“Biz yetişkinler çocuklara iyi bir dünya, iyi bir gelecek bırakmadığımızı söyleyip duruyoruz. Peki, bunun nedenleriyle ne kadar hesaplaşıyoruz?”
29 Temmuz 2021 14:01
Bana Kuşlar Söyledi’nin büyüklerin dünyasına çocukların ‘penceresinden’ değil, tam içinden baktığını düşünüyorum. “Bizce sizin dünyanız böyle” diyor sanki çocuklar…
“Bize bıraktığınız dünya böyle” diyorlar hatta… Bu kitaptaki öykülere çalışırken aklımda hep şu soru vardı: “Biz yetişkinler çocuklara iyi bir dünya, iyi bir gelecek bırakmadığımızı söyleyip duruyoruz. Peki, bunun nedenleriyle ne kadar hesaplaşıyoruz?” Kitaptaki öykülerin çoğu bu soru çerçevesinde oluştu. Bir kısmı da zaman içinde yazılmış, “çocuk bakışına dair öyküler” olarak yerini aldı. Yakın gelecekte dünyayı bekleyen sorunlar gün geçtikçe artıyor. Ekolojik yıkım, eşitsizlikler, siber tehlikeler derken, pandemi döneminde bir başka ciddi sorun olan biyolojik tehditler de eklendi listeye. Kontrolsüz nüfus artışı, iklim felaketleri, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesi, adaletsizlik, haber ve bilgi sahteciliği, terör ve daha pek çok sorun her gün dile getiriliyor, yarının dertleri olarak çocukların sırtına bindiriliyor. “Biz bu hale getirdik, dillendiriyoruz, aklımızda bazı çözüm önerileri var ama günü kurtarma derdine düştüğümüzden uygulayamıyoruz, siz halledersiniz” diyoruz çocuklara. Dünyanın dertleri sadece büyük ölçekteki bu sorunlarla sınırlı da değil; çocukların yarış atı gibi görülmesinden kutsal görülen aile kurumunun içindeki yalanlara kadar daha pek çok sorun var. Bütün bunlara çocukların bakış açısıyla bakarak bir yüzleştirmeye gitmek, bir tartışma alanı açmak istedim.
Kitaptaki 12 öykü de birbirinden farklı olsa da, genele baktığımızda hepsi insana çıkıyor. Siz ise bu ‘insan’a çıkan halleri çocukların ağzından anlatıyorsunuz. Burada ‘insan’ı bilerek kullandım. Çünkü ‘insan’ deyince aklımıza nedense çocuklar gelmiyor. Onları bu durumda biraz dışlıyoruz galiba. Ama kitabınızda çok iyi anlattığınız biçimde dertler, sevinçler, duygular hepimizin değil mi?
“Ne yapıyorsak çocuklarımız için yapıyoruz” ikiyüzlülüğü her alanda karşımıza çıkıyor. Bu ikiyüzlülüğün en acımasız, en katı hikâyelerini de en temelde, yani aile kurumunda görüyoruz. Çocuk ailenin bir mülkü değil, bir birey. Elbette bazı yetenekleri, bazı konularda karar alma becerileri zamanla gelişiyor. Biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olarak bir süreçten geçiyorlar. Bu süreçleri sadece toplumsal ezberlerle yönetmeye çalışmak, bütün çocukları tek tip bir bakış açısıyla yarına hazırlamak hem yanlış hem de mümkün değil. Çünkü karşımızda farklı algılara, bakış açılarına, yorumlama yeteneklerine, becerilere sahip bireyler var. Sizin de dediğiniz gibi, insanlar var. Onların sosyal ve bireysel oluşum süreçlerini kendi çıkarlarımız doğrultusunda inşa edemeyiz, etmemeliyiz. Bir çocuğun derdini veya sevincini onun bakış açısıyla değerlendirmeye, anlamaya çalışmaktansa, kendi ezberlerimizle şekillendirmeye çalışıyoruz. “Sen sus bakayım, icat çıkarma, büyükler konuşurken çocuklar susar” ve daha çok sayıda tuhaf önermeyi duymamış çocuk yoktur. Çocuklar artık “bana kuşlar söyledi” yalanına kanmıyorlar. Onlara dünyayı ne hale getirdiğimizi dürüstçe anlatmamız gerekiyor. Dürüstçe anlatmalı ve onların derdini ve sevincini de anlamaya çalışmalıyız.
Kitapta beni en çok etkileyen öykü ‘Dancing Queen’ oldu. Sizce çocukların ne olursa olsun dans etmek gibi bir şansı var mı?
Bu kitapla ilgili söyleşilerde sıklıkla “Çocuk varsa, umut var” dememin bir nedeni de bu. Çocuklar o simgesel dansa hep hazır. Yeter ki o dansın, o umudun hikâyesini dürüstçe anlatacak birileri olsun. Yeter ki, o dansın özgürce paylaşılabileceği bir yaşam zemini olsun. Yeter ki çocukların elinden o özgürlükleri almayalım. Öyküde anneannenin bir ABBA şarkısını hatırlatması, anılarında o yılların yerinin olması da buradan okunabilir. Belki daha az sorunlu yıllar değildi o yıllar ama daha özgür yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Çocukların özgür düşüncelerine gölge etmesek yetecek bazı konularda. Mor güneş, kırmızı at, yeşil insan, mavi güneş boyamalarına izin vermekle başlasak… Dileyen çocuk dilediği gibi dans edebilse… İstediği hikâyeyi istediği gibi anlatabilse… Öncelikli meselemiz o boyaların renklerine karışmak, çocukların hikâyelerini kendi gerçekliğimizle sınırlamak ya da danslarını yönetmek değil, eşitsizliklerle yüzleşmek olsa…
“Dünyada hikâyesini anlatmak isteyen kim varsa, dinlesen keşke.” Birbirimizi anlamaktan önce anlamaya çalışmanın ilk adımı karşımızdakini dinlemek. Dünyanın en fazla merak eden, soru soran canlısı çocuklar olduğuna göre bunu da en iyi onlar yapıyor sanırım. Büyükler için böyle bir şey mümkün mü dünyada?
Kendi coğrafyamızdan bakalım bu konuya. Biz son on yıldır birbirimizi dinlemeyi unuttuk. Oysa dinlemek iletişimin ilk kuralı. Dinlemek, anlamak, yorumlamak… Kimse kimseyi dinlemiyor. En yüksek perdeden konuşan en haklı olduğunu düşünüyor. Her alanda bir ‘sağırlar diyaloğu’ yaşıyoruz. Birbirimizin hikâyesini dinlemeye tahammülümüz yok. Dünyanın giderek cahilleşen siyaseti de besliyor bu kakofoniyi. Herkes bağırıyor, herkes haklı olduğunu iddia ediyor. Bu gürültünün içinde kimin haklı olduğunu anlamaya çalışmaktan geçtim, kimin ne dediğini bile duyamaz hale geldik. Korkunç bir gürültü çağından geçiyoruz. Bu gürültünün içinde çocukların meraklarını gidermeye, sorularını cevaplamaya çalışacağımıza, onları da sağırlaştırıyoruz. Pandemi süreci bize şunu gösterdi; çok uzun süredir dünyanın anlatmaya çalıştıklarına da kulağımızı tıkamış durumdayız. Dünya dertlerini anlatırken dinlemeyenler, bir çığlığa dönüşen salgınla sarsıldılar. Oysa dünya her zaman konuşuyor bizimle, derdini anlatıyor ve bunlarla yüzleşmemizi, hesaplaşmamızı istiyor. Bütün hikâyelere kulak kabartmadan o hesaplaşmayı başarmamız mümkün değil.
Ferhat Uludere, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba kitabıyla ilgili kendisiyle yaptığım söyleşide sorduğum bir soruya “Çocukların hayallerinin arasına ‘adam olmak’ başlığını koyan toplum suçlu bir toplumdur” cevabını vermişti. Siz ne söylersiniz ‘adam olmak’ meselesiyle ilgili?
Aslında kendimiz için de dünyayı o sıfatlarla algılamaya çalışıyoruz. Çocuklarımızı da kendi ezberlerimize sıkıştırdığımız için o sıfatlar devreye giriyor. “Adam olmak, büyük adam olmak, prens-prenses olmak, evinin kadını olmak, ailenin direği olmak…” Bu liste uzar gider. Sadece toplumsal cinsiyet eşitliği açısından değil, bireyin kendini bulması açısından da korkunç bir sıkıştırma bu. Dildeki kirlenmenin, dilde başlayan ötekileştirmenin, ayrımcılığın en ürpertici örnekleri bunlar. Üstelik iyi niyetli bir yaklaşım gibi gösterilen, kuşaklar boyu süren yanlışı tekrar eden bir durum bu. Kolaycı ve zehirli bir tercih. Kaybettiği hayallerin travmalarını yaşayan yetişkinlerin, çocukların hayallerine gem vurduğu bir dünyada geldiğimiz nokta ortada. Onların hayallerini, meraklarını, tercihlerini özgür bırakmaya cesaret edemedikçe, hatta baskı altına alıp yönlendirmeye çalıştıkça sürüp gidecek bir saçmalık.
Yekta Kopan
Bana Kuşlar Söyledi
Can Yayınları
Haziran 2021
128 s.