Yunus adam Jacques Mayol ve Derinlik Sarhoşluğu’nun (Le Grand Bleu) gerçek hikâyesi

1988’den bu yana koca bir neslin rüyalarını maviye boyayan Le Grand Bleu filminin kahramanları gerçek hayattan alınmıştı. Bu iki karakterden birinin yaşamöyküsüne ışık tutan 2017 tarihli The Dolphin Man adlı belgesel 74 yaşında intihar eden Jacques Mayol efsanesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkardı. (Yasal olmayan uyarı: Gayet spoiler içerir.)

23 Eylül 2020 12:56

Jacques: “Düşmeden kaymak gibi bir his. En zoru ise en dibe geldiğinde. Çünkü yukarı dönmek için iyi bir neden bulman gerekiyor ve ben bulmakta zorlanıyorum.”  

Le Grand Bleu

 

Luc Besson imzalı Le Grand Bleu / Derinlik Sarhoşluğu’nun 1988 yılındaki ilk gösteriminden itibaren pek çok kişi için unutulmaz filmler arasına girmesi kaçınılmazdı, zira “kaçışın” en romantik temsillerinden biri olarak bize bugüne dek sinemada sıkça rastladıklarımızdan farklı bir adres sunuyordu: sualtı. Belki insanoğlu denizden karaya çıkalı daha 25 – 30 milyon yıl oldu ve kemiklerimiz bile karada yürümeye henüz tam olarak alışamadı… Belki serseri ruhlu bir tarihöncesi balık ya da balıksı canlı sırf merakından karaya çıktı diye bugün işe gidip kira ödüyoruz! Belki hayatın başlangıcı olan deniz bizim gerçek yuvamız ama şurası bir gerçek ki bizler artık fizyolojik olarak su altına ait değiliz.

Ait olmadığımız bir yere gitmenin en güzel yanı ait olduğumuz yerde olmamaktır…

Ait olmadığımız bir yere gitmenin en güzel yanı ait olduğumuz yerde olmamaktır. Böylece ait olduğumuz yerin dert ve tasalarından bir hamlede uzaklaşmış buluruz kendimizi. Ama gideceğimiz yerde var olmamız imkânsızsa buna bir de yasak aşk faktörü eklenir. İmkânsızın çekiciliği, mümkün olanın sıradanlığı karşısında son derece güçlü bir arzu nesnesidir. Le Grand Bleu filminde yunusların yüzgeçlerine tutunup mavi derinliklerde kaybolan Jacques’ın gerçek hayatın gerekliliklerine, hatta en basit kurallarına bile adapte olamayışı ve hayatı başka yerde araması da modern yaşamın yükü altında ezilen biz biçare kullara elbette romantik ve çekici gelecektir. O, karada güçlükle nefes alıp tökezleyen bir su canlısı gibidir ve gerçek yuvasında kendini özgür hisseder – yani suyun altında. Doğrusu sırf bu film yüzünden birkaç nesil kafayı yunuslarla bozmuştur diyebiliriz…

Üstte: Jacques Mayol ve Enzo Maiorca.
Altta: Jacques ve Enzo rollerinde Jean Marc Barr ve Jean Reno. Le Grand Bleu, 1988.

Baş karakterleri gerçek hayattan alınan filmde Jean Marc Barr’ın canlandırdığı Jacques Mayol, gerçek hayatta da aynı ismi taşıyan Fransız bir serbest dalgıç. Jean Reno’nun canlandırdığı ve filmin sonunda hayatını kaybeden Enzo Molinari karakteri ise Enzo Maiorca adlı bir İtalyan dalgıçtan esinlenilerek yaratılmış. Fakat bu iki ünlü serbest dalgıç filme sadece ilham vermiş, zira Jacques ile Enzo gerçek hayatta arkadaşlık etmiş ve aralarında hararetli bir rekabet yaşanmışsa da birbirleriyle aynı yerde asla yarışmamış, ikisi de 121 metreye dalmamış ve hayatını dalış sırasında kaybetmemişti.

Yönetmen Luc Besson, Club Med’in tüplü dalış eğitmenliğini yapan ailesi sayesinde denizle iç içe bir çocukluk yaşamış ve on yaşındayken Fas kıyılarında vahşi bir yunusla saatlerce suda oynadığı günleri asla unutamamıştı. 85 yılında Marsilya’da serbest dalgıç Enzo Maiorca ile tanıştıktan sonra Elba adasında 30 metre derinliğe kadar dalışlar yaptığı dönemde mavi derinliklerde kendini kaybetme fikrine odaklandı. Çok geçmeden senaryosunda Enzo Maiorca ile birlikte çalıştığı Le Grand Bleu filminin hazırlıklarına başladı. Jacques Mayol karakteri için Christopher Lambert ve Mickey Rourke gibi isimler düşünülse de sonuçta piyango, doğal haliyle bile uzaydan dünyaya düşmüş bir bebeği andıran Jean Marc Barr’a çıktı. Bazı filmlerindeki kadın karakterlerin temsili konusunda şaibeli olduğunu rahatça söyleyebileceğimiz Luc Besson’un bu filminde baş kadın karakteri de Rosanna Arquette olabilecek en çekici ve sevimli şekilde canlandırdı. Filmdeki Joanna karakteri üzerine söylenecek çok şey varsa da konuyu dağıtmamak için o sulara şimdilik girmeyelim ve hikâyemize devam edelim…

Avrupa’da Eric Serra imzalı müziklerin eşlik ettiği yönetmen versiyonuyla, ABD’de ise Bill Conti’nin müzikleri eşliğinde, daha “steril” bir içerik ve daha “iyimser” bir finalle gösterime giren film bir neslin rüyalarını yunuslarla doldurup tavanlarını maviye boyadı. Bolca ödül ve görkemli bir gişenin yan sıra sınırsız övgüler aldı ve sinema tarihinde kendine özel bir yer edinmeyi başardı. Fakat hem işin başından itibaren Luc Besson’a yol arkadaşlığı eden Enzo Maiorca hem de Jacques Mayol, gerek kendi karakterlerinin gerekse serbest dalış sporunun gerçeğe uygun bir şekilde yansıtılmadığı, hatta düpedüz çarpıtıldığı kanaatindeydiler; ortaya çıkan sonuçtan memnun olmamışlardı. Luc Besson sinemacı olarak unutulmaz ve sürükleyici bir hikâye yaratmayı başardı ancak film Enzo’nun itirazları nedeniyle yapımından itibaren tam 14 yıl boyunca, yani Mayol’un 2002 yılında ölümünden kısa bir süre sonrasına kadar İtalya’da gösterime girmedi. Öte yandan günümüzde gitgide popülerlik kazansa da dünyada küçük bir azınlığın merak saldığı serbest dalış sporu, bu film sayesinde geniş kitleler tarafından tanınır hale geldi.

“Serbest Dalış sessizlik demektir… İçimizden gelen sessizlik.” Jacques Mayol

Serbest dalış nedir? Serbest dalış insanın oksijen tüpü vb. hava desteği kullanmadan kendi nefesiyle suya dalmasıdır. Bir serbest dalış antrenmanında denizin ortasında, altından derinlere doğru ip sarkıtılmış bir duba ve etrafında sessizce nefes alıp veren iki üç kişi görürsünüz. Bu insanlar önce fazla konuşmadan ve gereksiz yere hareket etmeden uzun uzun nefeslenir, sonra sırayla ipe paralel bir şekilde dalarlar ve birbirlerinin güvenliğinden sorumludurlar. Ülkemizin Yasemin Dalkılıç ile tanıdığı bu sıradışı spor dalında bugün Türkiye’nin pek çok kıyı cennetinde sertifikalı eğitmenlerden serbest dalış eğitimi alabilir ve bu benzersiz deneyimi hayatınıza katabilirsiniz.

Serbest dalışa dair

Bilimciler çağlar boyunca fizik kanunlarına göre insanoğlunun 30 metreden daha derine dalamayacağına, daldığı takdirde iç organlarının basınca dayanamayarak infilak edeceğine inanıyorlardı. 1949 yılında Macar pilot/zıpkıncı Raimondo Bucher 30 metreye tüpsüz dalabileceğini iddia etti ve bu hedefini gerçekleştirdiğinde serbest dalış sporunun “resmi” atası oldu. 30 metrenin altında 'Boyle' kanununa göre ciğerlerin infilak edeceği varsayımının geçersiz olduğu da bu şekilde ortaya çıktı. 1969'da Neil Armstrong Ay'a ilk kez ayak basarken insanoğlunun denizin derinliklerindeki keşifleri de devam ediyordu. 60'lı yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda pek çok deniz memelisi gibi insanoğlunun da suyla temas ettiğinde harekete geçen bir "dalış refleksine" sahip olduğu ortaya çıktı. Su altında derinlere indikçe akciğerler basıncın etkisiyle içindeki sıkışan havaya birlikte ufalıyor, derin dalışlarda neredeyse bir portakal kadar küçülüyordu, evet. Ancak kalp atışları gitgide yavaşlıyor, el ve ayaklardan çekilen kan akciğer ve beyni korumak için vital organlarda toplanıyor, dalakta depolanan temiz oksijen dolu bir miktar kan tekrar vücuda salınıyordu. Karadaki nefes tutma kapasitesi ise yüzümüzdeki reseptörler soğuk suyla temas ettiğinde kat be kat artıyordu. Kısacası 'insan' sandığımızdan çok daha "akuatik" bir varlıktı. Bedenimizin yüzde 60'ının sudan ibaret olduğunu, gezegenimizde yaşamın karada değil suda başladığını, daha doğmadan önce 9 ay 10 gün nefesimizi tutarak suyun içinde yaşadığımızı düşünürsek insanoğlunun suda varlığını kolaylaştıracak mekanizmalara sahip olması aslında çok da büyük bir sürpriz sayılmazdı.

Japon denizkızları olarak da bilinen Ama’ların son temsilcileri bugün ilerleyen yaşlarına ve azalan sayılarına rağmen kadın dalgıç geleneğini sürdürüyorlar.

İnsanın bu “akuatik” becerilerinin zamanla ve tekrarla geliştirilebileceğini kanıtlayan Bodrumlu süngercilerle Filipinli zıpkıncılardan Japon Denizkızları olarak da bilinen Ama’lara, kendi nefesiyle dalıp suda rızkını aramak dünya tarihi boyunca insanoğlunun belli bir kısmı için geçim kaynağı oldu. Ve pek çok konuda olduğu gibi kimilerinin ekmek teknesi kimilerinin oyun alanına dönüşerek bir spor dalı haline geldi. Geçmişte “süngerci olmak mı istiyorsun, al şu kayayı kucakla” diyerek suya atılmak suretiyle kulak zarları patlatılan ve dalgıç kahvelerinde neredeyse hepsi sağır olduğu için birbirlerine bağırıp duran dalgıçların aksine serbest dalış sporcuları katı bir güvenlik protokolü ve bilimsel gerçekler ışığında bu akuatik potansiyeli geliştirdiler.

Serbest Dalış sporunda temel disiplinler kısaca şöyle:

1- Üzerinizde belli miktarda kurşun ağırlık taşıdığınız “Sabit Ağırlık” (Palet- Monopalet (CWF) ve Paletsiz (CNF))

2- İsmiyle müsemma Değişken Ağırlık (VWT)

3- Su altında nefes tutulan Statik Apnea (STA)

4- Su altında yüzeye paralel bir şekilde tek nefesle yüzülen Dinamik Apnea (Palet (DYN), Monopalet (DYNB)ve Paletsiz (DNF))

5- Sadece ellerinizle ipe tutunarak dalıp çıktığınız Free Immersion (FIM)

6- Ve son olarak da Le Grand Bleu filmi ve dünya sualtı dalış rekortmeni Yasemin Dalkılıç ile tanıdığımız No Limits Apnea (NLT). (Bu disiplinde bir tür asansör sistemiyle derine indirildikten sonra hava balonu ile yukarı ışınlanıyorsunuz. Arada olanlar ise muhtemelen yaratıcıyla sohbet şeklinde geçiyor ve normal insanlara hitap eden sıradan bir pratik olmadığını söylesek herhalde kimseden azar işitmeyiz.)

Skuba dalış sizi sualtının büyülü dünyasına götürür. Serbest dalış ise kendi içinize.

Zihinsel faktörlerin en az bedensel unsurlar kadar, hatta belki daha fazla öne çıktığı serbest dalış, aslında bir "farkındalık" sporudur denebilir. Son yıllarda gitgide yaygınlaşan serbest dalışın en çekici yanı ise sanılanın aksine çarpıcı ve iddialı rekorlar değil, zihni durduran ve zamanı yavaşlatan bir deneyim olması. İnsanoğlu susmak bilmeyen çöplük zihninin köleliğinden kurtulmak için pek çok yöntem denerken serbest dalış bunun kısa yollarından birini sunuyor. Şurası bir gerçek ki nefesinizi tutup suya dalarken neredeyse hiçbir şey düşünmüyorsunuz. Bu sıradışı sporun pratiği de meditasyon, nefes egzersizi ve esneme çalışmalarına dayanıyor. Le Grand Bleu filmine konu olan yunus adam Jacques Mayol da Uzakdoğunun nefes ve meditasyon pratiklerini serbest dalış sporuna taşıyan isimler arasında başta geliyor…

Le Grand Bleu’ye ilham veren karakterlerin gerçek hayatta serbest dalış sporunda nerede durduğuna gelirsek: Jacques Mayol, Enzo Maiorca ile tanıştığında Maiorca 50 metrenin altına inen ilk dalgıçtı. Daha sonra Mayol 1981 yılında 61 metre ile paletli sabit ağırlıkta (CWF) dünya rekorunu kırdı. Günümüzde bu rekor 2018’dan bu yana 130 metre ile Alexey Molchanov’un elinde; yani insanoğlu 37 yılda 69 metre derine inmiş… Beş katlı bir binanın yaklaşık 20 metre yüksekliğinde olduğunu söylersek belki gözümüzün önüne getirmek biraz daha kolaylaşabilir ama inanmakta güçlük çekebiliriz… Çılgınların sporu “No Limits” (NLT) kategorisinde ise Mayol 1983 yılında 56 yaşında 105 metre derinliğe ulaşmıştı. Günümüzde bu rekor da 2007’den bu yana 214 metre ile Herbert Nitsch’in elinde. Kısacası günümüzde ulaşılan rekorlar bu sporun insan bedeniyle sınırlı limitlerine ulaşmış mıdır, bunu henüz bilemiyoruz. Fakat dalış tarihinde aşılması imkânsız sayılan limitlerin defalarca aşıldığı ve bugün artık kimileri için sıradan sayıldığı da bir gerçek.

Aramızdaki Atlantislilerden William Trubridge.

Bu spor dalında benim en hayranlık duyduğum atlet ise 2006’dan bu yana 102 metre ile Paletsiz Sabit Ağırlık (CNF) kategorisinde dünya rekorunu elinde tutan William Trubridge. Paletsiz sabit ağırlık ne demek? Derin bir nefes alıp, nefesinizi tutup palet vesaire ekipman kullanmadan tamamen bedensel beceriler ve iman kuvvetiyle 102 metreye dalıp bir de yukarı çıkmak; kısacası karanlık uzaylara gidip bir de uzaydan geri dönmek demek. Bu noktadan sonra şunu kolaylıkla söyleyebiliriz ki serbest dalış insanoğlunun akuatik potansiyelini genişletmesine dayalı olsa da aslında bir zihin sporudur…

Uzayın derinliklerini keşfeden astronotlar gibi…

Oxygen: A Memoir  adlı kitabında kendi yaşam öyküsünü ve yarışma kariyerini sürükleyici bir dille anlatan Trubridge 1980 yılında İngiltere'de dünyaya gelmiş. Daha 18 aylıkken yaşadıkları evi satıp yerine tekne alan ailesiyle seneler süren bir deniz yolculuğuna çıkmış. Annesi, babası ve erkek kardeşiyle Karayipler üzerinden Atlantik Okyanusu'nu geçerek Yeni Zelanda'ya vardıklarında 5 yaşındaymış. Yeni Zelanda'da büyümüş, üniversitede fizyoloji ve genetik eğitimi almış. Kısa bir süre mesleğini icra ettikten sonra 2003 yılında serbest dalışla tanışmış. Tıpkı uzayın derinliklerini keşfeden astronotlar gibi okyanusların karanlık diplerini keşfe çıkan Trubridge, kitabında her şeyden öte "eve dönmek için" daldığını söylüyor. İnsanın hem bedensel hem de zihinsel sınırlarını seneler boyu süren katıksız bir bağlılık ve disiplinle nasıl aşabileceğini son derece sade, alçakgönüllü ve insancıl bir dille anlatıyor. Kitap aynı zamanda serbest dalış yarışmalarının yapısına ve gerçeklerine de ışık tutuyor. İnsan fizyolojisinin sınırlarını zorlayan Trubridge, gezegenimizin sıradışı karakterlerinden biri… Yumuşak sesle konuşan, alçak gönüllü, sakin ve ağırbaşlı bir dünya rekortmeni olarak onu özel kılan şey sadece insan fizyolojisinin sınırlarını zorlaması ya da kırdığı rekorlar değil, aynı zamanda hayata bakışı, spor felsefesi ve kendini zaman zaman şiirselliğe varan kusursuz bir berraklıkla ifade etme becerisi. Yaşamını bu işe adayacak ve Bahamalar’da dünyanın en derin mavi çukurlarından Dean’s Blue Hole’un dibine yerleşecek kadar da tutkulu ama ne Enzo kadar alfa, ne de Mayol kadar gizemli. Evli ve çocuklu bir adam olarak dalış işleri haricinde hayli sade bir yaşam sürüyor.

Enzo Maiorca, 1931-2016. Sorrento, 1974.

Enzo: “Haklıydın. Aşağıda olmak çok daha güzel. Orası daha iyi bir yer. Beni suya geri it Jacques, beni aşağıya götür. Lütfen…”

Gelelim Marsilya kıyılarında Luc Besson ile tanışarak Le Grand Bleu filminin yaratılmasına vesile olan Enzo Maiorca’ya… Bir Sicilya çocuğu olan Enzo daha 4 yaşındayken yüzmeye ve çok geçmeden de dalmaya başlamıştı. 1961 yılında 30 yaşındayken 45 metreye dalarak Brezilyalı Americo Santarelli’nin rekorunu kırdı. 1974’te bir dünya rekoru denemesi sırasında 6 metre derinlikte tüplü bir dalgıca çarptıktan sonra su yüzüne çıktığında televizyon izleyicisi karşısında ana avrat dümdüz giderek yayın yasağı aldı. 80’lerde Luc Besson ile tanışıp senaryo sürecine rehberlik ederek bu kült filmin ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Fakat izledikten sonra filme sinir olup 2002’ye kadar İtalya’da gösterimini engelledi. 1994’te siyasete atılıp iki yıl boyunca muhafazakâr Alleanza Nazionale partisine üye olarak milletvekilliği yaptı. Bir orfozun kalp atışlarını parmaklarının altında hissettikten sonra zıpkıncılığı bırakıp vejetaryen oldu ve rekor denemelerini bıraktıktan sonra kendini denizleri korumaya adadı. 2016 yılında 85 yaşındayken cebinde 17 dünya rekoruyla yaşamını doğal yollarla tamamladı. Hayatının bu kısa özetine bakılırsa tıpkı filmde yansıtıldığı gibi, bıçkın bir baş belası mı yoksa doğayla bütünleşmiş özgür bir ruh mu olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı ama insanları gerçek ve canlı, yaşamlarımızı da bir o kadar zor ve çekilmez kılan da bu ruh ve bedende barındırdığımız zıtlıklar değil mi zaten?

Jacques Mayol, 1927-2001.

Hep başka bir yerde, başka bir şeylerin peşinde bir hayat…

Peki ya Jacques Mayol, yunuslarla arkadaşlık eden uzaylı çocuk, onun hikâyesi neydi? Le Grand Bleu’de naif bir deniz canlısı olarak tasvir edilen Jacques kardeşimiz de gerçek hayatta en az Enzo kadar zıtlıklarla dolu ve fırtınalı bir karakterdi. 2017 yılında Leftheris Charitos tarafından çekilen Dolphin Man adlı belgesel Le Grand Bleu’nün asıl kahramanı Jacquel Mayol’un gerçek yaşam öyküsüne ışık tutarak ismin ardındaki resmi ortaya çıkardı.

Fransız vatandaşı olan Jacques Mayol babasının işinden dolayı Şanghay’da doğmuştu. Her yıl yaz tatillerini geçirdiği Japonya’da AMA dalgıçlarının çocuklarıyla oynarken serbest dalışa başladı. Gençlik yıllarında dünyayı dolaşma fırsatı buldu; yazarlık, madencilik, piyanistlik, çevirmenlik ve Hollywood yıldızlarına şoförlük yapmak dahil pek çok maceralı işte çalıştı. Miami’de bir yunus parkında işe girdiğinde evli ve çocukluydu ama vaktinin çoğunu yunus ailesiyle suda geçirmeyi tercih ediyordu. Burada tanıştığı Palyaço adlı dişi yunusla yakın bir bağ kurdu ve onu izleyerek su altında nefes tutma becerilerini daha da geliştirdi. Çok geçmeden eşinden ayrıldı ve ortadan kayboldu. Kendi anne babasından genç yaşta ayrılan ve 18 yıl boyunca onlarla görüşmeyen Mayol bu sefer de çocuklarından uzaklaşarak kayıplara karışmıştı.

Kadın erkek herkesin hayranlık duyduğu, ele avuca sığmaz bir maceracı olarak Mayol.

Bu süreçte dalgıçlık ve ıstakoz avcılığı yaptı, serbest dalışta dünya rekoru denemelerine başladı. Kendi kızı senelerce haber almadığı babasının hayatta olduğunu bir dergi haberinden öğrenmişti. O dönemde dergi ve televizyon haberlerinde sıkça boy gösteren Mayol çapkın bir maceraperest olarak göz dolduruyordu. Hindistan’da öğrendiği nefes ve meditasyon teknikleriyle serbest dalış sporuna önemli katkılarda bulundu. En az onun kadar uçarı ve maceraperest bir ruh olan sevgilisi Gerda ile tutku dolu ve özgür bir yaşam sürerken hayatının aşkını zamansız bir şekilde kaybedince derin bir depresyona kapıldı. Çıkış noktasını ararken bu defa kendini Japonya’nın Budist rahiplerinin yanı başında buldu. Böylece Zen meditasyon geleneği ile serbest dalış pratiğine kattığı zenginliklere bir yenisini eklemiş oldu. No Limits dalında 105 metrelik son dünya rekorunu kırdığında 56 yaşındaydı. Kısacası Le Grand Bleu filminde anlatılanlara doğrudan benzemese de Mayol’un yaşamı gerçekten film gibiydi. Dünyanın her köşesini gezip dolaşan, dünya rekorları kıran ve televizyonlarda, dergilerde boy gösteren, hatta ödüllü bir filme ilham veren ünlü bir dalgıç ve gezgin olarak hayatta arzuladığı ne varsa hepsini gerçekleştirmişti. Mayol’un Le Grand Bleu’deki Jacques karakteriyle ortak bir noktası varsa o da hayatın genelgeçer saydığımız en basit kurallarına uymayı reddetmesi ve hep başka bir yerlerde, başka bir şeyleri aramasıydı. Ama kızının deyişiyle onu seven insanların ya da kendi çocuklarının duygusal ihtiyaçları gibi çok daha basit bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyordu. Ya da hayatı dolu dolu yaşamakla meşgul olduğundan anlamak işine gelmiyordu diyelim…

Mayol: Sadece meditasyon, nefes, yunuslar değil aynı zamanda itlik ve serserilik…

Zenginlik peşindeki insanları sürekli mal mülk biriktirme peşinde oldukları için yermekte üstümüze yoktur ve hayatta en değerli şeylerin parayla satın alınamayacağını söyleriz. Asıl kıymetli olan ve gerçek mutluğu yaşatan ‘an’lar ve deneyimler değil midir? Öyleyse hayatta canı ne isterse onu yapan dünya rekortmeni özgür ruh Jacques Mayol’un 2001 yılında 74 yaşındayken ağır bir depresyonun derinliklerinde kendini asarak intihar etmesini nasıl açıklayabiliriz?

İtiraf edeyim ki bunu öğrendiğimde olduğum yerde biraz yıkıldım. Hayatı boyunca mal mülk yerine arzu, tutku ve deneyim biriktiren Mayol, ardında bıraktığı mektupta cennet gibi bir sahilde olsa da ruhunun, kalbinin aradığı o cenneti asla bulamadığını yazıyordu. Ölmeden önce çocuklarıyla son kez bir araya geldiğinde onlara aslında bir kez daha evlenip bir aileye sahip olmak istediğini söylemişti. Bunu söylerken aslında bir aileye sahip olduğunun ve çocuklarının yanı başında toplandıklarının farkına varmayışı her açıdan son derece acıklıydı. Köpeğiyle küçük bir evde sade bir yaşam süren Japon dostuna “ailenin en önemli şey olduğunu” sıklıkla hatırlatıp ona evinin ve sevgili köpeğinin kıymetini bilmesini tembihlemesinde de acıklı bir yan vardı. Üstelik Hindu gurularla meditasyon ve nefes çalışmalarından Japon rahiplerle Zen Budizmine farkındalık ve kişisel gelişim adına ne varsa hepsini yapmıştı ki bu da çıkış yolunun şurada ya da burada olmadığı anlamına geliyordu. Mayol sistemin çarklarına kapılmayı reddetmiş, içinde yaşadığımız acımasız ve materyalist düzeni elinden geldiğince ‘hack’leyerek arzularının peşinden koşmuş ama belli ki çok daha basit bir şeyleri ‘kaçırmıştı’.

Jacques Mayol ve Enzo Maiorca arasında hararetli bir rekabet yaşandıysa da ikili aynı anda, aynı yerde hiç yarışmamıştı.

Serbest dalışın büyüsüne kapılan ve bu benzersiz deneyimi hem yaşamlarıyla hem de ilham verdikleri filmle dünyaya tanıtan Enzo ve Jacques’a çok şey borçluyuz. Ve tıpkı kendi kuyruğunu yutan bir yılan gibi Jacques’ın hayatı dolu dolu yaşarken bazı şeyleri ıskalamasına vesile olan serbest dalış bizlere de hayatta ıskaladığımız bazı şeyleri hatırlatabilir, yaşatabilir. Ülkemizde başarılı atlet, eğitmen ve antrenörleriyle bir yarışma sporu olarak tanınsa ve dünyada bir avuç insanın ilgilendiği elit bir spor dalı olarak algılansa da serbest dalış aslında meditasyon, nefes ve esneklik çalışmalarının karışımıyla herkesin hayatına belli ölçüde katabileceği bir pratik.

Su altında uzun süre nefes tutma ve derinlere dalma potansiyeli bize zihnimizi sürekli meşgul eden canavarlardan bir süreliğine de olsa kurtulma fırsatı veriyor. Bedenimizin sınırlarının sandığımızdan çok daha esnek olduğunu ve limitlerin aslında sadece zihnimizde olduğunu öğretiyor. Baskı altındayken rahatlamayı öğreterek bize belki günlük yaşamımıza da yansıtabileceğimiz benzersiz bir algı kapısı açıyor. Ve hepsinden önemlisi bize hayatın sadece içinde bulunduğumuz ‘an’dan ibaret olduğunu hatırlatıyor. Çünkü bu hem mavinin derinliklerine hem de kendi içimize yaptığımız bir yolculuk. Serbest dalışı hayattan kaçmak için değil, hayatı kaçırmamak için deneyimlemekse bize kalmış.

 

GİRİŞ RESMİ:


Bir neslin rüyalarını maviye boyayan unutulmaz tavan sahnesi. Le Grand Bleu.