10 Ekim 2015. Ankara.

10 Ekim 2015'te kaybettiklerimizi anmak için yapılmış duyarlı ve özenli çalışmalar: 62 yazarın 85 kişiyi anlattığı, "yasını tuttuğu yakınlarının hikâyelerini anlatmayı kabul edenlerin ve o hikâyeleri dinleyip yazanların eseri" olan Barış Portreleri ve iki belgesel film; Ah ile Ölüm Ne Yana Düşer Usta...

Oradaydılar. Barış mitingine gelmişlerdi: Filistin’de üç savaş yaşadıktan sonra 10 Ekim günü Ankara’daki katliamda ölen Ahmet Alkhadi. Ankara’yı ilk kez görüyormuş…

“Beni ağaçlarımın meyvelerini yerken, suyu içerken hatırlasınlar” diyen Turan Bozacı. Muhammet Zakir Karabulut – harita mühendisliğinden mezun olmasına ramak kalmışken.

“Mesleğimi yapmayacağım, işçi sınıfıyla olacağım” diyerek inşaatlarda işçi olarak çalışan ulaştırma teknisyeni Erol Ekici. Beş çocuk babası Abdülbari Şenci, kızı Özden’le Ankara’ya barış demeye giden Sezen Vurmaz Babatürk. Dilan Sarıkaya’nın en büyük hayali ise arkeolog olduğunda kral mezarı bulmakmış…

Doksanlarda köyü yakılıp yıkılınca ailesiyle önce Siirt’e sonra İstanbul’a göçmek zorunda kalan Aycan Kaya. Orhan Işıktaş. Onun da doğduğu yıl Lice’deki köyleri yakılmış.

İnşaat işçisi ve işçi önderi Tekin Arslan, beden eğitimi öğretmeni Ata Önder Atabay, boyacılık yaparak ekmeğini kazanan Ziya Saygın; anarşist sendikacı Ali Kitapçı; 12 Eylül döneminde “kaybedilen” amcasının adını taşıyan Mehmet Ali Kılıç.

Barış Mitingine neden gideceğini soran karısına “Ne için gideyim, barış için gidiyorum” diyen Nizamettin Bağcı. Sonra eklemiş: “Buzdolabındaki çocuğu görmedin mi?”

Ardahanlı Cemal Avşar; ailesinin bir tarafı Suriye’de olan, iki vatanını da seven Necla Duran. Miting öncesinde ‘barış için gidiyoruz ama bunlar yine bizi rahat bırakmayacak’ diyen Selim Örs… Başak Sidar Çevik Tutunamayanlar'ı okuyormuş. 124. sayfada kalmış...

Canberk Bakış, üniversiteye başlayalı henüz on beş gün bile olmadan Ankara’ya, ''barışı getirmeye'' giden… Ulaş Erdoğan da Ankara'ya gitmeden birkaç ay önce işe başlamış...

Yılmaz Elmascan’ın kardeşleriyle eski vagonları birleştirip kafe açmak gibi, Suruç’ta botanik bahçesi kurmak gibi hayalleri, girişimleri varmış.

Tüm hayatı çalışmakla geçen, siyasetle fazla ilgilenmeyen Resul Yanar; darbe yıllarında 4.5 yıl hapis yatmış olan Metin Peşmen; eskicilik ve hurdacılık yapan, KOAH ve eklem romatizmasına rağmen siyasi çalışmayı aksatmayan Erhan Avcı. Son anda karısına gitmek istemediğini söyleyen, yine de Ankara yolunu tutan Kasım Otur. 

1977'de, Taksim Meydanı'ndaki "Kanlı 1 Mayıs"a da eşiyle birlikte tanıklık eden Niyazi Büyüksütçü; akciğer kanseriyle baş ettikten sonra, hayat gailesi ve aileyle geçen bir ömrün ardından siyasete yönelen Feyyat Deniz... 10 Ekimde ölmese, üç gün sonra ilk Kürtçe dersini verecek olan Şirin Kılıçalp. 

Leyla Çiçek, guatr ameliyatı için annesini o sabah hastaneye yerleştirmiş, Ankara Garı’nın yolunu tutmuş.

“Hem Adıyamanlı hem de saçlarını jöleyle yatırıyor” diye arkadaşlarının Abuzer François adını taktığı Bilgen Parlak. Ve içtikleri su ayrı gitmeyen, birlikte öldükleri can dostu Nevzat Sayan.

Oryantring milli takımına seçildiğini öğrenemeyen Mehmet Hayta – daha 19 yaşındaymış.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Kimya Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Ebru Mavi; o da henüz 20 yaşındayken… Tıpkı 18’ine bir ay önce basan Umut Tan gibi. Tıpkı 12 günlük üniversite öğrencisi Ümit Seylan gibi. 19 yaşındaki Ali Deniz Uzatmaz.

9 Ekim gecesi, Ankara yolunda sabaha kadar uyumaksızın, güle oynaya gidilirken Drama Köprüsü’nü söylemiş Yunus Delice.

Gülcan ve Yılmaz Elmascan: El ele gittikleri meydanda yan yana düşen iki sevgili, karı koca…

Emine Ercan, çocuklarını yetiştirip doktor çıkartmış, torununu görmüş ve artık sakin yaşama vaktinin geldiğine inanmış… Emeklilik günlerinde tam bir eylem adamına dönüşen evcimen İsmail Kızılçay. Filiz ve Bedriye Batur: Birlikte çıktıkları yolda birlikte hayatlarını kaybeden hala ile yeğen.

Nevzat Özbilgi halı saha maçlarını kaçırmaz, bazı günler iş çıkışı İstinye’deki kahvehaneye gidip pişti, 51 oynar, Kurtlar Vadisi, Karadayı ve Muhteşem Yüzyıl’ı izlermiş.

Hakan Dursun Akalın'ın 9 Ekim’de attığı mesaj: “Ankara'daymış barış, alıp getirmek gerek.”

Halay çekerken birlikte ölenlerden: küçücük Muhammed Veysel Atılgan ile İbrahim Atılgan.

Terasında martıları besleyen Kemal Tayfun Benol; Malatya’dan Ankara’daki barış mitingi için şarkılarla türkülerle yola çıkan 13 arkadaş…

Abisi İsa beye göre, bir çocuğu Diyarbakır Cezaevi’nde, diğeri dağda olduğundan Vahdettin Oğzan için mitingin anlamı daha da büyükmüş. “Barış gelirse çocuklarına kavuşabileceğini düşünüyordu.”

Mitinge birlikte gittiği karısının hamile olduğunu öğrenemeden ölen Gökmen Dalmaç; 10 Ekim doğumlu Metin Kürklü; 1938 Dersim Katliamı’nda, Balıkesir’in Dursunbey ilçesine sürgüne gönderilen bir ailenin oğlu, Erol Ekici... Elektronik mühendisliği öğrencisi ama tiyatrocu hayalleri kuran Bingöllü Abdülkadir Uyan. Kısacık hayatı boyunca Siirt’ten ikinci kez çıkarak Ankara’ya giden Vedat Erkan. Beş vakit namazında Fatma Esen.

“Seyahati çok severdi, denize bakmayı, hamburger yemeyi, şiir paylaşmayı, sazı.” Ama saz çalmasını bilmezmiş Sarıgül Tüylü; öğrenmek için kursa yazılacakmış–

Meryem Bulut: Oğlu Ahmet’in yaşayıp yaşamadığını bilemeyen bir anne, torunu Çekdar’ı Kobanî’de yitiren bir anneanne.

İki çocuk annesi Seyhan Sarıgül. Bir çocuğunun adı Umut Baran, öteki Barış.

Gözde Aslan da Ankara’ya gitmemesini isteyen arkadaşına “Bensiz bir eksiğiz” diye yanıt vermiş.

Kocası ve kayınpederiyle Ankara’ya gelen Azize Onat, kendisini vazgeçirmek isteyen gelinine demiş ki: “Ben uğraşmazsam, sen uğraşmazsan bu ülkeye barış nasıl gelecek?”

...

Her biri hayatın zorluklarıyla baş etmiş bu umutlu, dirençli, iyi insanlar beş yıl önce, barış için buluştukları yerde, vahşi bir katliamla aramızdan çekilip alındılar. Türkiye tarihinde bile eşine az rastlanan bir şiddetle. Katliamın şiddetinin üstüne polis şiddeti bindi, yargı safhası bile bir tür şiddete dönüştü; arkalarından yas tutulmasın diye her şey yapıldı. Katliamı sevinç gösterileriyle alkışlayacak kadar insanlıktan çıkmış olanlar ayrı…

Barış Portreleri, Ankara katliamında yitirdiklerimizi anmak için hazırlanmış duyarlı ve ciddi bir çalışma. Yukarıda alıntıladıklarım gibi, tek tek herkesin öyküsü yazılmış, arkadaşlarıyla, ailesiyle, yakınlarıyla konuşularak. Her birinin hikâyesi farklı bir yazar tarafından bir belgesel havasında, uzun uzadıya kaleme alınmış. Olabildiğince sade bir şekilde. Zaten hikâyeler konuşuyor. Bütün hikâyeler benzer, ama her biri farklı bir dünya.

62 yazarın 85 kişinin hikâyesini, yakınlarıyla görüşerek, gönüllü olarak yazdığı kitabın sunuşunda şöyle deniyor:

“Kaybettiğimiz her insanı tek tek tanımak istiyoruz. Çünkü çabalarıyla, özlemleriyle, keder ve sevinçleriyle ayrı bir hikâyesi var her birinin ve biz o hikâyeye ortak hafızamızda yer açmak istiyoruz. Çünkü barış için haykırırken bu hayattan koparılanlara bir borcumuz var. Çünkü onların hatırasına sahip çıkmak, hayata sahip çıkmanın da bir yolu bizim için, katiller değil barış kazansın diye uğraşmanın da bir parçası. Çünkü unutarak değil, ancak hatırladıkça yeni katliamları önleyebiliriz, ancak hep birlikte hatırlayarak iyileşebiliriz.”

Barış Portreleri’ni kitapçılarda bulmak zor. Neyse ki, P24'ün Hafıza Kitaplığı için hazırlanan kitap, isteyenlere ücretsiz olarak (sadece kargo ücreti karşılığında) yollanıyor. http://platform24.org

Ayrıca kitabın bir yansısı internette duruyor, http://101015ankara.org adresinde. Her bir sayfada kaybettiğimiz onurlu insanların portreleri. Hikâyeleri. Hepsini birden okumak gerçekten kolay değil. Ara vererek okuduğum için hep açık tuttum sayfayı: Çalışırken bilgisayarımdaki pencerelerin birinden insanın gözlerinin içine bakan siyah beyaz portreler ve hikâyeler. İşçi sınıfı portreleri. Çoğu yoksulluktan gelme, köyleri yakılanlar, göçe zorlananlar, hapislerde yatanlar, ölümden dönenler.

Mustafa Ünlü’nün 10 Ekim katliamı üzerine yaptığı belgesel film Ah aynı sadelikle, tanıklıklarla anlatıyor bütün hikâyeyi. Aynı şekilde Gül Büyükbeşe’nin yönettiği, yapımcılığını Sibel Türker’in üstlendiği Ölüm Ne Yana Düşer Usta da, yaklaşması zor, ele alması denge ve dikkat gerektiren, acılı bir konuya hassas bir yaklaşımın ürünü. Üstelik Ölüm Ne Yana Düşer Usta, Diyarbakır ve Suruç katliamlarıyla başlayıp Ankara ile devam ediyor.

Gül Büyükbeşe’nin belgesel çalışmasında yapmış olduğu çok sayıda röportaj ve söyleşilerden derlediği aynı adlı kitap da yayıncısını bekliyor bu arada.

Yas kültüründen sıyrılıp şenlikli muhalefet düşlerken, kıyımlardan sonra yas tutmanın, kayıplarını toprağa vermenin bile güçleştiği bir karanlığın içindeyiz bir süredir. Her şeye rağmen şenlik ateşlerinden vazgeçmemek, onların yaslarını tutarken çaresizliği kabullenmemek, nefret sarmalının içinde düşmanına benzememeyi başarmak mümkün mü?

Portrelere baktıkça, hikâyeleri okudukça, tanıklıkları seyrettikçe yılgınlığa ve kedere kapılmak da mümkün. Oysa görüyorsunuz, o güne dek yaşadıkları onca şiddete rağmen Ankara’ya nasıl da umutlu, nasıl da coşkulu gitmişler! Buna tanık olduktan sonra yılgınlık ve umutsuzluk, onlara yapılmış bir haksızlık anlamına gelmez mi?

O korkunç olayı niye hatırlamak isteyelim ki? Unutmak ister insan. Ama bombayı değil, kanlı görüntüleri değil, oradaki insanları hatırlayabiliriz. Hatırlamalıyız. Hem unuttuklarımız da bizim bir parçamız; hafızamızın bir parçası. Hafızamız gibi unutuşlarımız da kolektif.

Onları kaybettik, tekrar tekrar kaybetmeyelim.

•