Zafer Aydın'la söyleşi: ‘68’in İşçileri

“Emeğe, dayanışmaya, mücadeleye ve umuda dair belleklerde taşınan öykülerin, anıların, tanıklıkların kaybolup gitmesini istemedim. Çünkü belleklerde taşınan tarih, taşıyanın ömrüyle var olabiliyor. Ben Türkiye ‘68’inin ihmal edilmiş aktörleri işçilerin, onların son derece kıymetli olan yaşam öykülerini görünür, bilinir hale getirmeyi amaçladım.”

Türkiye emek ve sol tarihini konu edinen kitaplara bir yenisi daha eklendi: ‘68’in İşçileri. Yazar Zafer Aydın, İşçilerin Haziranı-15-16 Haziran 1970 kitabı için görüşme yaptığı işçilerden yirmi üçünün yaşam hikâyelerini anlatıyor yeni kitabında. Elbette sadece o işçilerin değil, Türkiye’nin de tarihi anlatılan. 1968 ile başlayan grev, işgal ve direnişlerin içinde “adanmışlık duygusu ile mücadele eden” işçilerin yaşam hikâyeleri hayli etkileyici. Mücadelelerine, sendikalarına, arkadaşlarına duydukları güven ve inançla hayatlarına devam etmişler. O yılları yaşayan diğer işçi arkadaşları gibi hâlâ özgüvenli ve umut dolu olmaları da ortak özellikleri…

Hak arama mücadelesinin “isimsiz kahramanları” olan bu işçilerin duygu ve düşünceleri, daha sonraki yıllarda da emek hareketi içinde devam eden eylemlilikleri bize çok şey anlatmakta. Sağa sola savrulmadan, yıkılan duvarların altında kalmadan emek, dayanışma ve demokrasi için verdikleri onurlu mücadelenin haklı gururunu taşıyan işlerin yıllardır gölgede kalan hayatlarını görünür kılan ‘68’in İşçileri kitabı emek tarihimiz için yeni bir kaynak.

Küreselleşme ve Sendikal Hareket (1997), Temel Sendikal Bilgiler (2006), Aziz Çelik ile birlikte Paşabahçe 1966, Gelenek Yaratan Grev (2006), Sollamalar (2006), Forum mu Yapsak Yoksa Devrim mi (2008), “Kanunsuz” Bir Grevin Öyküsü-Kavel 1963 (2010), Geleceğe Yazılmış Mektup-Derby İşgali (2012), Grevden İşgale Singer Eylemleri (2015), İşçilerin Haziranı-15-16 Haziran 1970 (2020) isimli kitapları ve gazete yazılarıyla tanıdığımız Zafer Aydın ile yeni kitabı ‘68’in İşçileri üzerine söyleştik...

Kitabın yazılış hikâyesi ile başlayalım isterseniz…

‘68’in İşçileri, 2020 yılında yine Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan İşçilerin Haziranı-15-16 Haziran 1970 kitabımın tamamlayıcı parçası olarak okurlarla buluştu. Çoğu birincil kaynaklara dayanılarak hazırlanan İşçilerin Haziranı kitabında belgelerde yer alan bilgilerin doğrulanması ya da belgelere yansımayanların aktarılması için, dönemin aktörlerinden 119 kişiyle görüşme yaptım. Bu görüşmelerin çok büyük kısmı yüz yüze görüşme olarak gerçekleşirken, görüşülenlerin ağırlıklı kısmını da doğal olarak işçiler oluşturdu. Görüşmenin akışı içinde anlatılanlar 15-16 Haziran’ın sınırlarını aşarak, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan sosyal ve siyasal olaylarının içinde yer alan, çeşitli roller üstlenen insanların yaşam öykülerini ortaya çıkarıyordu. Emeğe, dayanışmaya, mücadeleye ve umuda dair belleklerde taşınan öykülerin, anıların, tanıklıkların kaybolup gitmesini istemedim. Çünkü belleklerde taşınan tarih, taşıyanın ömrüyle var olabiliyor. Ben Türkiye ‘68’inin ihmal edilmiş aktörleri işçilerin, onların son derece kıymetli olan yaşamöykülerini görünür, bilinir hale getirmeyi amaçladım. 1 Mayıs’lardan DGM Direnişi’ne, kitlesel grevlerden, Faşizme İhtar Eylemi’ne kadar bir dizi eylemin içinde yer almış, 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele pratiklerinde koşturmuş, emek ve sosyalizm mücadelesinde dirsek çürütmüş, bedel ödemiş insanların hikâyelerini kalıcılaştırmak istedim. İstedim ki, bugünden bakınca sadece hayal kırıklıklarının, yenilgilerin değil, umudun da, umudun peşinden koşan ve enkaz altında kalmayan insanların varlığı da görülsün… Bilmem başarabildim mi?

Emek tarihinin en büyük işçi eylemine sahne olan 15-16 Haziran 1970’de İstanbul sokakları… 

Kısaca “’68 Olayları” olarak 12 Mart 1971 Darbesi’ne kadar süren olayları nasıl değerlendiriyorsunuz, 1968’de dünyada ve Türkiye’de ne oldu?

Yanıtı uzun ve zor soru! Çalışmadığım yerden geldi! Şaka bir tarafa, “’68” dediğimizde ulusal düzlemde farklı toplumsal hareketlerin, uluslararası düzlemdeyse dünyanın çeşitli ülkelerinden yükselen seslerin birbirine eklemlenmesi ya da senkronize olmasıyla döneme damgasını vurmuş bir hareketlenmeden söz etmiş oluyoruz. ‘68’i dünya çapında var eden, ABD’nin Vietnam’a yönelttiği saldırı oldu. ABD’nin burada işlediği savaş suçları, insan hakları ihlalleri, anti-emperyalizm fikrinin kuvvetlenmesi ve yaygınlaşmasında adeta işaret fişeği oldu. Ancak ‘68’i esas karakterize eden, yaşadıkları koşullardan hoşnutsuz olanların, itirazını ve değiştirme arzusunu ortaya koyan kolektif eylem seferberliğinin üzerine oturmasıydı. Yükseltilen özgürlük talebi, eylemlerin hızla radikalleşmesi ve devrimin hemen elde edilebilecek yakınlıkta olduğuna inanan kitlelerin giriştikleri mücadelelerle ‘68 biçimlendi. İlerleyen yıllarda da değişim, dönüşüm talebi ve sanatta, siyasette, edebiyatta yeninin arayışı olarak sabit bir simge haline geldi. Türkiye ‘68’inde yaşananları iç içe geçmiş iki aks üzerinden okumak mümkündür. Birincisi hak temelli mücadeledir. Bu dönemde öğrenciler, işçiler, topraksız köylüler, üreticiler, Kürtler, kamuda çalışan doktor, hemşire ebe, mühendis, teknik elemanlar, hatta polise ve astsubaylara kadar toplumun her kesimi hakları uğruna mücadelenin içindeydi. Yaşanan haksızlıklara karşı yükselen itiraz sesleri, “haklıyız” vurgusuyla yaratılan meşruiyetle radikalleşti. Radikalleşmenin yansıması olarak üniversite, fabrika, toprak işgalleri gündeme geldi. İkinci aks ise bu mücadelelerin toplamında anlamını bulan, sosyalizmi hedefleyen devrimci mücadeleydi. Bu sürecin en kitlesel, en sarsıcı sonuçlar üreten eylemi ise 15-16 Haziran oldu. 15-16 Haziran, işçi sınıfının kimliğinin ve varlığın pekiştiği bir eylem oldu. İşçiler “Biz buradayız” ve “Bizi hesaba katmadan kimse adım atamaz” dediler.

12 Mart 1971 darbesi, bu korkunun ürünü olarak ve yükselen toplumsal muhalefeti, devrimci hareketi baskılamak üzere sınıfsal bir refleksle gündeme geldi. 12 Mart, Türkiye ‘68’inde bir dönemi kapatmış olsa bile bu sürecin sonlandığı anlamına gelmez. Nitekim daha 12 Mart sonrası işçi ve sol hareketin gelişme seyrine bakarak bunu görmek mümkün.

“1968 Olayları” ve “’68 Kuşağı” denince öğrenci hareketi ve onların kurdukları örgütlerle yaşamlarını yitiren devrimci önderler ilk akla gelenler oluyor. “15-16 Haziran Direnişi”ni yaratan o dönemin işçileri, 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte yaşanan kıyımın gölgesinde kalmış gibi…

Aslında beni ‘68’in İşçileri kitabını hazırlamaya iten bir diğer etmen de bu oldu: Türkiye’nin ‘68’inin en önemli eylemi olan 15-16 Haziran üzerine görüşme yapmaya giderken, görüşeceğim işçiler için ‘68’in işçi kuşağı olduğuna dair bir kanaat yoktu. Oysa gençlikten isimlerle görüşürken, ‘68 kuşağından birileriyle görüşüyorum bilgisi ve duygusu içindeydim. Kabul ediyorum, yanılgı bana ait, ama benimle sınırlı olduğu söylenemez. Sol kültürde yer alan popüler tarih anlatısının yarattığı yanılsamanın sonucu olarak ‘68’in işçi kuşağı daha az görünür, bilinir hale geldi. Kuşkusuz, bu algının ortaya çıkmasında ‘68’in öğrenci gençlerinin sahip olduğu yüksek mobilizasyon ve senin de ifade ettiğin gibi, dönemin gençlik önderlerinin idam edilmesi, Kızıldere’de yargısız infaza uğraması etkiliydi. Nedeni ne olursa olsun, Türkiye ‘68’inde işçiler gölgede kaldılar. Bu kitap ‘68’in işçilerinin haklarını teslim etme çabalarına mütevazı bir katkı yaparsa ne mutlu!

1968 öğrenci hareketi ile işçiler arasında daha önce olmayan bir ilişki kuruluyor. Bu ilişkiyi işçiler nasıl değerlendiriyor?

Toplumsal muhalefetin iki kolu olarak işçi ve öğrenci gençlik arasında, ‘60’lı yılların son yılları hariç güçlü bağlar olduğundan söz edilemez. Kaldı ki, o yıllarda “Ordu-gençlik el ele” sloganıyla yürüyen gençliğin ana kütlesinin gözünün işçileri görmesi pek mümkün değildi. Bir ilişki zemininin doğması, 1967’de DİSK’in kurulmasıyla oldu. DİSK muhalif bir sendikal merkez olarak toplumun bütün kesimlerinin olduğu gibi, öğrenci gençliğin de ilgi alanı içine girmişti.

Sokakta ilk sıcak temaslardan birinin 1968 Derby işgali sırasında gerçekleştiği söylenebilir. Harun Karadeniz’in anılarında anlattığı, benim de Derby Lastik Fabrikası temsilcisi Kani Uğur’a teyit ettirdiğim üzere, Derby’yi işgal eden işçilerin temsilcisi İTÜ’ye gidip Harun Karadeniz’le görüşerek destek istemişti. Harun Karadeniz başta olmak üzere dönemin devrimci gençleri de Derby’ye giderek işçilere destek verdiler. Burada kurulan ilişkinin gençlik içinde “Ordu-gençlik el ele” sloganından “İşçi-gençlik el ele” sloganına doğru bir makas değişimine yol açtığını söyleyebiliriz. Bu ilişkiyi daha sonra dayanışma ekseninde Kavel’de, Singer’de, DemirDöküm’de, pek çok grev ve direnişte ve elbette 15-16 Haziran direnişinde de görmekteyiz. Burada Harun Karadeniz’in öncülüğüyle kurulan Kartal İşçi Birliği’nin işçiler ve gençler için önemli bir buluşma zemini olduğunu da vurgulamak zorundayız. Aynı şekilde, “Kanlı Pazar” olarak bilinen “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”nün örgütlenmesinde öğrenci gençlerin ve işçilerin birlikte çalıştıklarını da…

Benim görüşme yaptığım işçilerin tamamının öğrenci gençliğin eylemlerde sergilediği dayanışmacı tutumdan son derece hoşnut olduğunu söyleyebilirim. Ancak özellikle 15-16 Haziran’a ilişkin gençlerin rolünü abartan, hatta “eylemi biz yaptık” diye dile getirilen görüşlerden son derece rahatsız olduklarını da eklemeliyim. Bunu kendi emeklerinin, eylem ve mücadele kapasitelerinin küçümsemesi olarak görüyorlar. Haksız da değiller, çünkü eylemin esas unsuru olan üretimin durması ve fabrikaların boşaltılması. Bunu gerçekleştirenler ise işçiler. Gençler boşalan fabrikalardan çıkan işçi kollarının yanında yer aldılar. Kavga ânında işçilerle omuz omuza kavgaya girdiler, birlikte barikatları aştılar. Bunlar tamam… Ancak öğrenci gençliğin rolüne ilişkin bundan daha ileri iddialarda bulunmak da gerçekle bağdaşmıyor.

16 Şubat 1969’da Taksim Meydanı’nda Amerikan 6. Filo’sunu protesto eden devrimci öğrenci ve işçilere gericilerin saldırısı sırasında Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan isimli iki işçi yaşamını yitirir.

Söz açılmışken şunu sorayım: 15-16 Haziran kendiliğinden bir eylem miydi? Bu eylemde DİSK’in, TİP’in ve Dev-Genç’in rolüne dair neler söylenebilir?

En son söyleyeceğimi konunun başında, lafı dolaştırmadan söylemek gerekirse; kendiliğindenci bazı özellikler taşıdığı söylense bile, 15-16 Haziran kendiliğinden bir eylem değildir. Hazırlanan düzenleme doğrudan DİSK’i sahanın dışına itmeyi hedefliyordu. DİSK tehlikenin farkındaydı ve işin başından itibaren kendini, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü korumak üzere hazırlık içindeydi. Şubat ayında toplanan DİSK Genel Kurulu yasaya karşı geliştirilecek eylemleri örgütlemek üzere Yürütme Kurulu’na yetki veren karar aldı. 9 Mart’ta üye sendikalara DİSK tarafından gönderilen toplantı çağrısında, sendika yöneticilerinin yanı sıra ileride gerçekleşecek eylemlerde sorumluluk üstlenebilecek sendika üyelerinin de toplantıya katılması istendi. Bu iki belge bize en azından mart ayında DİSK’te bir eylem iradesinin şekillenmeye başladığını göstermektedir. Eyleme geçme kararı ise 14 Haziran 1970’te, Merter Toplantısı’nda alındı. Eylemin ucu “yasa geri alınıncaya kadar” diye açık bırakılmış, ancak ilk üç günü planlanmıştı. Bu plana göre birinci ve ikinci gün üretim durdurulacak, üretimi durduran işçiler sokaklara çıkıp, bölgedeki diğer fabrikaların işçileriyle buluşarak gösteriler yapıp yasaya karşı tepkilerini ortaya koyacaklardı. Üçüncü gün ise Taksim Meydanı’nda bir miting yapılacaktı. İlan edilen sıkıyönetim nedeniyle miting yapılamadı ama onun dışında, toplantıda alınan kararların pek çoğu uygulandı. Eylem DİSK’in kararıyla gerçekleşti ve elbette bu boyutta bir kitlesel eylemde her zaman görüleceği gibi, karar alan iradeyi aşan bazı özellikler gösterdi. Ancak kendiliğindenci bir eylem değildi. Arkasında o güne kadar işçi sınıfının mücadele içinde edindiği bilgi, birikim ve tecrübe vardı. Buna yaslanarak ve DİSK’in kararıyla gerçekleşti. 15-16 Haziran’ın kendiliğinden bir eylem olduğu savı emek tarihine ilişkin inatçı yanlışlardan biridir.

15-16 Haziran sırasında Türkiye İşçi Partisi (TİP), sonu yol ayrımına, bölünmeye varacak bir iç gerilim yaşamaktaydı. Bunun yarattığı zaaflara rağmen işçilerin eyleminin yanında durdu, destekledi. Meclis’te Rıza Kuas ile –ki o sırada TİP Meclis’te iki milletvekiliyle temsil ediliyordu, Aybar da o sırada Meclis çalışmalarından izinliydi– Senato’da Fatma Hikmet İşmen ile yasaya karşı çıktı. İster “Milli Demokratik Devrim taraftarı” osun, isterse “Sosyalist Devrimci” olsun, TİP’in il ve ilçe örgütleri eyleme destek verdiler. Bunun dışında DİSK’in, üye sendikalarının ve işyeri temsilcilerinin arasında çok sayıda TİP üyesinin olması, TİP’in eylemlerdeki rolünü örgütsel varlığının daha üstünde bir noktaya taşıdı.

Biraz önce de dile getirdiğim gibi, eylem işçi hareketinin sendikal örgütlenme zeminlerinde alınan karar uyarınca ve kendine özgü örgütlenme ve mücadele pratiği içinde şekillendi. İşçiler sokağa çıktıklarında Dev-Genç’lileri yanlarında buldular. Dev-Genç’in kendisi de eylemlerdeki rolünü “işçilerle omuz omuza dövüşmek” olarak saptamıştı.

Solda: 1968 Öğrenci olaylarının başlangıç noktası: Demokratik üniversite için İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) boykotta… Sağda: 4 Temmuz 1968’de Derby Lastik Fabrikası işgali…

O dönemi yaşayan ve büyük çoğunluğu işçilerden oluşan 119 kişiyle söyleşi yaptınız. ‘68’in İşçileri kitabında bunların arasından yirmi üç işçinin yaşamöyküsüne yer verdiniz. Bu işçileri neye göre seçtiniz ve ortak noktaları nelerdi?

Yirmi üç kişi, nispeten daha uzun görüşme kaydı yaptığım işçiler arasından sendikaların merkezlerinde yer almamış ve yaşamöyküsünün yazılmasına izin verenlerden oluştu. İşçilerin Haziranı kitabı için görüşme yaptıklarımın arasında kadın işçi sayısının azlığı, doğal olarak buraya da yansıdı.

Ortak özelliklerine gelince, aralarında Balkan göçmeni ve kent doğumlular olmakla birlikte, ağırlığı köy kökenli. Tamamına yakını birinci kuşak işçi, yine az bir kısmı lise, ondan daha da az kısmı yüksekokul mezunu olmasına karşın, çoğunluğu ilkokul mezunu. Büyük kısmı sendika üyesi olarak girdiği mücadelede siyasal kimlik sahibi de olmuşlar. İki okulları var; TİP ve DİSK. DİSK kurulmadan önceki dönemde de, daha sonra DİSK’i kuracak olan devrimci sendikalar işçilerin eğitiminde önemli bir yer tutuyordu. Romantik olduklarını, heyecanlarını kaybetmediklerini, okuma alışkanlıklarını korumaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Sınıfın geneline baktığımızda ‘68’in işçileri elbette azınlıktalar, ama çoğunluğun hakları için adanmışlık duygusu içinde mücadele etmekten geri durmamışlar. Hikâyeyi güzel yapan da burası.

Bir başka ortak noktaları ise eylemin, direnişin içinde kazanılmış, özgüvene sahip olmaları. Bana kalırsa yıkılan duvarların enkazı altında kalmadan, her eylemde, direnişte, grevde bayrak sallamaya devam ediyor olmalarında bu özgüvenin büyük payı var.

Son olarak 1968’in işçileri ile günümüz işçileri arasında “işçi” ve “sınıf” kavramları, sendikal ve örgütlü mücadeleye katılım konularında bir karşılaştırma yapmanızı isteyelim…

‘68’in işçilerinin bilinçlenmesinde sınıf kavramı çok özel bir yere oturmakta. Çünkü ‘60’lı yıllar boyunca soldan esen politik ve kültürel iklimin de etkisiyle işçiler “sınıf”, “sömürü” gibi kavramlar üzerinden sendikal mücadeleye dahil oluyordu. DİSK de sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesi içinde gören bir sendikal anlayışla kendine alan açmaktaydı. Sınıf kimliğine ve sınıf farklılıklarına yapılan vurgu bir yandan işçiler için birleştirici oluyor, bir yandan kime karşı ve neden mücadele edilmesi gerektiği fikri kuvvetleniyordu. Bunun sonucu olarak, sıradan bir işçinin gözünde hak kavramı anlam kazanıyordu. Hak kavramıyla buluşan işçi için patron “ekmek veren”, “asla nankörlük edilmemesi gereken” otorite olmaktan çıkıyordu. Böyle olunca biat değil itiraz, lütuf değil hak kavramı etkinlik alanı kazanıyordu. Bu da sendikal mücadeleye katılımın artmasında olumlu bir işlevi yerine getiriyordu.

Şimdiyse bir yandan sınıf kavramının unutulması, sendikal hareketin sınıfsal bir perspektiften yoksun olması, sınıfa ve sınıf mücadelesine dair hak, dayanışma, mücadele gibi kavramların işçilerin sözlüğünden silinmesini getirdi. Bugün işçiler için yanında çalıştığı arkadaşıyla kader birliği yapmak, ortak çıkarları üzerinden birlikte mücadele etmekten daha önemli olan, patronuyla aynı dinsel veya etnik kimlikten olmak. Hal böyle olunca, “aynı gemideyiz” yalanıyla biat, verilene razı olma yaygınlık kazanıyor. Bu durumda sendikal örgütlenme, işçinin hayatında karşılığı olan bir yapı olmaktan çıkarıyor. Oysa bir kamyon arkası yazısında dediği gibi, “Aynı gemideyiz ama siz dümencisiniz” diye bayrak açacak sınıf siyasetine ihtiyaç var. Hem sendikal alanda hem de siyasette...

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Zafer Aydın, DİSK 16. Genel Kurulunda, 2019.