Behçet Çelik, bu hafta 68. Sait Faik Hikâye Armağanını kazanan, Kâmil Erdem'in Yok Yolcu adlı öykü kitabını değerlendirdi: "Hayıflanmalı, yazıklanmalı bir ağıt değil bu; hayli kederli ve can yakıcı olmasına rağmen, odağında yitip gidenlerin artık ulaşılmaz uzaklarda kalmış olması değil, vaktiyle yaşanmış olduklarını, hem de tutkuyla, adanmışlıkla yaşanmış olduklarını hatırlama, hatırlatma arzusu var."
14 Mayıs 2022 14:14
Yok Yolcu’daki öykülerinde Kâmil Erdem’in ağırlıklı olarak geçen yüzyıla, geçen yüzyıldan kimi deneyimlere, ruh hallerine, maceralara, bağlara ve adanmışlıklara ağıt yaktığını söylemek mümkün. Hayıflanmalı, yazıklanmalı bir ağıt değil ama; hayli kederli ve can yakıcı olmasına rağmen, odağında yitip gidenlerin artık ulaşılmaz uzaklarda kalmış olması, yeniden bir daha yaşanmayacakları değil, vaktiyle yaşanmış olduklarını, hem de tutkuyla, adanmışlıkla yaşanmış olduklarını hatırlama, hatırlatma arzusu var. Bu yanıyla “Sislerin Arası” öyküsündeki romancıyı eleştirirken, “Geçen yüzyılda bütün hesaplar kapatıldı” diyen Dicle’ye bir yanıt belki de, daha doğrusu Dicle’nin sözlerine kısmen hak vermekle birlikte, bunun kader olmadığını, yeni defterlerin, yeni hesapların ya da “Yok Yolcu” öyküsünde sayılan şeylerin ve benzerlerinin, yani “görgüsüz mobilyalar[ın] ve yüksek teknoloji ile donatılmış yarı legal ofisler[in]” […] “besili oligark yavrularının sinirli erkek sesleriyle” görünmez, okunmaz, işitilmez kıldığı eski defterlerin aslında halen açık durduğunu, ne zaman hesaplaşılacağı bilinemese de, hesap dökümlerinin, icmallerinin çıkarılıp saklanması gerektiğini hatırlatıyor Kâmil Erdem.
Andığım “Yok Yolcu” öyküsü, tipik bir Kâmil Erdem öyküsü değil, distopik bir dünyada geçiyor – birçok distopik metin gibi hayli gerçekçi. “Yirminci yüzyıldan kalan koruma altındaki alana” gidiyor öykünün anlatıcısı, uzun uzadıya tasvir edilmiyor nelerin koruma altına alındığı, sadece iki örnek veriliyor, bir gazete büfesiyle bir taş mescit. Erdem’in geçen yüzyıla dair anlattıklarının, “koruma alanı” yapaylıklarıyla, gösterişçiliğiyle bir alakası olduğu zannedilmesin. Tam tersine, birçok nostalji metninde karşımıza çıkan, “koruma alanları”nı andırırcasına özenle seçilmiş yerleştirmelerden, ölçülü biçili serpilmiş tozdan, küften çok uzak, çok farklı. Erdem’in metinlerini bu yapay, yapmacık geçmiş zaman cilalarından koruyan ve ayıran, öykü kişilerinin hesaplaşmalarının sürüyor, defterlerinin açık olması. Üstelik bu kişiler geçmişe –zihinlerinde, belleklerinde bir koruma alanı gibi dizayn edilmiş geçmişe– gömülme konforuna kapılmaya yatkın yaşlardalar. Onlar için de neden “şu dönen gölgelenen dünyada” “bir zevki tahattur” kalmamış olsun?
Kolay yoldan gitmedikleri için. Eski coşkular, tutkular uzakta kalmış olsa da içinde bulundukları ânı ve geçmişteki ya da şimdideki kendilerini didikleme, anlama, kavrama çabalarını terk etmiş değiller. Bunlara kafa yormanın tedirgin edici, karanlık yönlerinin de alabildiğine farkındalar, aynı zamanda hem şimdiye hem de geçmişe yansız bakabilme çabalarını koruma arzuları da baki, öbür türlüsünü beceremediklerinden belki de. Bir nebze yansız bakabiliyorlarsa, kof yüceltmelerin beyhudeliğini öğrenmiş olmalarından. Yansızlık, onları alçalıp yücelmelerden koruyan bir temassızlık hali de değil. Olanın bitenin dışında durmayı becerip bir de üstüne üstlük kendilerine vehmettikleri yukarılardan bir yerlerden bakma yeteneklerini allayıp pullayarak pazarlayanların planlı temassızlıklarının aksine, Erdem’in öykü kişileri savrulmaya açıklar, geçmişle –canlarının acıması pahasına– temastalar, bunu kesmiş değiller; şimdideyse kendilerini dünyaya açmış haldeler zaten, "ha bire dünyaya bakmaktan gözlerinin feri biraz kaç[sa]” da. Zihinleri şimdiyle geçmiş arasında ışık hızıyla gidip geliyor, bunları art arda ortaya dökmekten çekinmiyorlar. Bir yandan da aynı hızla gündelik hayatın harcıâlem ayrıntılarından “birtakım yanıtı olmayan sorular[a]” uzanan konulara kafa yoruyorlar.
Büsbütün korumasız değiller; anılar kaçınılmaz, sakınılması imkânsız hesaplaşmalarla da gelse, geçmişi hatırlamak ve geçmişi şimdiyle iç içe geçirerek anlatmak, hikâye etmek onların aynı zamanda kendilerine seçtikleri korunma yöntemi. Kime anlattıklarının önemi yok, kendi kendilerine konuşuyorlar daha çok. İki öykü kişisi geçmişte yaşadıkları üzerine sohbet edip ‘gençliklerini yeniden kurguluyor’ bile olsalar, öykünün anlatıcısı arkadaşına anlatmadıklarını da aktarıyor bize. Misal, “gençliğimizi yeniden kurguluyorduk” sözü bunlardan biri. İçinden geçiriyor bunu, söylemiyor. Arkadaşıyla neler yaptıklarını öykünün girişinde şöyle tarif ediyor:
“Tortu halinde çöreklenmiş o eski zamanlardan zihnimizde küllenmiş duran, ama biraz eşeleyince, sağını solunu üfleyince parıldayan ışıltılı bir ânı, bir anıyı çekip çıkarıyorduk. Sonra hâlâ hem o anıyı zedelenmiş de olsa anımsamanıza, hem o yaşadığımız şeyleri yaşadığımızda seviniyor[duk].” (s. 99)
“Son Görüşme” başlıklı bu öykü baştan sona anıların hatırlanmasından, tozlarının alınıp parlatılmasından, yeniden gözden geçirilmesinden ibaret değil. Yıllar sonra bir araya gelen iki –orta yaşlı olduklarını düşünebileceğimiz– arkadaşın öykünün başında sevindikleri “ışıltılı” anlar, anılar zaman geçtikçe solgunlaşır. Anlatıcının zihninden takip ederiz bu değişimi, ama bu iki arkadaşın hislerinin büsbütün ayrı olduğu anlamına da gelmez. “Bütün bunları arkadaşımın da sezdiğini düşünüyorum, çünkü ne bileyim bir durgunluk gözlemledim davranışlarında” der anlatıcı. Gelgelelim, her şeyden de söz etmez arkadaşına, “bu yüzden bir acılık dolaş[ır] mide[sinde]”. Yok Yolcu’daki öykülerinin tek bir hat üzerinde, diyelim salt geçmişte ya da şimdide ilerlememesi gibi, öykü kişileri de tek ve belirli bir tutum içinde kalmıyor, kararlar veriyorlar, seçimler yapıyorlar. Can acıtıcı bir şeyi konuşmaktansa arkadaşını yemeğe götürmek gibi, küçük uzlaşılar, geri çekilmeler, bazı tespitleri kendine saklamalar sayılabilir – ama kendini sakınmak değil, o kadarı değil. Örneğin, vaktiyle içlerinde coşkular uyandıran kimi sözcüklerin kulağa zamanla “orası burası sarkmış, bir yerlerinden yara bandı izleri görünen ve biraz temenni içeren, munisleşmiş, giderek aciz bir sözcükmüş gibi gel[diğini]” arkadaşına (öbürünün de bunu sezmiş olma ihtimalinden ötürü ya da başka herhangi bir nedenle olması önemli değildir) söylemese de, kendisine itiraf eder, kulağını kapatmaz o sözcüklerin yeni sönük tınısına, aradaki farkı, neyin nasıl değiştiğini keşfetmeye çalışır.
Peki, nedir solgunluğun nedeni? Zamanın geçtiği yeni öğrendikleri bir şey değildir, ya da iki kişi olunca ağırlaşmamıştır bu gerçek. Öykü boyunca geçmişi hatırlar ve birbirlerine hatırlatır, kimi enstantanelere ilişkin yorumlar yaparlarken bir yandan da İstiklal Caddesi’nde yürüyor ya da bir yerlerde oturuyorlardır. Dış dünya da devrededir, işin, öykünün içindedir. Bütünüyle olumsuz duygulara da neden olmaz üstelik; “insanda hayatla bir sarmaş dolaşlık, güvenli bir kucağa uzanmışlık duygusu yarat[an]” bir şeyler de yok değildir dışarıda, ama hatırladıkları geçmişle şimdinin arasında aşılmaz dağlar vardır. Küçük bir örnek. Hatırladıkları zamanlarda anlatıcı “durmadan uyanık kalmak iste[rken]” şimdide uğultulu bir kuşatılmışlığı benimsemiş haldedirler.
Bu uğultulu kuşatılmışlığı benimsemiş olmasına rağmen bellek aktiftir, üstelik düz bir mekanikle çalışmıyor, geçmişten bir şeyleri seçip bugüne getirmiyordur sadece, geçmişte karşılaştığı bazı insanların bakışlarını (daha doğrusu, öyküde vurgulandığı üzere bakamayışlarını) şimdiye getirip kendi bakışlarının yanına koyuyor, şimdideki bakışını da alıp geçmişe götürüyor, bakışları, bakamayışları, bakışsızlıkları tartıyor bu sırada; aralarındaki benzerliklerin, birbirini andıran, anıştıran şeylerin altını çiziyor. Daha önce de çok kez hatırladığı olayların bu kez anlatıcı üzerinde bu denli güçlü etkisi olması da bundan zaten – hatırlamanın baş döndürücü bir hal almasından. Bu sarmal mekanizma belleği daha da bileyliyor, hatıralar sökün ediyor. Gençliklerinde, devrimcilik yıllarında gittikleri köylerde (“henüz kimsenin adını telaffuz etmediği Kürt köylerinde”) yaşadıklarını hatırlamakla kalmıyor, sonrasında bu yaşadıklarını mensubu oldukları hareketin dergisine nasıl yazdığını da çıkartıyor su yüzüne. Sarsıcı olansa, yazdıklarını değil, yazamadıklarını da hatırlaması. Geçmiş, öykünün başında ifade edildiği gibi, “ışıltılı” değildir artık. Bu bir kahır nedeni olmaz yine de, geçmişin tetiklediği zihninden şimdi içinde bulundukları ânı kâğıda dökecek olsa nereden başlayacağı sorusu geçer. Bu kez, kendisi belirtmese, altını çizmese de, dürüst ve gerçekçi olmaktan yanadır.
“Bu kalabalık caddedeki somut durumun somut bir tahlilini yapacak olsam, insanların kılcal damarlarına kadar sızan ve gitgide konuşma kapasitelerini tekdüzeliğe ve anlaşılmazlığa iten düzene yaslanma aymazlığından başlardım da, sonu nereye varırdı bilemiyorum.” (s. 108)
Yazacak olsa “sonu nereye varırdı” bilemeyiz, ama öykünün sonunda kendi zihninden geçenlere de ahım şahım bir kıymet biçmediğini görürüz anlatıcının. “Düşük yoğunluklu çıkarsama” der yaptığı bir tespit için. Şimdinin dışında, ötesinde değildir kendisi de. Ama işte bu sırada hikâye anlatılmıştır; hiç anlatmamak, unutmak ya da büsbütün o uğultunun parçası, bileşeni olmak yeğlenmemiştir. Bugünden bakıldığında fark edilen, içerdiği kimi olumsuzluklara ve şimdiye alabildiğine hâkim olmuş tekdüzeliklerin basıncına rağmen geçmişin ışıltısını hepten yitirmemiş olduğudur. Hatırlanmaya, didiklenmeye değmektedir. Elden gelen de budur. Tozuyla, acısıyla, pişmanlık ve utançlarıyla.
Zihinleri şimdiyle geçmiş ya da harcıâlem gündelik mevzularla varoluşsal meseleler arasında gidip gelirken öykü anlatıcıları bir yandan da nasıl anlattıklarına, söyleyişlere, bir şeyi ifade etmek için akıllarına gelen ya da başkalarından işittikleri kelimelere dikkat kesiliyorlar – aralara ayrıntılar sıkıştırmayı da ihmal etmeden.
“Burada bir an durdu, zihninin şaşaalıyı doğru mu kullandığını yokladı, yoksa ihtişamlı mı demeliydi ya da parıltılı ya da görkemli, derken bu zihin kekelemesini çabucak geçiştirdi, şimdi sırası değil dedi kendi kendine, sözcüklere, kavramlara takılmalar tereddütler ikircikler yüzünden konuşamıyordu zaten kimselerle.” [Vurgu eklenmiştir.] (s. 44)
“Cezayir menekşesi’ne henüz sadece cezayir menekşesi dediğimiz o erken saf çağlarda…” (s. 62)
Metinler, yukarıda sözünü ettiğim, geçmişle şimdi ve gündelik hayatla daha “mühim” meseleler arasında gidip gelen hareketlerle dokunmuş Yok Yolcu’da. Araya giren, giremeyen ayrıntılar, zihin kekelemeleri, sürçmeler, sıçramalar bu dokuda kaçak ilmekler gibi algılanmaya müsait, ama bir başka iş gördükleri de söylenebilir sanırım. “Hiçbir şeyin hiçbir şeyle ilgisi yok” zannettiğimiz hayatta ne çok şeyin ne çok başka şeyle ilgisi olduğuna işaret ediyorlar. Bir sokak bir insanın dalgınlığı ve alışkanlığı olabilir, bir pencere bir kadının sokağı seyretmesi yüzünden eğilebilir, tarafsız iltifatlar, kendini teslim edişler “bir süre yeryüzünde kimse[nin] birilerinin ölümüne sebep olma[ması]” sonucunu doğurabilir, badanacıların çalışırken düşünüp hissettiklerini tavana bakıp görmek mümkün olabilir, geçmişle gelecek aynı çerçeveye girebilir, boşluğa da pay bırakarak. Yalın bir “merhaba”yla mutlu olup “gelişigüzel kimsenin kalbine dokunmayan” bir “merhaba” karşısında ürküp tekmil verecek hale gelebiliriz.
Sözün özü, ne çok şey ne çok başka şeyin nedeni ya da sonucu olabilir. Misal, “Şöyle kimi zaman insanın şakağından çenesine doğru verevine inen keskin, kıyıcı, ağrı gibi” bir sıkıntının nedeni, köyleri boşaltılınca büyük şehre gelmiş “çocukların bile yaşlanmış” olduğunu hatırlamak olabilir yıllar sonra. Ya da “tanıklıklar çağın vebası gibi her yerde ve salgın halinde[yse]”, insanlar başkalarında gördüklerini ihbar etmeye bunca hevesliyse ve hayatlarımızı başkalarının tanıklıklarına göre düzenlememiz, görülmek istememiz ve gösteriş merakımız bunun nedenlerinden biriyse, bunun –azıcık dolaylı– sonucunda bazı yüklemler de yerine oturmayabilecektir.
“… evet, alayınızın diye başlayan amir kapıya yürüyor fark ediyorum, amir kapıya yürüyor, düşünme yeteneğimde mi bozukluk oluştu dövdükleri için, yoksa olan biteni size anlatırken mi bozuluyor cümleler, amir ve diğer kapıdan bakan polisler, cop filan mı araya giriyor, yüklem yerine oturmuyor, zamanı yanlış kullanırım belki, yani kullansam da olur, ama eleştirmen/tanıtıcı büyük bir hazla değinecektir yazısında, işte saf ve aktüel romancı ama otorite onu iyice ezmiş, cümle kurmayı unutturmuş diyecektir ve amir hızla odadan çıkıp gidecektir, gidiyor. Kapıyı kapatıyorlar.” (s. 65)
•