Raymond Kévorkian’ın 2006 yılında Fransa’da, geçtiğimiz ay ise Türkiye’de İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Ermeni Soykırımı adlı yapıtı “yok ediş”in toplu bir dökümü niteliğinde
24 Nisan 2015 03:11
Bizlerin hayatında hafızanın uyanışının önemli bir yeri var. Bizler derken hem benim gibi 1950'lerde doğmuş o malum '1978'liler Kuşağı'nı kastediyorum, hem de 1960'larda doğmuşları. Ama hiç kuşku yok ki, 1940'larda dünyaya gelip Türkiye'ye yeni düşünce akımlarını soldan taşıyanlar için de durum aynı.
Aklı başına, vicdanı yerinde olan herkes son 40 küsur yılda ağır çekim bir 'toplu hipnozdan çıkış' süreci yaşadı ve etrafındaki kıpır kıpır, çoğu kez de acı dolu değişime bizzat tanıklık etti.
Türkiye tarihinin önemli bir kısmının yeraltına gömülü olduğunu, Kürtler'in gizlenemeyen varlığını, pogromların ve öbür eziyetlerin arka planında yatan kötücül devlet aklının girift alt yapısını, koca bir millete ezberletilip kabul ettirilen geçmiş üzerinden kurulmaya çalışılan bozuk bugünleri yavaş yavaş kavradık.
Kavradıkça şunu da anladık: Bir ülkenin tarihi ne kadar saklanmış ve bunun üzerinde oluşmuş 'ortak bilinç' ne kadar narkozlu kalmış ise, o ülkeyi hazır ideolojik kalıplarla anlamak da o kadar zor.
'Toplu hipnoz'dan uyanış, kavramasını becerenlere, o nedenle, her şeyden önce şu gerçeği öğretti:
Kaldırdığın kapağın altında gördüğün her şeyle ilgili olarak önce vicdanına danış. Vicdanını denediğin ölçüde, ancak, çevreni saran insanların kimlik derinliklerinde yatan gerçeklerin anlamını kavrayabilirsin.
Ben şanslıydım. Bugün 59 yaşındayım. 43 yıl önce, 1970'lerin tam ortasında, sert ideolojik kalıplara kendilerini uydurmaya çalışıp devletsi ezberlere karşı kendi ezberlerini üretmeye çalışan kişiler arasında, 'acaba?' diye gizlice sorabildiğim için değil. O benim iç dünyamla ilgili, belki bana sadece alan açan bir kişilik parçasıydı.
Benim şansım, üniversiteye girer girmez çevremde bulduğum ve kişisel hikâyelerini sakınmayan Kürtlerin dünyasını tanıdıktan ve kapağın altındaki parçalardan birini görüp o travmanın çapı karşısında kendi travmamı yaşadıktan hemen sonra kendimi, çok doğru bir karar sonunda İsveç'te bulmamla ortaya çıktı.
1976'da, bir yandan üniversiteye giderken, Türkiye'nin kangren üretmiş müzmin sorunlarının anası olarak gördüğüm Kürt sorunu ile ilgili yabancı kaynakları okumaya çalışıyordum. Kütüphanede bir gün kitap ararken, evvelce Stockholm Üniversitesi'nde zaman zaman karşılaşıp merhabalaştığım Arjantinli, cuntadan 'yandım Allah' diye kaçmış bir solcuya rastladım.
"Neler arıyorsun" diye sordu. "Kürtlerle ilgili kaynak kitaplar" diye cevabımı alınca gülümsedi. "Yahu o tamam da, sizin biliyorsunuz muazzam bir Ermeni meseleniz var" dedi.
Ekledi: "Ben Buenos Aires'te partide Ermeni arkadaşlardan öyle hikâyeler duydum ki, dudağım uçukladı. Bana sorarsan, ülkenizin başına ilerde bu mesele şayet kapanmazsa çok büyük dertler açılacak. Sen bence bu konuya da iyice bak."
Şanslıydım, derken bunu kastediyorum. Latin Amerikalı dostuma bu erken uyarısından ötürü çok şey borçluyum. Beni erkenden bu hipnozdan uyandırdığı, baştan aşağı acıyla örülü de olsa, tarihin bu kapkaranlık mahzeninin kapılarını gösterdiği için.
1977'den beri Osmanlı'nın son dönemiyle ilgili ne bulduysam okudum. Özellikle İttihat ve Terakki tarihinde gizlenmiş, Agatha Christie romanlarını aratmayan gizilliği, insana meydan okuyan ürperti unsurlarını, o dönem tarihinin ancak parça parça üst üste ekleyerek yeniden kurulmasına dair meydan okuyuşu heyecan verici buldum. Ermenilerin hikâyesi, bir milletin yok edilişinin şeytani kurgusu, inkârın cumhuriyet dönemindeki mimarisini bu sayede çözebilmenin şansını önemsiyorum.
Ermeni tabusunun kırılması, 'toplu inkâr' camında o kırıkların yürümeye başlaması da 1970'lerin sonunda başlar. Ragıp Zarakolu sayesinde kıpırdayan gerçek tarih hamlesinin hemen sonra Taner Akçam'ın cesur çıkışlarıyla şekillenmesi, SSCB'nin çökmesi ardından ilk Erivan ziyaretleri, çıkmaya başlayan kitaplar, tek tek yükselerek çoğalan sesler, yeni bir kuşağın o döneme dair ilgisinin akademik alana yayılmaya başlaması, uyandırma servisi oldular.
AKP'nin AB reformlarına geçici olarak sarıldığı dönemde uyanışın hızlanmasında, aralarında yer aldığım tabu kırıcılığın en önemli dönüm noktası 2005 Osmanlı Ermeni Konferansı idiyse, bence onu da aşan parçası, yayınevlerinin 1915'e soykırım diyen uluslararası akademik çalışmalarını tek tek, ağır ağır, kararlılıkla yayınlamaları oldu. Bunun kalıcı önemi sonradan anlaşılacaktır.
Bugün, 24 Nisan 2015 itibarıyla, 1915'e soykırım diyen eserler külliyatının belli başlıları artık dilimizde mevcut diyebiliriz. Son 40 yıl bu araştırmaların patladığı bir dönemdi ve şimdi bizim kitabevlerinin raflarında - her ne kadar bazılarının çevirileri yalapşap olsa da - başta Vahakn Dadrian olmak üzere yığınla dönem analizi sıra sıra duruyor. Tehcir, mülklere el koyma ve soykırımın anlatıldığı otobiyografiler ve sözlü tarih kitapları, İttihat Terakki tarihi, savaş suçlularının mahkeme dökümleri de hakeza ilgilenenler için mevcut.
Kısacası 1915'te yoğunlaşan Ermeni faciasının öncesi ve sonrası ile ilgili siyasi, hukuksal, sosyolojik, bireysel, diplomatik boyutların gerçekle örtüşen parçalarının çoğu, ne mutlu bize ki, Türkiye'de el altında.
Ermeni soykırımı anlatımındaki şu ana kadar en büyük eksiklik, Fransız-Ermeni tarihçi Raymon Kévorkian'ın 'magnum opus'u sayılan Ermeni Soykırımı (Les Genocide des Armeniens) idi. Seçili başlıktan anlayabilirsiniz: Eğer konu ile ilgili, en öncelikli ve başkalarına (meraklıları için) pek de gerek bırakmayan bir başvuru eserinden söz edeceksek, aklımıza ilk gelen, bu 1200 sayfalık, her türlü ezberi kırıcı, aydınlatıcı, ipince detaylarla dolu devasa çalışma olmalı.
Boşluğun önemli bir kısmını doldurduğu için İletişim Yayınları'na, ve bu olağanüstü meşakkatli çeviri işini büyük başarıyla kotardığı için Ayşen Taşkent Ekmekçi'ye ne kadar teşekkür etsek az. Kitabın bir bütün - tek parça - halinde, sert kapakla yayınlanmış olmasını da takdirle karşıladığımı ekleyeyim.
Ne diyebiliriz Kévorkian'ın, uzun araştırmalar sonucunda, 10 yıl önce yayınladığı çalışma hakkında? Hemen her temel referans eseri, bir ders kitabı gibi, Kévorkian geleneksel formattan kopuk bir yaklaşım sergilemiyor. Metodolojisi gayet yalın: Osmanlı'nın inişe geçişini belirlediği 1890'lardan hikâyeyi alarak, Atatürk'ün 1923-24'te ulus-devleti şekillendirip kurumsallaştırdığı döneme kadar olanların kılı kırk yaran bir dökümünü yapıyor. (Kitabın kaynakçasını incelemek bile birkaç saatinizi alabilir.)
Çalışmanın çekirdek tezi gayet açık: Başarısız 1908 meşrutiyet denemesi ardından hızla militaristleşen İttihat ve Terakki'nin öncülü Jön Türklerin, homojen bir Türk ulus-devleti kurmanın asli önkoşulu olarak gördüğü Ermenilerin 'fiziksel imhası'nı, soykırım sürecinin 'iç mantığı' olarak görüyor Kévorkian.
Girişteki şu sözleri yeterince aydınlatıcı:
“'Yapmak için yıkmak', İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin benimsediği bir slogan olabilirdi... Jön Türk ve Ermeni elitlerine ayrıcalık tanıyan bir gözlem seviyesini benimsedim. Yöntem olarak bu dar çevrelerin iç gelişimini incelemeyi tercih ettim; ki grubun kriz anlarında verdikleri tepkileri inceledim; kendi aralarındaki ilişkilerin niteliğini, birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları ve hatta ideolojik benzerliklerini araştırdım.”
Baştan sonra Jön Türklerin kurguladığı toplumsal, hukuksal, siyasi ve idari mekanizmaların yapıları, homojenizasyona dair tartışma ve akıl yürütmelerle eylem ve işlemlerin sergilendiği kitapta 1909 Kilikya katliamlarına ayrılan yerin önemini ayrı bir vurguyla belirtmek gerek. Kévorkian, bunun daha sonra soykırıma evrilen süreçte tarafların nasıl bir karşılıklı güven kaybına uğradığını açıklaması bakımından kilit bir süreç olarak görmekte. Ama asıl önemli olan, yazarın Osmanlı'nın tehcir ve kıyıma sahne olan vilayet ve sancakları tek tek ele alıp, kılcal bir dikkatle dökümlerini bölüm bölüm sıralaması. Bir diğer önemli kısım da, Birinci Dünya Savaşı ardından oluşturulan ve hemen tümü İttihatçı olan savaş suçlularının yargılandığı mahkemelere dair bölümler.
Soykırıma dair en önemli kaynağın, Mondros Mütarekesi ardından Ermeni Patrikhanesi tarafından oluşturulan Enformasyon Bürosu'nun daha sonra Avrupa'ya kaçırılan dökümleri olduğunun da altını çizelim.
Şahsi tarihim açısından baktığımda, bu kitabın yayınlanmasının huzurunu hissettiğimi fark ettim. Buzlar hızlanarak eriyor, bir ülke yavaş da olsa gerçeğe uyanıyor, gördüklerini beğenmese, itelese de, anlamaya başlıyor, anlama isteği artıyor, çocuklarına ezberler yerine farklı hikâyeler olmasa bile farklı sorular sormak isteyen ebeveynler görünürlük kazanıyor. Sosyal uyanışın geriye dönüşü artık çok zordur. Hipnozu fark eden, ona bir daha razı olmayacak.
Tarihimizin bu kapkaranlık, pislik içindeki sayfasını kapatabilmek için, Kévorkian'ın kitabının sayfalarını çevirmeye başlayabiliriz artık.