"Hayata dair tüm birikimini bu kadar açık yüreklilikle paylaşan bir başkasını tanımadım ben. Vazgeçtim, olmuyor, dediğimde de, yok ben devam etmek istiyorum, dediğimde de yanımdaydı, yolumu aydınlattı."
24 Haziran 2021 10:00
“Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”
Almaktan en çok korktuğum haberlerdendi. Ara sıra aklıma gelirdi; nasıl öğrenirim, öğrenince ne yaparım, diye. Hemen kovardım zihnimden. Bir suç işlemişçesine bu kötü fikri kendimden uzaklaştırırdım. Ama o gün geldi. Yok dedim, olamaz, bir yanlışlık var. “Daha ölmeye hiç niyetim yok” dedikten sonra savurduğu şen kahkahası kulaklarımdayken olmaz, olamaz.
Saatin çok erken olduğunun farkında olmama, rahatsızlık vereceğimi bilmeme rağmen aradım. Israrla aradım. Üçüncü aramamda telefon açıldı. Karşıdan ses gelene kadar geçen o kısacık sürede ömrümde etmediğim duayı ettim. Hadi n’olur, her zamanki “Eliiiif, merhaba canııımm”’ı duyayım n’olur. Bin yıl sürdü sesin gelmesi. Ben bin yıl yaşlandım sesi duyunca çünkü bir erkek sesiydi “efendim” diyen. Yine bin yıl sonra zorlukla çıkarabildiğim bir “Öztan Bey?”. “Evet” dedi galiba. Yalvardım, “n’olur haberlerin doğru olmadığını söyleyin” dedim. Sonsuzluk kadar geniş bir sessizlik.
Yıldız Ecevit’in ne kadar başarılı bir yazar olduğundan, ne kadar önemli çalışmalar bıraktığından, hiç karşılaşmadan kaç öğrenciyi okuttuğundan filan bahsetmeyeceğim. Onlar herkesin malumu. Ben, “Yıldız Ecevit olmak”tan söz etmek istiyorum.
Arkadaşsız geçen çocukluk yıllarım boyunca hep harflerin arkasından algılamaya çalıştım dünyayı. Kimi zaman okuyarak, kimi zaman yazmaya çalışarak. Meylim hep edebiyataydı. 2004’te, Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün son sınıfındaydım. Artık mezun olacaktım ve ben son senemde akademisyen olmaya karar vermiştim. Dört yıl boyunca, neredeyse derslere hiç girmeden, lise edebiyat bilgilerimle mezun olmaya çok yaklaşmışken böyle bir karar için biraz geçti ama olsun, gencim, çalışır açığı kapatırım, diyordum. Fakat bana bir yol gösterici lazımdı. Bir kutup yıldızına ihtiyacım vardı. Okuldaki hocalarımın çoğunda aradığım yıldızı bulamamıştım. Onların ilgi alanları beni çekmiyordu. Güncel edebiyattan asla söz etmezlerdi mesela, bilirsiniz işte, klasik Türkoloji. Tam ben bu arayış içindeyken, hocalarımdan biri, derse bir gün bir kitapla geldi. Yazarın soyadının “Ecevit” olduğunu ama bildiğimiz Ecevit’le bir ilgisi olmadığını -nedense- alaycı bir ifadeyle söyledi. Sonra kitaptan parçalar okudu. Aman Allahım, dedim. Kitabın ismini sordum hocaya. Söyledi ama hemen ekledi: “Sakın alma. Saçma sapan şeyler yazıyor.”
Makul mantıklı orta zekâlı her Türkoloji öğrencisi bilir ki, klasik zihniyete sahip bir hoca, modern bakışla yazılmış her çalışmayı reddeder ki o çalışmaların hemen hepsi aslında çok kıymetlidir. Dersin bitmesini zor bekledim. Dersten sonra Kızılay Dost’a koştum ve kitabı aldım. Heyecanla hemen bir cafeye oturup okumaya başladım. “Postmodernizm” kavramını duymuştum belki ama ne olduğu hakkında zerre fikrim yoktu. Kitabı okurken de anlamıyordum ya, okudukça okuyasım geliyordu. Oğuz Atay’ı o aralar hatmetmiştim, resmen âşıktım ona. Hasan Ali Toptaş ismini de ilk kez o kitapta gördüm sanırım.
Derken o ara İstanbul’a gittim. İstiklal’de, o zamanlar Tutunamayanlar kitabevi vardı, oradan Bin Hüzünlü Haz’ı aldım, Beşiktaş’ta vapur iskelesinin yanındaki çay bahçesinde oturdum ve okumaya başladım; bitirene kadar kalkamadım oradan. Romandan tam anlamıyla hiçbir şey anlamadım ama büyülendim. Hemen Yıldız Ecevit’in kitabına sarıldım, ilgili bölümü okudum. Eh, sanki bir şeyler şekillenir gibi oldu ama tam değil. Benim bu metinleri anlamam lazım, daha çok çalışmalıyım o halde, dedim.
Dost ve İmge’de kuram-eleştiri kitaplıklarında ne varsa okumaya çalıştım. Bir yandan da, Bilkent Türk Edebiyatı’na başvururken diplomamdaki Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün yaratacağı olumsuz önyargıyı kırabilmek için Kaçak Yayın dergisinde yazılar yazıyordum. Yazıyordum, dediğim de, Yıldız Ecevit’in yazılarını taklit ediyordum. Dört yıl boyunca sınavlar dışında hiç yazı yazmamıştım ki; bir metin nasıl kurgulanır, nasıl araştırma yapılır, araştırmanın ne kadarı çalışmaya dahil edilir, alıntı nasıl yapılır, kaynak nasıl gösterilir filan en ufak bir fikrim yok. Bu, benim tembelliğimle ilgili değildi. Öyle bir eğitim yoktu. Kimse sizin yazıp yazamadığınızla ilgilenmiyordu. Derslere ve sınavlara giriyordunuz, hasbelkader mezun oluyordunuz. Hepsi bu.
Yazılarım biraz birikince Yıldız Ecevit’e ulaşmaya hazır olduğumu düşündüm. Yayınevini aradım. “Yılın bazı dönemlerinde Dubai’de olur, ulaşabilir misiniz, bilmiyoruz, ev telefonunu verelim” dediler. Nedense e-mail adresini veremeyeceklerini söylediler. O zamanlar e-mail adresi daha mahrem algılanıyordu galiba. Ne tuhaf. Ev telefonundan ısrarla aradım, yok. Kaçak Yayın’ın editörü, çok sevgili Aslan Özdemir’den Metin Kaçan’a Yıldız Hanım’ın iletişim bilgilerinin kendisinde olup olmadığını sormasını istedim. Türk Romanında Postmodernist Açılımlar’da Fındık Sekiz’e de bir bölüm ayırmıştı, olur ya, belki iletişim de kurmuşlardır. Yok, demiş Metin Kaçan, hiç görüşmedim.
Nasıl ulaşacağımı kara kara düşünürken bir arkadaşım dedi ki, Yıldız Ecevit, ODTÜ’de hocaymış, e-mail adresi de bu. Allahım dünyalar benim oldu. İnternet kullanmayı da pek bilmiyorum, bir baktım, çalışmalarında kadın araştırmaları filan var ama müthiş bir cehalet içinde olduğumu bildiğim için, belki dedim, ben denk gelmedim, feminizm üzerine de çalışıyor olabilir tabii. Hemen e-mail yazdım. Kendimden ve yapmak istediklerimden bahsettim. Eğer vakit ayırabilirse yazılarımı göndermeyi çok istediğimi, beğenirse de bana yol göstermeyi kabul etmesinden ne kadar mutlu olacağımı anlattım. “Yıldız Ecevit” adını taşımak böyle bir şeymiş demek. İnanılmaz nazik bir yanıt aldım. Benim aradığım Yıldız Ecevit olmayı çok istediğini fakat ne yazık ki, benim edebiyatçı Yıldız Ecevit’i aradığımı, onun da Dil-Tarih’te Alman Dili ve Edebiyatı’nda profesör olduğunu fakat emekliye ayrıldığını söylüyordu. Ve ekliyordu: “Ulaşabilirseniz bana da iletişim bilgilerini gönderir misiniz? Bu karışıklıkla sık karşılaşıyorum.”
Bir yandan utancımdan yerin dibine girdim bir yandan çok mutlu oldum tabii. Fakat aradığım Yıldız Ecevit’e nasıl ulaşacağımı hâlâ bilemiyordum. Derken o ara Hasan Ali Toptaş’ın bir söyleşisi olduğunu öğrendim. Hemen hakkında bir yazı yazdım. Planım şu: Yazıyı Toptaş’a vereceğim ve ona diyeceğim ki, “Ben büyüyünce Yıldız Ecevit olmak istiyorum. Yazımı beğenirseniz Yıldız Hanım’ın e-mail adresini verir misiniz?” Tam da planladığım gibi oldu. Hasan Ali Toptaş’tan bir e-mail aldım: “Sevgili Elif, yazını okuyunca ‘büyüyünce Yıldız Ecevit olmak istiyorum’ sözün daha anlamlı geldi. E-mail adresi şu. Yolun açık olsun.”
İşte bu! Hemen yazdım Yıldız Ecevit’e. Böylece benim ve benden sonra da öğrencilerimin “Yıldız Ecevit olma” sergüzeşti başladı. Kendi hikâyemi uzunca anlattım, farkındayım. “Aferin” alma niyetiyle anlatmadım ama. Onu çok zor buldum; ben şanslıydım, buldum. Ülkede, hevesli bir öğrencinin kendisine yol gösterici bir hoca bulması için “şanslı” olması gerektiğine dikkat çekmek için anlattım. Şanslı değilseniz, geçmiş olsun.
İlk yazışmamızdan son telefon konuşmamıza kadar on altı yıl geçti. Bu on altı yılda sadece akademik alanda değil, insan olma serüvenimde de Yıldız Hanım, kutup yıldızımdır. Neden bahsediyorum? Örneğin yüz yüze ilk görüşmemizde beni hemen uyardı: “Beni öyle her an kitaplarla haşır neşir, başını kaldırmadan çalışan biri sanıyorsan yanılıyorsun. Ben mesela örgü örmeyi çok severim.” Sanki çok gizli bir şey söylüyormuşçasına, çocuksu bir edada eliyle ağzını kapatarak “Mesela kızımın düğününde kırmızı tuvalet giydim” deyip bir anda ortama neşe salan o şen kahkahasını attı. Bir kez daha hayran oldum. Çünkü ben de zaten tutkuyla çalışmak istiyorum evet ama yaşamak da istiyorum. Doya doya yaşamak. İçimden nasıl geliyorsa. Bunu söylediğimde rahatladı. “Seni hayal kırıklığına uğratacağımdan korkuyordum” dedi. Beni asla hayal kırıklığına uğratmadınız Yıldız Hanım.
Sonra hayatımın zorlu akademik sürecinde her an desteğini hissettim. Bildiği her şeyi benimle paylaştı. Hatalarımı çok açık bir şekilde söyledi. Yeri geldi uyardı, yeri geldi “Budur!” dedi, gücüme güç kattı. Sonra bir gün hayranlığımı on kat daha artıracak bir şey söyledi: “Ben seninle görüşmekten rahatsız oluyordum. Her görüşmemizden sonra kendimi kötü hissediyor, bir daha görüşmeyeceğim, diyordum. Neden biliyor musun? Çünkü sen benim egomu besliyordun. Ama sonra dedim ki, bu senin problemin Yıldız. Egonu besleyecek şeylerden kaçmak, egodan kurtulmak olmuyor. Bununla baş etmelisin. Egonu beslemesine izin vermeden ona istediği şeyleri vermelisin.”
Hayata dair tüm birikimini bu kadar açık yüreklilikle paylaşan bir başkasını tanımadım ben. Vazgeçtim, olmuyor, dediğimde de, yok ben devam etmek istiyorum, dediğimde de yanımdaydı, yolumu aydınlattı. Kararlarımda, hatalarımda, yalnızlığımda hep Yıldız Hanım vardı. Ne zaman düşsem, derdim ki, Yıldız Hanım var. Arardım can havliyle. Evet hemen bütün konuşmalarımızda ben onu can havliyle aramış olurdum. Anında o sakin, müşfik ve muzip tavrıyla beni düştüğüm yerden kaldırır, “haydi bakalım” derdi. Her sefer ama her sefer. Onunla konuşmamdan elim boş dönmedim hiçbir zaman. Her defasında zihin heybemi cömertlikle doldurdu.
Bir yandan mesafeli ama bir o kadar samimi biridir o. Bir yandan ciddi, bir yandan afacan çocuk gibi muzip. Ankara’da Arjantin Caddesi’ndeki Cafemiz’de her buluşmamıza heyecanla gelir, oturur, “hadi sigara içelim” derdi lisede okulu kırmış kızlar gibi. Sigaralarımızı yakıp kahvelerimizi yudumlarken, coşkuyla anlatırdı. Anlattığı mevzuyu bütün bedeniyle kavrar, hiçbir boşluk bırakmadan, pürüzsüz bir şekilde aktarırdı. Doyamazdım dinlemeye. Coşkunun ne olduğunu Yıldız Hanım’da gördüm ben. Benim için bir sohbetten çok daha fazlasıydı görüşmelerimiz. O kadar dolardım ki, birkaç güne yayılırdı konuştuklarımızı sindirmem. Zihnimdeki tıkalı kanalları açan fikirleri, hayata yaklaşımındaki zarafeti, haddimi mi aştım yoksa korkusuyla ağzımdan kaçırdığım esprilere attığı kahkahalar… Bugün bir arpa boyu yol aldıysam Yıldız Ecevit sayesindedir. “Saye” gölge demektir ya burada tam da o anlamda kullanıyorum. Yıldız Ecevit’in gölgesinde serinlemeseydim bugün ben olmazdım, bir işim bile olmazdı. Ülkede alıştığımız “torpil”le elde edilen bir işten söz etmiyorum. Ne ben ondan böyle bir şey isterdim ne de o kabul ederdi tabii. “Biliyorum, yaparsın” derdi son derece emin bir sesle. O güvenle atılırdım ben de.
Kozmik Komedya’nın okurdaki yansımasını çok merak ediyordu ama bir yandan da umurunda değildi. “Ben yazdım,” diyordu. “Yazarken bambaşka boyutlar olduğunu keşfettim ve bu keşif beni başka biri yaptı. Var oluşun yüklerini omuzlarımdan attım. O kadar mutluyum ki.” Yedi yıl boyunca romanına nasıl bir titizlik ve coşkuyla çalıştığını hayranlıkla seyrettim. Kahramanı Dantel’in adı gibi, ince ince işledi. Bütün birikimini fişledi, grupladı ve sonra yazmanın coşkusuna bıraktı kendini.
Dosyayı Everest Yayınlarına gönderdiğinde yaşadığı şaşkınlığı asla unutmamam. “Elif biliyor musun, beni tanıyorlarmış. Diğer kitaplarımı da basmak istiyorlar. O kadar şaşırdım ki” demişti. “Yıldız Hanım, sizin bu halinize bayılıyorum, başarılarınızın, çalışmalarınızın kıymetinin o kadar farkında değilsiniz ki” dediğimde, “E değilim tabii, çok bir şey yapmadım çünkü” diyordu. Bunu sık sık söylerdi. “Yok canım, abartma. Kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım. Elimden gelenin en iyisini yapmaya da çalıştım ama o kadar.” derdi. “Hı hı, o kadar.” derdim. “Oğuz Atay’ın biyografisi o kadar da abartılacak bir çalışma değil zaten. Yani Oğuz Atay hayranlarının başucu kitabı olması filan ne ki, haklısınız. Ya da, postmodernizm hakkındaki en kapsamlı ilk çalışmayı yapmış olmanızın da pek abartılacak bir tarafı yok bence de.” Önce dikkatle bakardı gözlerimin içine. Sonra bir kahkaha atardı, “Tamam işte şekerim, elimden gelenin en iyisini yaptım, diyorum” der ve hemen konuyu değiştirirdi.
Kozmik Komedya’yı bitirdiğini söylediği günden beri her konuşmamızda “Çok mutluyum, çok huzurluyum, çok güzel bir hayat yaşadım” diyordu. Her zamanki gibi imrenir ve onun mutluluğu tarif edişini aklıma nakşederdim. “Hayatın tadını almak, denir ya, tam olarak onu yaşıyorum,” derdi. “Su içiyorsam, su daha ferah artık. Yediğim yemek daha lezzetli. Dinlediğim müzik daha anlamlı. Sabahları kahvemi alıp bahçeye bakan koltuğuma çekiliyorum, kitabımı okuyorum. Bunu her zaman yapıyordum tabii ama artık tüm zihnimle o andayım, ben o anım. Artık ayaklarımla yere daha sağlam basmıyorum, uçarcasına basıyorum ve yere sağlam basmanın tam da böyle bir şey olduğunu asıl şimdi anlıyorum. Bu öyle neşeli bir şey ki, çok çocuksu. Bu yüzden de cennete benziyor” derdi.
Biliyor musunuz, yeni bir romana çalışmaya başlamıştı. Konusu “ölüm” olacaktı. Ölüm üzerine çok düşünüyordu ama öyle kasvetli bir tavırla değil. Sezgilerini ispatlamaya çalışan bir bilim kadını titizliğiyle araştırıyordu. Bilmem acımı dindirmek için mi bana öyle geliyor ama ben Yıldız Hanım’ın bir şeyi keşfettiği için boyut değiştirmeyi tercih ettiğini hissediyorum. Haberi aldığımdan beri ne kadar ağladığımı görüyor ve kızıyor bana ama bir yandan da “Sendeki bu duygu gücü, bu sevgi, yaratıcılığını besleyecek, haydi artık sil gözündeki yaşları ve yaşa, yaratıcılığının akmasına izin ver” diyor, duyuyorum. Bu sefer biraz gecikecek gibi bu izin Yıldız Hanım, özür dilerim. Sizin o şen kahkahalarınızı bir daha duyamayacak olmaya katlanamıyorum henüz. Biraz zamana ihtiyacım var.
Ha unutmadan, hani bana lahana dolması tarifi verecektiniz?
“Yıldız Ecevit olma”nın tarifini aldım gerçi. O dolmayı da bir gün öğrenirim mutlaka.
Şükran ve minnetle…
•