Doueiri'nin sorunu, önümüze koyduğu Filistinliyle nasıl mesafelenmemiz gerektiğine en başından kendisinin karar vermesi. Önümüze koyduğu Filistinli; barbar, laftan anlamayan ve eline geçen her fırsatta şiddete, silaha ve bombaya başvuran bir akılsız..
28 Haziran 2018 14:15
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin propaganda süreci boyunca adayların söylemlerini takip etmekte zorlandığım için kendime bazı filtreler belirledim. Cinsiyetçi söylemlerde bulunanlara, Kürt ve mülteci düşmanlığı yapanlara da özellikle dikkat etmeye çalıştım. Örneğin, Cumhuriyet Halk Partisi adayı Muharrem İnce, mevcut cumhurbaşkanına “Gel karşıma, erkekçe dövüşelim” dediğinde hem kendi partisinin hem de diğer partilerin tabanından ve kadın adaylardan tepki görmüştü. İnce, ertesi gün bu söylemi yüzünden kadınlardan özür dilemek zorunda kaldı. Tepkiler olmasa, muhtemelen dilemeyecekti. Daha sonra kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyen birini güvenlik görevlileri yaka paça sahneden “attı” ve İnce, ertesi gün bunun için de özür diledi. İnce’nin kendisini hatalı görmediği ve tabandan da tepki görmediği için özür dilemek zorunda kalmadığı tek mesele neydi? Mülteci düşmanlığı. “Bayram tatiline gittiğinizde kapatırım kapıları” derkenki rahatlığı ve özgüveni yüzüne yansıyordu, tepki görmeyeceğinden neredeyse emindi. Yıllar önce metropollere “geldiklerinde” mülteci muamelesi gören Kürtler ve onların temsilcisi konumundaki HDP (Halkların Demokratik Partisi) dahi bu söylem karşısında sessiz kaldı. Demokrasi adına çoğu konuda iyi bir sınav veren ve mevcut adaylar arasında en makûl isim gibi görünen Selahattin Demirtaş dahi, mahkemedeki savunmasında şunları söylüyordu: “Biz de bu cumhuriyetin, ülkenin bir parçasıyız. Burası bizim de anavatanımız, biz başka yerden sürgünle buraya gelmedik, geçerken yanlışlıkla sınırları geçip burada kalmadık. Mülteci olarak Türkiye’ye sığınmadık.”
“Mülteciler, ötekinin ötekisi olarak yerli sefillerin sevk edildiği ve görevlendirildiği dibin daha da altında konumlanan, aranan o dibi temsil eder.”1 Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar kitabında şu örneğe yer verir: Ezop’un Tavşanlar ve Fareler2 masalında, masaldaki tavşanlar diğer hayvanların zulmüne öylesine maruz kalırlar ki artık nereye gideceklerini bilemezler. Bir gün vahşi bir at sürüsü tavşanların üstüne doğru hızla ilerler ve tavşanlar bunu gördüklerinde telaşla göle atlamaya başlar. Sürekli korku içinde yaşamaktansa boğulmaya razıdırlar; fakat tavşanlar göle yaklaşınca tavşanlardan korkan bir kurbağa sürüsü de göle atlamaya başlar. Tavşanlardan biri diğerine dönüp şöyle der: “İşler göründüğü kadar kötü değilmiş.” Her zaman bizden daha kötü durumda olan birinin varlığı bize kendimizi iyi hissettirir. Bizden daha kötü durumda olan öteki, konfor içinde yaşayan ben’i görmemizi sağlar. Lakin şunu biliyoruz ve bilmeliyiz, unutma konusunda bir an bile hafızamız bizi zorlamamalı ki, söz konusu insanlar her gün bir yerden bir yere sürüklenip götürülme, keyfî olarak tutuklanma, sınır dışı ve her an linç edilme tehlikesiyle yaşayan, aidiyet geliştirdiği mekânı, tarihinin baskın bir aralığını terk etmek zorunda kalan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi bile görmeyen insanlar.
1963 Lübnan doğumlu görüntü ve film yönetmeni, senarist Ziad Doueiri, 90’ıncı Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü için aday olan L'Insulte (Hakaret) filmi ile yeniden gündeme geldi. Doueiri, Amerika Birleşik Devletleri'nde okumak için Lübnan İç Savaşı sırasında Lübnan'dan ayrıldı. Bir dönem Quentin Tarantino ile birlikte çalıştı ve Jackie Brown (1997), From Dusk Till Dawn (1996), Pulp Fiction (1994) ve Reservoir Dogs (1992) filmlerinde kamera asistanlığı yaptı. Doueiri aynı zamanda Fransa vatandaşı. Daha önce filmleri Toronto’da gösterilen ve Sundance seçkisine dâhil edilen Doueiri, son filmi Hakaret ile 74’üncü Venedik Film Festivali’nden En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'yle döndü ve Lübnan’ın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Aday Adayı oldu. Peki, ödüle doymayan yönetmeni ve bu yönetmenin filmlerini The Boycott, Divestment, Sanctions (Filistin için İsrail’e Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi, BDS) hareketi neden boykot ediyordu?
Boykot çağrısının ayaklarının nasıl da yere bastığını görmek için yönetmenin yine BDS tarafından tartışmaya açılan diğer filmine gidelim. 2012 yapımı L’Attentat (Saldırı) filmi İsrail’de çekildi ve yönetmen filme dair açıklamalarında İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi çağrısı yaptı.3 Amin Jaafari (Ali Suliman) mutlu ve huzurlu bir yaşam süren bir doktordur. Saldırı’nın ilk dakikalarında Amin’in başarılı bir cerrah olduğu için ödül aldığı konuşmasına tanık oluruz. Yönetmen bu dakikaya dek bize Amin’in evli olduğunu gösterir; lakin bu kadar önemli bir ödülü alırken Amin’in yanında karısı Siham Jaafari (Reymonde Amsallem) yoktur. Ertesi gün Amin hastanenin terasında yemek yerken bir patlama sesi gelir ve hemen sonra da hastaneye yaralılar akın eder. Yaralıların çoğu çocuktur. Bir intihar saldırısı gerçekleştirilmiş ve 17 kişi hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybedenlerden de 11’i çocuktur. Çocuk vurgusu neden mi bu kadar çok? Çünkü yönetmen böyle görmemizi istemiş. Filistin davasına dair söylenecek onlarca söz, haklılığına dair savunulacak onlarca tez varken, önümüze çocukların “dahi” ölümüne neden olan bir intihar eylemcisi konmuş. Filistinli bir Hristiyan olan Siham’ın yaptıklarından haberdar olmayan kocası Amin ise bir enkazdan farksız. Bu eylemi karısı yapmış olamaz, bunu ancak bir canavar yapabilir Amin’e göre. Evde bir not bulduğunda ancak ikna olur. Notta şöyle yazar: “Vatanı olmayan çocuklar güvende sayılmaz. Benden nefret etme.” Amin, karısının bu eylemi neden yaptığını öğrenmek için sürdüğü izde, karısının beyninin yıkandığını düşünür ve bunun sorumlularını bulmak için elinden geleni yapmaya çalışır. Finalde, yozlaşmış bir Arap olduğuna ikna olarak Tel Aviv’e döner ve kimseyi ele vermez. Kimseyi ele vermediği için de meslektaşları tarafından bir hekim olarak şimdi kimin hayatını savunduğunu bilmemekle suçlanır. Ve Kapanış.
Hakaret ise Lübnan Hristiyan Partisi’nin mitinglerinden birinin görüntüleriyle açılır. Tony (Adel Karam), partinin mitinglerine katılan, akşamları televizyondan parti liderinin konuşmalarını tekrar tekrar dinleyen bir milliyetçidir ve Filistinlilerin topraklarını işgal ettikleri görüşündedir. Bir gün balkonunda temizlik yaparken giderindeki sorun yüzünden, mahallede süren çalışmanın başındaki Filistinli Yasser’in (Kamel El Basha) üzerine kirli su boşalır. Yasser, gideri tamir etmek için Tony’nin evine gittiğinde Tony buna izin vermez ve Yasser de gideri dışarıdan tamir eder. Tony bunu görünce gider borusunu kırar. Bir müddet sessiz kalan ustabaşı Yasser, dayanamayıp Tony’ye “Şerefsiz” der. Film de tam olarak burada başlar. Lübnanlı bir Hristiyan olan Tony, Filistinlilerin işgalci ve nankör olduklarına dair sarsılmaz bir inanca sahiptir. Aksanından anladığı üzere Yasser de bir Filistinli ve sürülebilecek yaşamların en kötüsünü hak ediyor. Yasser kendisine şerefsiz dediği için özür dilemezse mahkemeye gitmekte de kararlı. Yasser haklı olduğuna inandığı için özür dilememe konusunda direnir; ancak güvencesiz çalıştırılan bir mülteci olduğu için özür dilemek zorundadır. Özür dilemek için Tony’nin yanına gittiğinde şu sözlere maruz kalır: “Keşke Ariel Sharon hepinizin kökünü kazısaydı.”
Film boyunca Filistinlilerin uğradığı zulüm, sanki bir gider borusu sorunuymuşçasına, bu denli basit bir anlaşmazlıktan çıkmışçasına işleniyor ve yönetmen, bu hâliyle, bizden “objektif” olmamızı istiyor. Filistinliler de bunları yaptı, dercesine –hatta direkt bunu verdiğini söylemek gerçek dışı olmayacaktır– 1976 Damour Katliamı’nı fotoğraflarla, videolarla bize anlatıyor. Yönetmendeki muktedir kibri, filmin her karesinde kendini hissettiriyor. Bu veriler filmin tüm diyaloglarına yedirilmişken bir de doğrudan göze batan detaylar var. Örneğin, Filistinli mülteci Yasser’in avukatı sarışın, beyaz ve bakımlı bir kadın. Avukat, Yasser’e bu davada yardımcı olmak için mülteci kampına gider ve yakın planda, kadının o sokaklarda topuklu ayakkabılarıyla verdiği imtihana tanıklık ederiz. Kadın avukata dair detayı ise dakikalar sonra göreceğiz. Kadın avukat karşı tarafın avukatının kızı ve babasıyla arasında, yönetmenin bizi de dâhil ettiği bir gerilim var. Sanki bu bakımlı ve güzel kadın avukat, karşı tarafta sorun yaşadığı latent ırkçı babası olmasa bu davayı almaz, bir mülteciyi böyle bir avukat savunamazmış görüntüsü; senarist ve yönetmen Doueiri’nin, filmdeki baba kadar ırkçı olduğunun verilerinden sadece biri.
Doueiri’nin temel sorunu ise, önümüze koyduğu Filistinliyle nasıl mesafelenmemiz gerektiğine en başından kendisinin karar vermesi. Önümüze koyduğu Filistinli; barbar, laftan anlamayan ve eline geçen her fırsatta şiddete, silaha ve bombaya başvuran bir akılsız. Pardon, hakkını yemeyelim: Zaman zaman zulme uğramış bir akılsız. Peki Doueiri, Filistin davasına dair en uç örnekleri vererek kimin sempatisini kazanmak istiyor? Büyük ihtimalle, sivil Filistinlilerin üzerine bomba yağdırılmasını savunan ve “Keşke Ariel Sharon kökünüzü kazısaydı” diyen İsraillilerin. Bunu da sanki hiç taraf değilmiş, bu savaşın gerçek mağdurlarından birisi de oymuş gibi, savaş hemen şimdi bitmeliymiş gibi yapıyor ve zaten en tehlikelisi de bu.
Doueiri filmlerini izledikten sonra kafanızda şu soruların dönmesine engel olamıyorsunuz: Meseleye objektif bir şekilde yaklaşma iddiası olan bir yönetmenin beni bir canlı bomba olarak göstermesi, bana kendimi ne kadar iyi hissettirirdi? Bu yönetmen ne kadar tarafsız olabilir? Bir mülteci olarak neden mahkemede susmak zorundayım? Konuşursam davanın seyri nasıl değişir? İstenmediğimin bana her gün yeniden hissettirildiği bir coğrafyada yaşamıma nasıl devam edebilirim?
Sahiplik/malik olma durumunun ne denli tehlikeli olduğunun, ne tür sonuçlar doğurabileceğinin en iyi örneklerinden biri değil midir Lübnan İç Savaşı? Hatırlayalım, Lübnan İç Savaşı’na giden süreçte Filistinli mültecileri sünni kesimin bir parçası olarak gören Lübnan Hristiyan burjuvazisinin tutumu hayatî önem taşıyordu. Savaşın başlama nedenlerinden biri olarak, bu imtiyazlı sınıfa göre çıkarlarının tehlikede olduğu gerçeğini göz ardı etmek mümkün değil ve bu benzerliklere şu an Türkiye’de de tanıklık etmiyor muyuz? Savaş başladığında en kolay hedef mülteci kampları olsa da baştan aşağı Lübnan’ı ve tüm toplumsal kesimleri talan eden bir süreç yaşandı Lübnan’da. Sadece 1982 yılında, Sabra ve Satilla mülteci kamplarında iki günde yaklaşık iki bin Filistinli mülteci katledildi. Malik olmanın erdeminden bahsetmeden, bunun kibrine kapılmadan; 150 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği, yaralandığı, yaşadıkları mekânı terk etmek zorunda kaldığı bu savaşı hatırlamak muhakkak çok daha iyi bir tercih olacaktır.
Yönetmen Doueiri’nin bunca yakıcı gerçekliğin arasında mülteci meselesini sade ve gerçekten tarafsız bir şekilde ele almak yerine karakterlere gereğinden fazla politik kimlik yüklemesi açıkça bir tutum içinde olduğunun göstergesi. Karakterlerin isimleri, geçmişleri (örneğin Hakaret filmindeki Yasser’in geçmişte FHKC gibi evrensel değere sahip bir örgütle bağı olması ve buna kimsenin tarafsız kalamayacağı gerçeği, Saldırı filminde bize direkt intihar eylemcisinin mücadelesine nereden bakmamız gerektiğini söyleyen tavrı) ve bundan sonraki tutumları yönetmenin seyirciyi tarafsız bırakmamaktaki ısrarını anlatıyor. Belki de bu yüzden 90'ıncı Akademi Ödülleri’nde dahi yarışan filminin BDS tarafından boykot edilmesiyle ilgili tek kelam etmedi Doueiri. Çünkü belki de o herkesten iyi biliyor tarafını ve nerede durduğundan, başarmaya çalıştığının ne olduğundan çok emin.