Dört farklı kategoride Oscar adaylığı, yılın en çok konuşulan ve övgü alan filmi: Call Me by Your Name... Ne Elio ne de Oliver'la gerçek bir ilişki kurabilmenin üzüntüsüdür belki de filmden çıkarken izleyiciyi ağlatan?
22 Şubat 2018 13:57
Göz alıcı sinematografik başarısının yanı sıra sinema adına yeni bir şey söylemeyen, ortalama bir ilk aşk ve büyüme hikâyesi diyebileceğimiz bir film Call Me by Your Name (Beni Adınla Çağır). Filmin En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu (Timothée Chalamet) ve En İyi Özgün Şarkı (Mystery of Love -ki filmin ödüle aday hatta layık görülmesi gereken tek kategori bu olmalıydı sanırım) adaylıkları bir yana kitabın En İyi Uyarlama Senaryo dalında ödüle aday gösterilmiş olması akla jürideki kimsenin kitabı okumadığı ihtimalini bile getiriyor.
1983 yazı, İtalya’nın kuzeyinde bir kasaba. 24 yaşındaki Oliver, her yaz olduğu gibi Elio’nun profesör olan babasının konuğu olarak evlerine gelen doktora öğrencilerinden biri. Film, altı hafta boyunca aynı evi paylaşacak olan Oliver ve Elio’nun aşkına odaklanıyor. Yönetmen Luca Guadagnino’nun kamerası gökyüzünde, manzarada, İtalya’nın tarihi güzelliklerinde gezinir, James Ivory’nin kalemi ikilinin arasında gerçek bir diyalog kurulmasına izin vermezken filmin uzunluğuna rağmen her iki karaktere de derinlemesine odaklanma ihtimalini ıskalıyor.
17 yaşındaki Elio ilk kez mi bir erkekten hoşlanıyor, Oliver için Elio bir ilk mi, birbirlerine karşı hissettikleri tutkuyu fark ederken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorlar, kendilerine ve cinselliklerine dair nasıl iç sorgulamalar yaşıyorlar bu soruların hiçbirinin cevabı filmde yok. Oysa Elio’nun Oliver’ın çekimine kapılması, bu çekime kapılırken yaşadığı gelgitler, Oliver’ın Elio’ya karşı olan hislerini açık etmekle bunu içinde tutmak arasında yaşadığı çelişkiler hikâyenin en önemli iskeletini oluştursa da bu iç çatışmaların hiçbiri izleyiciye tam olarak geçmiyor.
Bir kitapla, film uyarlamasını karşılaştırmak her zaman elma ile armudu karşılaştırmaktan farksızdır. Oysa şöyle kırmızı sert ve sulu bir elma yiyebilir, o elmanın hayatınızda yediğiniz en iyi elmalardan biri olduğunu söyleyebilirsiniz. Diğer yandan hemen ardından yediğiniz armudun umduğunuz kadar, göründüğü kadar tatlı olmadığını da söyleyebilirsiniz. Bu bir karşılaştırma anlamına gelmez. Lezzetli bir elma ve o kadar da lezzetli olmayan bir armut yemişsinizdir hepsi bu. Call Me by Your Name, kitabıyla ayrı filmiyle ayrı bir yerde duruyor bu yüzden. “Kitabı filminden daha iyiydi” klişesine düşmeyi de göze alarak, André Aciman Adınla Çağır Beni’yle okuru hikâyesinin içine böylesine alırken James Ivory’nin senaristliği ve Luca Guadagnino’nun yönetmenliğinde filmin izleyiciyi kapının dışında bıraktığını söylemek gerek. Bunun birkaç sebebi var. Oliver rolünde gördüğümüz Armie Hammer’ın tüm çekiciliğine rağmen 24 yaşında bir doktora öğrencisinden çok otuzlarında çocuklu genç bir baba gibi göründüğünü kabul edelim. Oyuncu seçimindeki bu hatanın en baştan Elio ve Oliver ilişkisine bir hiyerarşi hissi yaratabileceğini de. Elio ve Oliver'ın arasında 20 yaş da olabilirdi, yine de birbirlerine büyük bir tutkuyla âşık olabilir, o güne kadar yaşadıklarından farklı bir cinselliği birlikte keşfedebilir ve bir ilişki yaşayabilirlerdi. Fakat bir iktidar aracı da olabilen yaşın iki kişi arasındaki ilişkinin eşitliğini zedeleyebileceğini görmezden gelmek de mümkün değil. Hele de Oliver ekran karşısında bu kadar kusursuz bir karakter olarak çizilirken. Oysa Aciman, bize her iki karakteri de sadece entelektüel yeterlilikleri, yetenekleri ve fiziksel güzellikleriyle vermez. Oliver’ın “Sen şanslısın. Benim babam olsa beni çoktan ıslahhaneye göndermişti” sözleri bu açıdan önemli bir kilit noktasıdır. Oliver, öğrenimi devam ettirmek için çalışmak zorunda kaldığı bir aileden gelir, onun bu rahat görüntüsünün altında türlü kaygılar vardır. O mükemmel görüntüsünün, daha sonra (later) diyerek yoluna devam etmesinin ardında, her insanda olduğu gibi bazı güçsüzlükler, eksiklikler barındırmaktadır. Diğer taraftan filmde adeta bir sosyal kelebek gibi arkadaşlarıyla eğlenirken gördüğümüz Elio’yu Oliver’a çeken en önemli sebeplerden biri başta onun içine kapanıklığı ve ikisinin de en büyük tutkularının kitaplar olmasıdır.
Elio, Oliver’a tüm bu kitaplar eşliğinde âşık olur kitapta birçok bölümde referans olarak karşımıza çıkan Homeros ya da Dante, filmde sadece vitrinin bir parçası gibidir. Elio’nun gerilim dolu gelgitleri, kendini keşfedişi, engel olamadığı o büyük cinsel arzusu tamamıyla geçmez izleyiciye. Aciman, bize 21’inci yüzyılın en erotik aşk hikâyelerinden birini hediye ederken Guadagnino bunu adeta reddederek ilişkinin içindeki bütün cinsel gerilimi yok etmeyi seçer. Hatta bir söyleşisinde filmdeki seks sahnelerinin neden bu kadar az ve olanların da sanki 90’lardan bir açılma hikâyesiyle karşı karşıyaymışız gibi ağaçlar gösterilerek geçiştirildiğini şu sözlerle açıklar: "Ben seyircinin tamamen bu iki insanın arasındaki duygusal yolculuğa güvenmelerini ve ilk aşklarını hissetmelerini istiyorum [...] Benim için bu evrenselliği oluşturmak önemliydi, çünkü filmde anlatılmak istenen asıl fikir başka bir insanın seni güzelleştirmesi— aydınlatması, cesaretlendirmesidir."1 Duyguları, dolayısıyla aşkı önceleyen, seksi ve cinsel arzuyu her zaman ikinci plana atan bu bakış açısının altında yatan ahlakçılığı ya da beyaz perdeye her cinsel yönelimden insanın özdeşim kurabileceği “makul eşcinsel”i taşıma çabasını görmezden gelmek pek de mümkün değil. Guadagnino içinde krizlerin olmadığı bir eşcinsel hikâyesi aktarmış olmak isteyebilir, bir aşk hikâyesi sırf aynı cinsiyetten iki insan arasında geçiyor diye işin içine illa ki kendini sorgulamanın, tedirginliklerin girmesi gerekmediğini düşünmüş olabilir. Fakat ne Elio ne de Oliver bu kaygılardan azadedir hatta Aciman’ın anlatısının en gerilimli tarafı tam da bu çelişkilerdir. Korkuyla arzunun yan yana giden iki dinamik olduğunu, bu iki duygunun çoğu ilişkide iç içe geçmiş bir şekilde karşımıza çıktığını ve çoğu zaman ilişkinin itici gücünü oluşturduğunu düşünürsek böyle bir gerilimin eksikliği de izleyicide pürüzsüz bir romantik aşk hikâyesi izlediği hissi bırakır.
Filmin yetenekli genç oyuncusu Timothée Chalamet’ye, büyüleyici sinematografisine ve Sufjan Stevens’ın tartışılmaz katkısıyla yılın en iyi film müziklerinden birine sahip olmasına rağmen Guadagnino ve Ivory, Elio’nun o ilk ve büyük aşkının tutkusuna, korkusuna ve erotizmine girmekten alıkoyuyor izleyiciyi. Oysa Aciman, Elio’nun gözünden adım adım Oliver’a âşık olmamızı, ona kızmamızı, onu affetmemizi, sonra tekrar kızmamızı, hayaller kurmamızı, hayal kırıklığına uğramamızı sağlıyordu. Guadagnino kitabın en önemli özelliğini yani Elio’nun gözünü kamera yerine kullanmayı seçmeyerek ilk hatayı yapıyordu belki de. Bunun yerine geniş açılarla aktarmayı seçtiği hikâyeyi tam kalbinden izleme ve dinleme şansımızı elimizden alıyordu. Kitabın kapağını kapattığımızda Elio’ya, Oliver’a, yaşayamadığımız ve yarım kalan her aşka aynı anda ağlayabiliyorduk. Diğer taraftan, bir daha 17 yaşındaki gibi, birini böyle bir tutkuyla arzulayamamanın, biriyle birlikte olma ihtimalinin bizi hem bu kadar heyecanlandırdığı hem bu kadar korkuttuğu bir ilişkinin ihtimaline kavuşup kavuşamayacağımızın imkânına da ağlıyorduk. Oysa filmden çıkarken içimizi acıtan Elio’nun gözyaşları oluyor.
Filmle ilgili birçok haklı eleştiriyi bir yana bırakırsak bir diğer büyüme ve ilk aşk hikâyesi olarak Blue is the Warmest Color’un (2013) başarısının en önemli sırlarından biri belki de bunun tam tersini yapmasıydı. Adelé’in Emma’ya olan aşkını izlerken bakış açımız tam da Adelé’in durduğu yerdir. Onunla birlikte Emma’ya hayran olmuş, onun arzusunu hissetmiş, toplumsal cinsiyetten bağımsız birine âşık olmanın ne kadar heyecan ve kaygı verici olabileceğini görmüş, açılmaktan hem korkmuş hem de bu kadar yoğun duyguları hissedebilmenin ve bunun peşinden gidebilmenin tatlı sarhoşluğunu yaşamıştık.
Guadagnino, filmin içine güzel İtalya manzarasını, Elio’nun ailesini, yardımcılarını, arkadaşlarını alıyor fakat bu genişlik Elio’ya da Oliver’a da geriye kalan tüm yan karakterlere de derinlemesine ulaşmamızın karşısında bir engel olarak duruyor.
Aciman’ın anlatısında Elio içe kapanıklığıyla, ilk kez Oliver’la geçirdiği gecenin ardından yaşadığı kaygılarla, Oliver Elio’nun ailesinin ilişkilerini öğrenmesinden çekinmesiyle, Elio’ya karşı hissettiklerinin geçici bir şey olmadığı korkusuyla var olur. Kusurlarıyla. Tüm o entelektüel birikimleri, Elio’nun her yönden şanslı bir çocuk olması, Oliver’ı bekleyen parlak akademik kariyeri onların kendini keşfeden birçok kişinin yaşadığı kaygılara engel olmaz. Hiçbir şey toz pembe değildir.
Burada sorulması gereken sorulardan biri de şu: beyaz perdede iki ayrıcalıklı erkeğin arasındaki o büyülü romantizmi görmek 2018 yılında ne kadar sevindirici? Sinema ekranında beyaz, kusursuz geylerin yerini ne zaman kusurlu kuirlerin alacağı bilinmez ama o kusurluların Elio ve Oliver kadar görünür ve kabul edilebilir olması için daha alacak çok yolumuzun olduğu kesin.