8. Çanakkale Bienali: Masa da masaymış

“'Birlikte nasıl çalışırız?' sorusu üzerine odaklanan 8. Çanakkale Bienalinin ekibi, sanatçıları ve sanatçı inisiyatiflerini 'Birlikte nasıl üretebiliriz?', 'Birlikte nasıl yaşarız?', 'Birlikte nasıl çalışırız?' gibi sorular üzerine düşünmeye davet etmişler ve sonuçta da ortaya takımyıldızları andıran, bol konuşma ve etkileşimli, ‘festival’ havasında bir bienal çıkmış."

27 Ekim 2022 22:30

 
Son zamanlarda şöleni andıran büyükçe bir masa etrafında toplanıp yiyip içmenin ve konuşmanın anlam ve önemi üzerine çok düşünür oldum ve ilahi adalet, kendimi böyle masalarda da daha çok bulur oldum. Bir masada bir araya gelmenin yarattığı o hayatı paylaşma duygusu insana hem saf bir mutluluk hem de bir dünyaya yerleşme, aidiyet duygusu veriyor. Bir yandan da çok kadim bir şeyi, bir ‘sofra’ kurma halini yeniden yaşatıyor. Cansever’e referansla söylersem, ‘masa da masaymış’ hissi, atomize olduğu çokça söylenen bu çağ için iyi bir panzehir oluyor.

“Birlikte nasıl çalışırız?” sorusu üzerine odaklanan 8. Çanakkale Bienali böyle bir büyük masa gibi kurgulanmış ya da daha doğrusu, şehre yayılmış bir dizi masa gibi. Bienal ekibi, sanatçıları ve sanatçı inisiyatiflerini “Birlikte nasıl üretebiliriz?”, “Birlikte nasıl yaşarız?”, “Birlikte nasıl çalışırız?” gibi sorular üzerine düşünmeye davet etmişler ve sonuçta da ortaya takımyıldızları andıran, bol konuşma ve etkileşimli, ‘festival’ havasında bir bienal çıkmış.

Bienalde Çanakkale’de birçok özel mekâna yayılmış, onlarca farklı sanatçının işlerinden burada bahsetmek tabii mümkün değil ama bienalin hissini özetleyebilecek birkaç işten bahsetmek isterim.

Aslında önce bienalin ana mekânlarından biri olan Mahal’den bahsetmek lazım, zira bienalin ruhuna ve mevzusuna uygun bir tarihçesi ve hikâyesi var. Çanakkale’de Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’na da sahne olan Sarıçay kenarında yer alan bu tarihî bina, eskiden bir palamut deposuyken Bienal ekibinin çabalarıyla 2013 yılında bir sanat mekânına dönüştürülmüş. Çanakkale’nin pek bilinmeyen Yahudi mirasının da bir parçası olan binanın bienal dokunuşuyla bir sanat mekânına dönüşmesinin ta kendisi, bir bienal işi gibi. Sarıçay kenarında otururken, bu binanın tarihçesini bir sanatçı arkadaşımdan dinlemem ve bunun üzerine şehrin kültürel mirası üzerine konuşmamız da aslında bienalin “Birlikte nasıl yaşarız?” sorusuna verilmiş bir cevap gibiydi.

Bu eski depo, yeni sanat alanında ilk dikkatimi çeken iş, İrem Tok’a ait olan Hydromancy’ydi. Tok bu yerleştirmede şehir, doğa ve kültürden topladığı parçalarla bir alternatif dünya kuruyor. Bu dünyadaki o süper kaos (yan yana, alt alta, üst üste olma durumu) bir yana, bunun bir mikro-kozmos olması da insanın oradaki öğelere, bitkilere ve kültür fragmanlarına dikkat kesilmesini, bakışını o dünyaya doğru eğmesini gerektiriyor. “Birlikte nasıl yaşarız?” sorusunun bir cevabı da bu olabilir: Eğilip dikkat kesilerek ve belki de biraz dağınıklığa izin vererek.

Birlikte yaşama ve çalışma meselesi sadece ‘antroposentrik’ yani insan-insan bir durum değil, insanın etrafıyla ve ‘görünmeyen’ biyolojiyle olan bağını da içeriyor. Saydım adlı yerleştirme işlerinde, Berfin Erdoğan ve Yağmur Uyanık, birlikte yaşama meselesine insan-merkezci olmayan, insan-doğa arası, daha doğrusu insan ve mikroorganizmalar arası bir yerden bakıyorlar. Bienal için üretilen kombuçaların üretim sürecini bir yaşam döngüsü metaforu olarak aldıklarında, ‘birlikte yaşamak’ hemen hemen bütün bir (eko-)sistemin bir araya gelerek yaptığı bir şeye dönüşüyor. Kombuçaları gerçekten içebilmek de cabası. Şöyle demişler: “Bu yaşam döngüsünü merkezine alan eser, çürüme, parçalanma ve sindirimin ekolojileri gibi konulara değiniyor.” Garp Sessions’tan da bu bağlamda bahsetmek isterim: Bienalin ‘birlikte’ temasını çok yerinde bir hamleyle, birlikte bir sofra kurmak üzerinden okuyan ekip, çok kadim bir şeyi, sofra kurmayı bugünün ekonomi-politiği ve yakın dönemin kültürel tarihiyle birleştiriyor.

Özlem Günyol ve Mustafa Kunt’un Free Solo adlı performans ve yerleştirmeleri ise birliktelik meselesine kamusal alan ve hiyerarşi üzerinden bakıyor. Bir tırmanma şeridini bir anıt gibi kullanarak, heykellere tırmanma üzerinden sağlanan gücü ve yaratılan ciddi hiyerarşiyi biraz karikatürleştiriyorlar. Şöyle demişler bu ‘oyuncu’ iş için:

“Kamusal alandaki anıt heykellerle fiziksel ilişkimiz genellikle aşağıdan yukarıya bakarak kurulur… Meydandaki anıta tırmanma arzusu aynı zamanda anıtın o mekânda sahip olduğu fiziksel gücün de üzerine çıkma arzusudur. Anıtların tırmanma duvarı olarak yeniden sunumu, benlik ve çevre arasındaki fiziksel ilişkiyi oyunsu bir şekilde yeniden kurgular.”

Antalya merkezli Are Projects’in aynı mekânda kurguladığı sergi alanı da ‘ortak-çalışma’nın çeşitli veçhelerine değiniyor. Mesela Furkan Öztekin’in Taç adlı işi, sanatçı ve aktivist Ceyhan Fırat’ın taktığı ‘kitsch’ denebilecek bir tacı yeniden üreterek, geçmişle ve ‘madun’ olanla birlikte çalışmanın da önemini hatırlatıyor. Eda Şarman’ın videosu ise, doğa ve insan arasındaki tehlikeli, cazip ve gerilimli halleri kayda geçiriyor.

Ankara merkezli Ka Atölye’nin bienal için hazırladığı Aklıma Sen Geldin adlı sergi ise, davet usulü oluşturulmuş olmasıyla (üç sanatçı ‘akıllarına gelen’ üç sanatçıyı davet etmiş) ‘beraber çalışma’nın yaratacağı olası sinerjileri ve öngörülemez patikaları kayda geçirmeyi deniyor. Bir elin nesi, iki elin sesi ve ihtimalleri.

İhsan Oturmak ise meseleye tersten, işin ‘çuvalladığı’ ya da ‘tökezlediği’ yerden bakıyor: Beraber ‘çalışmanın’ ya da hareket etmenin mümkün olmadığı ya da ancak bir kara mizaha vesile olduğu bir yerden. Patinaj adlı videoda çamura saplanmış bir arabanın (siyah, resmî görünümüyle resmî otoriteyi akla getiren bir araba) içler acısı görüntüsü bir tıkanmayı ifade ediyor. Çamurda patinaj. O çamurun ne olduğuna siz karar verin. Baraj Hakkında bir Resim adlı işte ise, boğulanları izleyen insanları bir araya getiriyor: Burada da olay bir ‘birlikte çalışma’dan çok birlikte tökezlemeye yakın duruyor. Boğulan insanlara karşı hiçbir şey yapamayan o şaşkın bakışlar aslında Türkiye sosyolojisine dair de çok şey söylüyor.

Sosyoloji demişken, Liliya Lifanova ve Cevdet Erek’in Aktığı Yerden Büyüyen adlı işlerinden de bahsetmek lazım. Mekor Hayim Sinagogu’nun bahçesine yerleştirilen işler, hem ‘öteki’nin acısına bakabilmeyi, hem de ‘kaybolan öteki’yi görüntü ve sesle geri çağırmayı hedefliyor. Birlikte yaşamak deyince, arızalı sosyolojinin ‘öteki’si olanları da bir ortak alana çağırabilmek gerekiyor.

Son olarak birlikte yapılabilecek en eğlenceli şeylerden birini, birlikte müzik yapmayı odağına alan Reçel Çemberi adlı işten de bahsetmek isterim. Can Altay’ın çeşitli müzisyenleri ‘beraber takılmaya’ davet ettiği bu derme çatma (iyi anlamda derme çatma) müzik ve doğaçlama alanı, birlikte yaşamak deyince akla gelen en antik ve en eğlenceli şeylerden birini bugün için yeniden yaratıyor. Şöyle açıklamış işini Can Altay: “Reçel aslında bilinçli bir yanlış çeviri, birlikte serbest ve kısmen doğaçlama müzik yapmaya verilen isim olan ‘jam’in Türkçeleşmişi. Davetli davetsiz müzisyenlerin gelip takılabileceği, çaldıkları müziği de gelip geçenlerin dinleyebileceği bir ortam ‘reçel çemberi’.” Kederli mevzulara biraz neşe zerk edebilecek bir iş bu.

Çanakkale Bienali işte böyle bir ‘kolektif’ hisse sahip. Şahsen, şehre dağılmış büyükçe bir masanın ya da birbirine bağlı masaların bir parçası gibi hissettim bienalde. Bu atomize çağ için kolektif düşünceleri tetikleyebilecek hayırlı ve ‘politik’ bir deneyimdi bu. Ve şunu da not edeyim: Bienalden önce ya da sonra Oscar Wilde’ın çalışma etiğini eleştirip boş zamanı savunduğu Sosyalizm ve İnsan Ruhu adlı kitabını ve Paul Lafargue’ın meşhur Tembellik Hakkı’nı okumak taşların daha bir yerli yerine oturmasını sağlayabilir. Tabii bir de Brecht’in meşhur ‘İnsan neyle yaşar?” sorusunu sorduğu Üç Kuruşluk Opera’sını…

•