak kışın ortasında ceketiyle dolaşması sıradan bir hikâye olmanın da ötesinde, epey trajik…
Bakıldığında, sadece iktidara yakın, popüler edebiyatın etkinlik alanını genişleten veya belli bir zümreyi memnun eden yazarların iyi “kazanıyor” olması, o ülkedeki tüm yazarların değer gördüğü anlamına gelmiyor. Sosyolog Leo Löwenthal, modern kitap ve dergi üretim koşulları altında yazarın hâlâ bağımsız bir girişimci mi yoksa yayıncısının ve reklamcısının bir çalışanı mı olduğu sorunsalına değiniyor. [15] Melih Cevdet Anday ise duruma sosyo-ekonomik açıdan yaklaşıyor: "Batılılaşmak, çağdaşlaşmak, sanayileşmek, demokratlaşmak hevesleri yanında, edebiyatı feodalite gelenekleri içinde görme alışkanlığı büyük bir çelişkidir. Özel teşebbüse özgürlük tanımanın saygın olduğu bir yerde, yazarı, ozanı emir kulu gibi görmek, paranın edebiyattan, sanattan, bilimden üstün sayıldığı anlamına gelir. Feodalite, alınır satılır bir mal olan köylünün ürününü kendi hakkı sayarken, yazara, sanatçıya yapıt ısmarlamayı olağan görürdü (ama yazar, sanatçı onun ısmarladığını mı, yoksa kendi bildiğini mi yapardı, o da başka). Senyor ısmarlar, burjuva satın alır." [16
Adını andığımız yazarları düşündüğümüzde, yazma idealiyle çıkılan yolun çetin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yazarın başka bir “mesleği” yoksa, ideallerine ulaşmakta güçlük çekmesinin kaçınılmaz. Yazar, mirasa konacak kadar şanslı değilse, çifte yaşam sürmesi bir zorunluluk değil de ne? Bütün bunlar bir yana, ne kadar fedakârlık yapılırsa yapılsın, yazarın başarıya ulaşmasında şans gibi bir unsurun da yadsınmaması gerekiyor. Burada şans dediğimiz unsur, biraz da yazara ifade alanı veren yayınevi ve dergiler sayesinde ortaya çıkıyor aslında. Yazarın emeğine sahip çıkmanın önemi göz ardı edilmemeli. Yazara değer verilmeyen bir ortamda yetenek olsa neye yarar? Bu bağlamda, yazara verilen desteğin edebiyata verilen destek olduğunu söylemek, yanlış bir ifade olmayacaktır.