Kendi sözel birimlerine, sözcüklerine, cümlelerine, paragraflarına bu kadar hâkim kaç tane ilk kitap gördük biz? Eli hiç titremeyen bir ilk kitap bu; ne yapacağına, neyi ve nasıl anlatacağına çoktan karar vermiş...
26 Şubat 2018 13:30
İyi şeyler olmayacağını daha ilk cümlesiyle bildiriyor Engin Türkgeldi’nin Orada Bir Yerde’si (2017, Can): “Saat kulesi kasabanın kalbine saplanmış bir hançerdi.” O kulenin altında sevgililer buluşmayacak, kulenin baktığı kasaba meydanında şenlikler düzenlenmeyecektir. Bir lanetin işaretidir dikey yapı: “Kulenin dikildiği sene çıktı savaş. Köpekler o sene zehirlendi, kuyular o sene kurudu. Ve bütün kadınlar o sene dul kalacaklarını anladılar.” Eli hiç titremeyen bir ilk kitap bu; ne yapacağına, neyi ve nasıl anlatacağına çoktan karar vermiş. Genç yazar kararsızlıklarını (olmuşsa eğer) kitaptan çok önce yaşamış da olabilir. Konuya şurasından burasından yaklaşmayı denemiş olabilir, duraksamış olabilir. Ama biz daha ilk paragrafta bile o muhtemel deneyleri, egzersizleri değil, bütün katılığıyla asıl temayı elde ediyoruz: lanetin şaşmaz mantığı. Ama kitap orada kalmayacak, bizi adım adım belanın kaynağına, hakikatine (bir kurban mekanizması) yaklaştıracak ve aslında kitabın da, hikâyeciliğin kendisinin de bu lanetten muaf kalamayacağını belli edecektir.
Şunları bir an önce söyleyip geçmek isterim, çünkü bütün “edebî” yeterliliğine rağmen kitabın gücü oradan gelmiyor, ya da sadece oradan gelmiyor. Kendi sözel birimlerine, sözcüklerine, cümlelerine, paragraflarına bu kadar hâkim kaç tane ilk kitap gördük biz? Sözcükler: o harf toplamının bir geçmişi, bir tecrübesi olduğunu hissediyorum. Sözcüğün kendini yanlış, gevşek, gelişigüzel kullanımlardan korumaya uğraştığı (ve çoğu zaman başarısız kaldığı, ama o süreçte yeni şeyler de kazanabildiği) bütün bir dilsel tarih. Cümleler: çok kısasıyla epey uzununun, düzüyle devriğinin yan yana geldiği, ama süs için değil de sadece amaca (“içeriğe”) hizmet için yan yana geldiği katı bir işlevsellik. Yalansızlık olarak beliriyor bu, palavrasızlık: dolgu maddesinden azami tasarruf. Öte yandan, paragraflar deyince işin içine öykücülük giriyor, tahkiyecilik. Küçük söz biriminden, sözcük ve cümleden bir bütün olarak kitap boyutuna (“anlama”, “mesaja”?) geçiyoruz. Burada son cümleleri var Türkgeldi’nin, öykü bitişleri: anlatılan bir Salgınsa eğer, önce yavaş ve sonra ani bir tutuşmaysa, bir topyekun yangına dönüyorsa, bundan okuduğumuz öykünün de kaçamayacağını bir anda belli eden metin sonları, parçaların yanık uçları. (Cortazar akla geliyor burada, bir de Karasu’nun Göçmüş Kediler’i.) Sonra, öyküden öyküye “bizi” kaskatı sonuca yavaşça ama artan bir kaçınılmazlık duygusuyla iletmesi var, bunun zaten en başta da söylenmiş olduğunu ancak sonunda hissettirmesi. (Üslup bakımından etkisini sezebildiğimiz Beyaz Kale yazarı ne derdi bu konuda. Okumuş mudur.)
Arka kapakta şu tanıtım cümleleri var: “…fantastiğin kıyısında bir öykü dünyası bu. Terk edilmiş kasabalar, köleler, peygamberler, cüceler, krallar ve dağ bayır dolaşan bilge kişiler…” İki terime itiraz edeceğim: fantastik yerine mitik demeliyiz, mit ve ritüel, ayin. “Fantastik”, olabilecek olanla olamayacak olan arasındaki bir kararsızlık veya şaşkınlık bölgesine işaret ediyorsa eğer, hayır, burada hiçbir şey öyle değil: her şey son derece olabilirin çünkü olmuşun, hep öyle olmuşun, hiç başka türlü olmamışın dünyasında cereyan ediyor. Ya da şöyle diyelim: büyü yok, ama lanet var. Harikuladeye değil, hep boşa çıkışına tanık oluyoruz. Ve bir “bilgelik” de varsa eğer, ancak habis bir bilgeliktir bu, yavaşça saldığı zehrin sonuç alacağından emin olan birinin kadim bilgisi. Mitin, efsanenin, toksik palavranın, her an üreyen ve her an çürüyen söylentinin dünyası. Daha ilk parçada vurgulandığı gibi: “… kasabanın yeri öyle sapaydı ki kayıp bir kervanın veya yorgun bir seyyahın dahi yolu düşmüyordu buraya. Yine de nasıl oluyorsa arada bir kimin uydurduğu bilinmeyen bir dedikodu kasabaya yayılıyor, başı kesik bir tavuk gibi birkaç tur attıktan sonra ölüp gidiyordu” (a.b.ç.). İmgenin veya metaforun ilginçliğinden daha önemlisi, konunun en derin içine işaret etmesidir: bir kurban mekanizması, burada sadece komik (tavuk) bir öğeyle olsa bile, sürekli yürürlüktedir ve söylentiyi, mitin ta kendisini de içine alıp çöpleştirmektedir.
Türkgeldi’de dolgu maddesinin az olduğunu söylemiştim. Kasabanın savaşta kocalarını yitirmiş kadınlarının konuşmaları da derhal temaya iletir bizi: “Bazen içlerinden biri, ‘Onlardan [kasabada kalmış “yarım adamlardan”] biriyle evleneceğime kaçar giderim buralardan’ derdi. [Başka bir kadın:] ‘Soyumuz mu kurusun istiyorsun? Tükensin mi kasaba tümden?’ Bu lafın üzerine susardı herkes. Çölden gelen sıcak rüzgâr tenlerini yakardı. […] Birkaç gün sonra aynı sözler sanki hiç söylenmemişler gibi tekrarlanır, sonra da çöl rüzgârında savrulurlardı.” Mit, söylenti, “dedikodu”, kendisi de dahil her şeyi tozlaştırıyor, farksızlığın evrenine havale ediyor.
Kasabanın laneti bir saat kulesine bağlanmıştır: “Kulenin dikildiği sene çıktı savaş...” Erkekler peş peşe (giderek çocuğa varana kadar) askere alınır ve geri dönmezler. Nice sonra bir atlı gelir ve “bütün kocalarınız şehit” der. Öykü bitişi şöyle:
Tam o sırada [saat kulesinde] yelkovan ile akrep üst üste geldi ve kulenin çanı çalmaya başladı. Beni ve dostlarımı tebrik ediyordu sanki. Bizi eksik gösterecek kimse kalmamıştı. Kasabalılar hiçbirimizi hor göremeyecek, itip kakamayacaktı bundan böyle. Bir kıralın tahtına kurulduğu gibi kuruldum tekerlekli sandalyeme. Sıra bize gelmişti artık. Bir zamanlar ödünç almışız gibi suçluluk duygusuyla geçtiğimiz sokalar bize kalmıştı. Kasaba bizimdi. Kötürümlerin, çolakların, körlerin ve topalların.
Öykü başından beri o kötürümlerin duruş noktasından anlatılıyordur: ama sanmak isteyebileceğimiz gibi “iyi bir şey” olarak değil, bir haksızlığın düzeltilmesi olarak değil: dünya yanlışa kalmıştır, eksiğe: düzeltilmez olana.
Bir zamanı, bir yeri var mı bu öykülerin? Hanların, kervansarayların ve yaklaşmasalar da uzaktan serap gibi görülen kervanların zaman-mekânıdır bu. Bir ortaçağ diyelim, gelip bizim zamanımıza sokulmuş bir orta dönem. Bütün zamanları eşitleyen, bir ortalamada farksızlaştıran. Sık geçen çöl ve çölleşme sözcükleri Akdeniz havzasına işaret eder gibidir, veya Kuzey Afrika’yı da içeren bir geniş Ortadoğu’ya. Ama o kadar: kitapta daha özgül bir tarihsel-coğrafi belirlemeye izin verecek dinsel işaretler yer almıyor çünkü, cami veya kilise yok, sinagog yok. Sadece tapınak var, her inancın tapınağı, kalelerin, surların, büyük taş kitabelerin yanı sıra. Bu kuruyan, çölleşen, lanetli yer-zamanda belli merkezler yok değildir, bazı yoğunlaşma ve güç odakları. Bir şehir, orada bir saray, çarşı, alt beyliklere ait malikaneler – ve uzak kasabalar, kuş uçmaz kervan geçmez köyler, ıssızlıklar, büyüyen çöl. “Coğrafya” kavramını da anlamsızlaştıran bir genellik, bir farksızlık. Ama alegorinin genelliğidir bu, denebilir. Doğrudur. Muhtemelen yazar da bir “alegori” yaptığını biliyordur. Şu var ki, alegori bir şeyden söz ederken başka bir şeyi anlatmaksa eğer, geçmişin ve bugünün mendeburluğunu gelecekteki bir iyiliğin dayanağı veya kefili haline getirmekse, hayır, burada öyle bir ikame veya simgeleştirme yok: kapkara zulümden söz ediliyor ve sadece kapkara zulüm kastediliyor. Bunun güzel öykülerle anlatılmasına aldanmayalım. O hatasız lisan da lanetin yanılgısız hareketini “taklit” ediyor olabilir.
..
Açılış öyküsünün bir düzeltilmez kötürümlüğün, bir iyileşmez hasedin açısından anlatıldığını görmüştük. İkinci parça olan “Mükemmel Bir Gülüş”ü de devamlı alınıp satılan bir köleden dinleriz. Pek güçlü kuvvetli bir insan değildir bu, çok genç de değil; ama onu alıp yeni “Efendi”ye götürecek olan köle tüccarı, adamın kaslarına değil dişlerine bakar ve “tamam” der, “bu olur.” Sonra şatoda adamın bazı dişlerini çekerler, sonra da rahat bırakırlar. Başka kölelerin de dişi böyle çekilmiştir. Uzun süre efendiyi görmez bu yeni köle. Sonra bir gün efendi meydana çıkar ve malikane ahalisine gülümser: “Ve güldü. Bu, hayatımızda gördüğümüz en güzel gülüştü. Sabah ışığında pırıl pırıl parlayan, otuz iki tane bembeyaz diş. Mükemmel bir uyum içindeki bu dişleri, eşi benzeri olmayan bu gülüşü hayranlıkla, doyamadan seyrediyorduk. Her birimizin gözü kendi dişindeydi.”
Şimdi, bunun bir alegori olduğu söylenebilir, bir “kapitalizm” alegorisi: işçi, kendi cevherini, kendi gücünü bir anda karşı tarafın mülkü olarak buluyor: kendi ağzı çirkinleştikçe güzelleşen bir gülümseme: kendi canlı emeğinin gaspedilmiş cisimleşmesi olarak karşı tarafta beliren pırıl pırıl makineler, bilgisayarlar, ipek halılar, izbandut gibi özel güvenlikler olarak buluyor. Hayranlıkla bakakaldığı o parıltılı şeyler aslında kendi “yabancılaşmış”, kaptırılmış cevheridir, kendi iş gücü. Evet, bu parçanın bir kapitalizm alegorisi olduğu söylenebilir – ama bence kitabın en güçlü öyküsü değildir bu. Çünkü Orada Bir Yerde, bir bütün olarak, kapitalizm gibi yine de tarih-içi bir olguyu değil, tarihten eski (ama tarihi de başlatan), çok daha kökensel, çok daha “primitif” ve kolayca giderilmeyecek bir tahribat ve kıyım mekanizmasını kurcalıyor. Bazılarının düpedüz “insan” dediği, daha aydınlanmış olanlarınsa kibarca “toplum” demeyi yeğlediği bir mendeburluk.
Parçaları bir zamansal-mekânsal bütün içinde toplayan da budur: her şey, kuşatıcı birbela ufkunun önünde olup bitiyordur, genelleşmiş bir beddua atmosferinin içinde. İki büyük felaket bu ufku çerçeveler: bir “Kuzey Savaşı” ile bir “Büyük Salgın”. Uzaktan sarkıp öykülerin içlerine kadar sokulur bu kırımlar, ama fiilî görünümleriyle değil de sonuçlarıyla. Ve insanların belayı def etmek amacıyla başvurdukları veya ürettikleri “çözümlerle”. Savaş ve salgın: hangisi daha önce gelmiştir, biri sebep ve öbürü sonuç mudur, yoksa ikisinin de ortak kaynağında daha eski, daha da “sinsi” bir kilitlenme mi vardır? Bulanıktır bu nokta, bütün mitlerin kökeni gibi sisli. Son parçada (“İlk Görüşte Ölüm”) anlatıcı da vurgulayacaktır kökensel belirsizliği. Burada bir seyyah kasabanın hanında yerlilerden birine yolculuklarında gördüğü yerleri anlatmaktadır: “Çöldeki saat kulesini, Kuzey Savaşından kalma yıkık surları, cüceler evini, başkentteki Büyük Tapınak’ı…” (Böylece öykülerin simgesel ve mekânsal kadrosu da son bir kez özetlenmiş olur.) Ama seyyahın yerliden asıl öğrenmek istediği şey, bölgenin tuhaf, sakil, korkunç “Kural”ıdır:
Her yabancı gibi, o da tam olarak tahayyül edemediği bu olağandışı uygulamayı yerli birinden dinlemeye can atıyordu. Derin bir nefes aldım. Kestirip atsa mıydım? Bu gece de uykum yoktu. Odama gidip boş duvarlara bakmaktansa… Buruşuk boynunda bir nal dövmesi olan yaşlı hancı şarabı ve eti masaya sessizce bırakıp gitti. Şişenin tıpasını açtım. Kadehimi doldurdum. Büyük bir yudum aldıktan sonra anlatmaya başladım.
Kural mutlaktı: Herkes, hayatında bir defaya mahsus olmak üzere, ceza almaksızın bir
başkasını öldürebilirdi. Kural ne kadar kesin ise, kaynağı da bir o kadar belirsizdi. Kadim bir peygambere çığırından çıkmış insan kurban etme törenlerinin önünü kesmek için indiğini söyleyenler de duydum, delirmiş bir hükümdarın başlattığı bir oyun olduğunda ısrar edenler de. Kimileri kıtlık ve salgın hastalıklara önlem olarak başladığı […] söylüyordu. Kökeni her ne olursa olsun, Kural bir kez Taş Kitabe’ye kazınmıştı ve Taş Kitabe’deki tüm kurallar gibi değişmez ve kesindi. (a.b.ç.)
Kuralın belirsiz kaynağıyla katı uygulaması arasında bir denklem kuruluyor: ama köken bilinmediği için mi uygulama bu kadar katıdır, yoksa uygulamanın kesinliği midir kökendeki “olayı” gizleyen, araştırılmasını ve bilinmesini önleyen? Süregiden felaketin anaforu bu türden soruları da anlamsızlaştırır; sebeple sonuç birbirine dönüşürken her türlü “bilgi” ufalanıp mite karışır. “Kutsal” başlıklı öyküde, askerler gelip kimsesiz bir çiftçiyi önlerine katıp başkente götürürler:
Ne de olsa zor zamanlardan geçiyordu ülkemiz. Kuzey Savaşı kaybedilmişti. Hükümdarın savaşta öldürüldüğü biliniyor, tahtın tek vârisi olan kardeşininse bu sorumluluğu kaldıramayacağı için siyanür içtiği söyleniyordu. Kardeşinin, korkusunun değil bir kumpasın kurbanı olduğu da dedikodular arasındaydı. Her halükârda taht sahipsizdi, ülke hükümdarsız […] Bunlar yetmezmiş gibi güneyden gelen bir musibetten bahsediliyordu son zamanlarda. Bir salgın hastalık veya bir çekirge sürüsü. Hangisi olduğunu bilmiyordum. Çünkü hiçbir haber bana olduğu gibi ulaşmazdı. Çiftliğe gelen yol o kadar bozuk ve dolambaçlıydı ki, tüm haberler yolda tanınmaz hale gelirdi.
Bir tozlaşma, külleşme motifi ilk öyküden itibaren karşımıza çıkar. Başkent boşalmış,
binaların çoğu yakılıp yıkılmış, ortalık geniş bir mezarlığa dönmüştür: “Mezarlıkta, yosun tutmuş taşların arasında yeni kazılmış bir çukur gördüm. Paslı bir kürek, çıkarılan toprağın oluşturduğu yığına saplanmıştı. Yığının yüksekliğine bakılırsa yarım bırakmışlardı işi. Toprak, rüzgârla havaya savruluyordu.” Sonra sadece iskeleti kalmış bir evin önüne gelir çiftçiyle askerler: “Yanmış, kararmış kitaplarla doluydu. Belki bir kütüphaneydi orası. Küle dönmüş cümleler rüzgârla havaya savruluyordu.” Bu farksızlaşma sürecine değinme fırsatımız olacak.
Walter Benjamin, çok okunmuş “Hikâye Anlatıcısı” başlıklı denemesinde, “Binbir Gece Masalları”ndan Rus yazar Nikolay Leskov’a ve belki yirminci yüzyıl başlarına (mesela Babel’in “Odessa Öyküleri”, Macarlardan Gyula Krudy) kadar gelen bir anlatıcılık geleneğinin çarşıda doğduğunu söyler, seyyahlar ve denizcilerle yerleşik esnaf arasındaki alışverişlerde, han masalarındaki söyleşilerde. Harikulade orada şekillenir. Türkgeldi’nin birinci tekil şahsı da “Endülüs Köpeği” başlıklı parçada öyle düşünür gibidir: “Çarşıda gezinmek için fazla sıcaktı ama şehirde birinin kanın akıp akmadığı en kolay öğrenebileceğim yer de burasıydı. Mallar ve sikkeler kadar haberler ve söylenceler de el değiştirirdi çarşıda.” Farkı görüyor muyuz: Şehrazad’ın öyküleri ölümü ertelemeye ayarlıydı, kurbanı bir gün daha yaşatmaya – Orada Bir Yerde’nin değişken anlatıcısıysa gerçekleşmiş ölümden emin olmak için açmaktadır kulaklarını. “İlk Görüşte Ölüm”ün anlatıcısı da çok iyi bilir bunu: “Seyyahın muhtemelen gelmeden önce defalarca okuduğu, topraklarımızdayken sayısız kez dinledi şeylerdi bunlar [Kural’la ilgili malumat – O.K.]. Zaten aslında Kural’ı öğrenmek için değil, benim Kural’ı uygulayıp uygulamadığımı öğrenebilmek için bu konuyu açmıştı. Bir cinayetin öyküsünü herkes merak eder […] Seyyahlar bu topraklara meşhur ipek halılarımız, damakta kekik tadı bırakan şarabımız veya başkentteki Büyük Tapınak için değil, bu hikâyeleri dinlemek için gelir biraz da.” Biz de öyle: metin içindeki temsilcimiz olan seyyahla birlikte biz okurları da kan cezbediyor. Hürriyet gazetesinin artık üçüncü de değil, tastamam birinci sayfasına râm oluyoruz.
Daha önemlisi, Türkgeldi’nin kitabının sadece haberin, dedikodunun, öykünün ve mitin “rüzgârda savruluşunu”, tozlaşıp çöpleşmesini betimlemekle yetinmemesidir. O belirsiz kaynağa doğru bir kazı çalışmasına da girişilir. En azından bazı ilk deşmeler, bütün iyi arkeologlar gibi tarih-öncesi vahşetin fosillerini kırıp dökmemeye, izlerin okunurluğunu korumaya özen göstererek.
..
Burada, kitabın orta kısmında, altı tane öykü var, mendeburluk anlatısının yoğunlaştığı: “Cüceler Sarayı”, “İyi Kalpli Yolcu”, “Yemek”, “Uzaktaki”, “Kutsal” ve “Endülüs Köpeği”. Hepsine değineceğim, hepsi de işini kendi son cümlesiyle, son paragrafıyla görüyor. Ama bu kümenin azıcık dışında kalmış gibi duran bir parça var ki, okumadan ilerleyemeyiz: “Peygamber”. Öykülerin hem başı hem de sonu gibidir. Yukarda, “herkes ömründe bir kişiyi cezasızca öldürebilir” kuralının aktarıldığı kısımda, bu peygamber figürüne rastlamıştık; Kural’ın, çığırından çıkmış kurban edimlerinin önünü kesmek için bu kişiye “indirildiği” belirtiliyordu, bir söylenti olarak. Ama bu sonra: daha önce onu aynı adı taşıyan öyküde görüyoruz. Yine tek başına yaşayan bir adamın küçük çiftliğine bir süre misafir olur, öğretisini bir ezber halinde o kimsesiz çiftçiye devreder ve sonra çekip gider. Zavallı çiftçi bu doktrini unutmamaya çabalar, sözcüklerini sürekli tekrarlar; ama bir yandan da hırpani şahsın geri dönmesini beklemektedir: “Tüm dünyayı öğretisiyle fethetmiş olarak.” Ama bu düşünsel faaliyet içinde kendi işini ihmal etmeye başlar, hayvanlar önce doğaya salınır sonra da muhtemelen telef olur. Peygamber gelmez, ama bizim anlatıcımız onun misyonunu üstlenir. Bitiş: “Son bir kez ufuğa düşürdüm bakışlarımı. Geri gelmeyecekti […] Ezberlediğim tüm kelimeleri insanlarla paylaşmalı, yükümü hafifletmeliydim. Sandallarımı ayağıma geçirdim. Deve derisinden mataramı suyla doldurup kasabaya doğru yürümeye başladım.” (a.b.ç.)
İki şey oldu burada: bir, “peygamber” ile cahil tilmizi farksızlaştı (“sandallar” da, “deve derisinden matara” da aslında çiftçiye ait değildir, ilk görüldüğünde “peygamberin” üstündeki şeylerdir bunlar); iki, yeni mürit şimdi öğretiyi başkalarıyla “paylaşmaya” doğru yürüdü, üstündeki yükü yaymak, genelleştirmek ve böylece hastalığı bulaştırmak üzere. Çünkü yukarda gördüğümüz gibi, peygamber düzen bozukluğuna çare olmamış, Savaş ve Salgın devam etmiş, peygamberin öğretisi de çoktan sözel toza karışıp “rüzgârda savrulmaya” başlamıştır. – Bu bulaşma/bulaştırma işini Türkgeldi “İyi Kalpli Yolcu” parçasında hedefine ulaştıracak; ama daha önce “Cüceler Sarayı” öyküsüne de kısaca bakalım biz, çünkü hem “kötülük altılısının” ilk ayağı, hem de okurun şifa beklentisi ilk kez orada boğuluyor.
Burada babası kendi cüce oğlunu köle tüccarına satar; tüccar da onu dosdoğru saraya götürür. Cüce burada hem dövüş hem de taklit maharetiyle hükümdarın gözüne girmeyi başarır. Özellikle hükümdarın veziri “Komutan Topal Zargos” taklidi beğenilmektedir. O da böylece hayallere dalar: çocukken annesinden dinlediği Cüceler Sarayına hükümdar olarak atanabilecek midir bir gün? Çünkü orada her şey kendi boyunda, kendine göre olacak. Ama savaş vardır (“Kuzey Savaşı”); hükümdar ve komutan gider ve bir yenilginin ardından geri döndüklerinde hükümdarın gözü sevgili cücesini görmüyordur artık. Uzun süre yanına uğratmaz. Sonra bir gün çağırır ve ona bir öneride bulunur: Şu Zargos’a yanaşıp öldürürsen, istediğin her şey… Hikâyenin anlatıcısı da olan cüce bu çetin görevi bir punduna getirip başarır, soğuk terler dökerek:
Cellatbaşı kadim taş kitabelerin oradaki ıhlamurun altında beni bekliyordu. Cinayetin hemen ardından saraya dönmemin tehlikeli olacağını, bir süre saklanmamam gerektiğini söylemişti. Terden sırılsıklamdım. “Hallettin mi?” diye sordu. Başımla onayladım. “Seni soytarı seni!” dedi gülümseyerek. “Efendimizden ne isteyeceğine karar verdin mi bakalım?” Başımla bir kez daha onayladım. Kitabelerin arkasında bir baykuş üç kez öttü.
O sırada arkamda bir çıtırtı duydum. Sonra gerilen bir sicim. Gözlerimi kapadım. Ufukta, Cüceler Sarayının dillere destan altın kubbeleri belirdi.
Kurban ve cinayet mekanizması, mafya filmlerinden de hatırlayacağımız gibi, kendi döngüsel hareketine devam ediyordur. Önce topal komutan, sonra da onu öldüren cüce öğütülür. Hep görmek istediği altın kubbeler ancak o ölürken parıldamaya başlar.
Böylece “İyi Kalpli Yolcu” parçasına geçiyoruz. Belki kervansaraylarda, eski liman kahvelerinde benzeri anlatılmıştır ama, iyi kalpli Benjamin’in sunumunda yer almıyor. Çok uzun süredir kimsenin yolunun düşmediği sapa bir köye bir gün bir adam gelir, uzaklardan. Köylüler memnundur, adamı yedirir içirirler. “Peygamber” olmadığı besbellidir ama anlatacakları vardır, haberleri. Sorarlar, o da bir Hürriyet yazarı olarak cevap verir:
Yolcu tek tek cevapladı. Kuzeydeki savaşta son zamanlarda büyük kayıplar vermişlerdi fakat durum lehlerine dönmüştü, zafer yakındı. O peygamber hakkındaki söylenti, peygamber olduğu söylenen kişiden daha hızlı ilerliyor olmalıydı ki, henüz onunla karşılaşmamıştı. Başkentte dev bir tapınak yapılıyordu gerçekten, hükümdar tüm dünyaya gücünü ispatlayacak eşi benzeri görülmemiş bu yapı için tüm servetini harcamaya hazırdı. Büyük Salgın’ın doğuya sıçradığı yalan, civar köylere kadar gelmiş olması ise daha da büyük bir yalandı, kendisi daha bir hafta önce bahsi geçen köylerde bulunmuştu ve herkes turp gibiydi, bu olsa olsa düşmanların yaydığı adi bir söylenti olabilirdi.
Köylüler “aldıkları cevaplardan memnundur”. Sonra, “yarın bir şenlik düzenlenecek,” derler, “muhtara iyi yemek yaptığını, güzel hikâyeler anlattığını söylemişsin”, bunları biz de görelim. Ertesi gün, adamı “koca bir kazanın başında köylülerin daha önce adını bile duymadıkları bir yemek pişirirken” ve bu hünerin her adımını da ballandıra ballandıra anlatırken buluruz: “Güneşte kurutulmuş biberleri küçük parçalar halinde…” Sonra, “Tüccar babamın doğudaki rahiplerden öğrendiği bu gizli karışımı da ekledikten sonra…” Bu arada öykü kısmını da ihmal etmemektedir: “… tuhaflıklardan bahsetti. Cinayetin yasal olduğu ülkeleri, insanların birbirini yediği köyleri anlattı. İnsanın kanını donduran cinli perili hikâyeler ve açık saçık fıkralar anlattı.” Ama şenlik bitince bir kadın yemeğe kattığı “gizli karışımın” ne olduğunu sorar adama. “Yolcu hasır çantasından çıkardığı şişedeki pek de iştah açıcı gözükmeyen yeşil-sarı sıvıyı salladı ve ‘Bu bir aile sırrıdır’ diyerek kadının talebini geri çevirdi. Tıpkı köylülerin bir süre daha köyde kalması konusundaki ısrarlarını ‘Aynı yerde iki-üç günden fazla kalmak bana uğursuzluk getirir’ diyerek kararlılıkla reddetttiği gibi.”
Yolcunun pek güzel ağırlandığı o köyde daha çok kalamamasının, hep yoluna devam etmek zorunda olmasının sebebini, öykünün gövdesinden üç noktayla ayrılmış bitiş paragrafında buluyoruz:
Yolcu, yeni bir köye yaklaştığında ölü bir incir ağacının altına gidip oturdu. Üstünü çıkardı. Salgın hastalık [ki “düşmanın propagandasıdır” demişti] bütün ailesini yok etmiş, bir ceza gibi onu öldürmemişti. O günden beri bedeninde onunla yaşayan hastalığın ürettiği irinleri birer birer patlattı. Akan sarı-yeşil renkli sıvıyı çantasından çıkardığı şişede özenle topladıktan sonra yoluna devam etti.
Gördüğümüz gibi bu öykünün bir anlatıcısı, bir birinci tekil kişisi yok. Ama o iyi kalpli yolcu öykünün, anlatmanın kendisidir: anlatı, mesel, fıkra, dedikodu, ne dersek diyelim, bir bubonik veba olarak kendini köyden köye, bir dinleyici topluluğundan öbürüne bulaştırmaktadır. “İnsanların birbirlerini yediği köylerden” mi söz etmişti adam – hızla öbür köye, bir sonraki öyküye geçiyoruz: “Yemek”.
Bu köyde bir değirmenci yedi gündür kayıptır. Sonra cesedi karaya vurur. Cenaze yemeği hazırlanacaktır. Bunları bir bakırcı açısından izleriz, ama üçüncü tekil şahıs. “…değirmenciyi kimin bulduğunu düşündü. Tepenin ardına giden muhtar mı, yoksa deniz tarafını kolaçan eden hekim mi? […] Değirmenciyi köye nasıl getirmişlerdi, zorlanmışlar mıydı? Sanki asıl mesele ölen değildi de, kalanların çektikleriydi. İnsanın asla kendisini bir ölünün yerine koyamadığını düşündü. Ne olursa olsun, geride kalanların gözüyle bakıyordu olan bitene.” (a.b.ç.) Sonra bu felsefi düşüncelerden sıyrılır: “… yemeğin nasıl olacağını düşündü. Zencefil kokusu karnını daha da acıktırmıştı.” Cenaze evine giderken sokakta “sohbet edip gülen erkekler, keyifle yemek hazırlığı yapan kadınlar, koşuşturan arsız çocuklar görmeyi” beklerken daha neşesiz bir ortamla karşılaşır: “Bakırcı bu ağır havanın nedenini içten içe tahmin etmişti ve iştahı kaçmıştı.” Sonra tören başlar. Bu arada değirmencinin intihar etmiş olduğuna ve bunun da köye ve geleneklere karşı “tam bir saygısızlık” olduğuna dair konuşmalar geçer köylüler arasında. Ama köy muhtarı tören konuşmasında bu türden itirazları bir kenara iter: “Hayatına her ne gerekçeyle ve ne şekilde son vermiş olursa olsun, değirmenciyi de aramıza, içimize almamız gerekiyor […] Bu son görevimizi her şeye rağmen yerine getirmemiş, köyümüzün birliği ve geleneklerimizin sürekliliği için elzem. Afiyet olsun.” Sonra terzi koca bir kazan getirir ortaya, herkesin tabağına cenaze yemeğini dağıtır: “Bakırcı, ilk lokmayı ağzına attı ve yüzünü buruşturdu. ‘Tam korktuğum gibi… Deniz tuzu bütün tadını kaçırmış,’ diye düşündü.”
Bakırcı herkes adına düşünüyordur burada: deniz suyunda şişmiş bir cesedin etinin lezzetli olmayacağını ahali de bilmektedir, o yüzden çok sevinçli, çok iştahlı görünmezler. Ama bu ayrıntının tek işlevi, son derece “geleneksel” bir kurban mekanizmasını beklenmedik bir anda ve bütün iğrençliğiyle açığa çıkarmaktır. “Yamyamlıktan” daha önemlisi, bu mekanizmanın kendisidir. Muhtarın konuşmasını şöyle tercüme edelim: Olabilir, onu biz öldürmemiş olabiliriz, kendi canını almış olabilir, yine de biz öldürmüşüz gibi alalım onu, biz kurban etmişiz gibi yiyelim – “köyün birliğini” mümkün kılan budur, köyümüz hep bir kurban üzerinden kendi bütünlüğünü (yeniden) sağlamıştır. Sürekli bozulmaya yatkın bütünlüğünü.
“Kutsal” ve “Endülüs Köpeği” başlıklı öykülerde kurban mekanizmasını daha da yakından izleriz. Kurban edimi, bütün teorik çalışmasını bu konuya adamış René Girard’ın hep vurguladığı gibi, canhıraş karşıtların birbirini andırmaya başladığı kaotik bir toplumsal çatışma ve farksızlaşma sürecinin son adımıdır: bir toplumsal öğenin (birey ya da grup) kurban edilmesiyle eski düzen yeniden tesis edilecek, “geride kalanların” birliği ve uyumu sağlanacaktır. “Kutsal” öyküsü, düşmanlıkla benzeşmenin birbirine eşitlendiği bu farksızlaşmaya işaret eder. Burada kimsesiz bir çiftçi, koyunlarını çayıra salarken şöyle düşünür: “Tepeyi çıkarken koyunların bir an olsun birbirlerinden ayrılmadıklarını düşündüm. Her biri diğeriyle sürekli temas halindeydi. Her koyun bir başkasına dokunuyordu. Bir bakıma en öndeki koyun ile en sondaki birbirlerine değiyor, birbirlerini ısıtıyorlardı. Etten örülmüş, büyük, beyaz bir battaniye.” Bu farksızlık imgesi doğadan alınıp topluma aktarıldığında, kendi çelişik hakikatini açığa vuracaktır. Issız çiftliğe bazı atlıların yaklaştığını gören köylü, “Haydutlar mı diye düşündüm önce,” diyor, “Elim belime gitti. Belki de yoldan çıkmış iki yolcuydu. Fark etmezdi. Burada kimse kimsenin dostu değildi.”
Askerler çiftçiyi alıp başkente, saraya götürürler. Meşhur “Kuzey Savaşı” çoktan kaybedilmiş, ülke hükümdarsız. Onu orada yaşlı ve seçkin bir topluluk karşılar. Adamı incelemeye, orasını burasını yoklamaya başlarlar: “…bana dokunmaya çalışan bedensiz eller, alnıma, burnuma, boynuma, koluma, sırtıma, karnıma […] herhangi bir yerime, her yerime, bir iz arıyorlardı sanki, bir işaret […] sonunda biri ensemde saçlarımın altına gizlenmiş lekeye dokundu ve bir sevinç çığlığı attı. Hepsi lekeyi teker teker inceledi ve onaylayan homurtular çıkardılar.” Sonra, müneccimbaşı olduğu anlaşılan siyah cüppeli ihtiyar, “Aradığımız kişi O!” der, “Kurtarıcımız O!” Buraya kadar öyküyü bir hükümdar arayışı teması üzerinden izleriz. Öyle ya, toprak kralsızdır ve kulların önde gelenleri bir soy sop araştırması yapmaktadırlar, ölen hükümdarın varisini arıyor gibidirler. Şu ki, garip çiftçinin boynundaki lekenin sevinçli ve homurtulu keşfinden sonra, adamı götürüp bir kuleye kapatırlar. Bir hafta sonra çıkarıp yine kalabalığın ortasına sürerler. “Sizi çok aradılar,” der bir hizmetli, “Sonunda en olmadık yerden çıktınız. Kimin aklına gelirdi ki! Dağda tek başına yaşayan ama kanı kutsal olan bir çoban!” Mahşeri kalabalığın orta yerine doğru sürülürken, uğultunun içinden bazı sözler çalınır adamın kulağına: “Tüm ülke şehre akmış gibiydi. Sokaklar cıvıl cıvıldı. Bir tören, bir düğün havası vardı. Arada konuşmalar, sesler duyuyordum. Taht, büyü, lanet, kurban, hükümdar…” Sonra sarayın başdanışmanı elindeki ruloyu açıp okumaya başlar: “Uzun arayışlar sonunda, hükümdarını yitirmiş yenik ve yorgun vaziyetteki ülkemizin ve biçare halkımızın makus talihini değiştirecek olan…”
Bir “dokunma” motifi girmişti öykünün başında, kuzularla. Temas, benzeşme, aynılaşma. Çiftçiye “dokunmaya çalışan bedensiz ellerle” devam eder ve gelip bu şenlikte asıl kıvamını bulur: “[danışmanın] kurumuş dudaklarından dökülen kelimeler kalabalığın arka tarafına yaklaştıkça tuhaf bir biçimde yuvarlandıkça büyüyen kartopu misali kuvvetleniyor olmalıydı...” (a.b.ç.):
… çünkü en gürültücü ve en coşkulu topluluk en arkadaydı. En çok onlar istiyorlardı beni. Kalabalığa baktım. Herkes birbiriyle temas halindeydi. Herkes bir başkasına dokunuyordu. Bir bakıma en öndeki yaşlı adam ile en arkadaki yeniyetme birbirlerine değiyorlardı. Heyecanları, korkuları, hırsları birinden ötekine geçiyordu. Bencillikten mürekkep, kocaman, şuursuz bir canavar. (a.b.ç.)
Bulaşıcıdır hırs, iddia, korku, dedikodu, mit, hikâye, edebiyat, kısaca veba, kısaca bulaşma ve benzeşmenin kendisi, farksızlaşma. Herkes herkese dokunuyor, herkes herkesi seviyor, herkes herkesin en ilkel şakasına katıla katıla gülüyor ve herkes herkesten nefret ediyordur. Bizim adam istendiğinin farkındadır, ama ne için istendiğini biliyor mudur? Bir genetik hatası sonucunda kral olmaya mı getirilmiştir oraya? Diz çöktürülür, belki taç giyecektir. “Çıt çıkmaz olmuştu. Güneş tepemde, insanlar altımdaydı. Sabırsızlandıklarını hissedebiliyordum […] Müneccimbaşı bana yaklaştı. Kılıcını havaya kaldırdı. Bir hükümdarı kutsayacak veya bir kurbanın boynunu vuracak gibi.”
Burada bitiyor parça. O “veya” sözcüğünün de aslında bir alternatifi değil, bir denklemi, bir eşitliği belirttiğini de hissettirerek. Kutsalla kurban aynı şeydir, her kutsallık ancak bir kurban pahasına elde edilir. Ölülerimiz vardır, şehitlerimiz. Mehmetçik vakfına bağış yapmayanı da köyümüzün muhtarı araştıracaktır.
Geliyoruz “Endülüs Köpeği”ne. Biliyorsunuz, gerçeküstücü yönetmen Luis Bunuel’in en erken filmlerinden birinin (1920’ler) adı budur: Endülüs Köpeği. Vahşet elbette vardı orada, kışkırtıcı vahşet. Ama Türkgeldi’nin arkeolojisine benzer bir şey göremeyiz: lanet sürer ama kurban ve günah keçisi mekanizmalarına dair berrak bir resim göremeyiz. Şiddetin anaforu, yönetmeni de kendi içine çekmiş gibidir, görüşü iyice bulandıracak ölçüde (ama çok gençti, en fazla 28). Orada Bir Yerde, demek bizim buralarda ise ise bu köpek dolaysızca “lanet” anlamına gelmektedir. Hiçbir süse, edebiyata, yanılsamaya izin vermeden.
Bu öykü de bir öncekinin bıraktığı yerden alır: “Güneş tam tepedeydi. Gölgeler kısacık.” Yalansızlık saati midir bu? Palavranın, efsanenin, mitin durakladığı saat? Ya da tam tersi, Hürriyet’in gemi azıya almak üzere olduğu? Ne olursa olsun, kaygılı, telaşlı bir anlatıcı var burada: “İş başa mı düşecekti yoksa? Neden kimse bir şey söylemiyordu? Neden beni çözüme ulaştıracak bir alamet belirmiyordu? Bazen ‘Bu yozlaşmış şehirde Kitabe’yi kimse umursamıyor mu artık?’ diye umutsuzluğa kapılıyordum. Fakat tam o sırada kalabalığın içinde benim gibi tedirgin bakışlarla gezinen biriyle göz göze geliyor ve yalnız olmadığımı anlıyordum. Bu beni rahatlattığı kadar ürkütüyordu da. Günbatımından önce biri ölecekti.”
Burada ben özetliyeyim, Türkgeldi’nin güzel cümlelerini kısaltmak pahasına. Taş Kitabe’de yazılan şudur: Endülüs Köpeği uğursuz ulumasını ortalığa saldığında, şehirden biri mutlaka ölmüş olacaktır. Biz anlatıcının telaşını izleriz, tam ne istediğini anlayamadan: köpek havlamış ve biri ölmüş olsun mu istiyordur, yoksa bunun olmasından mı korkuyordur? Bu belirsizlik devam eder. Köpeğin ulumasını bu birinci tekil şahıs işitir; sonra ses kesilir. Ama anlatıcı rahatlayamaz: “Bu işlerden anlamayan biri, her şeyin eski sessizliğine kavuştuğuna inanıp tatlı rüyalarına dönebilirdi. Fakat ben lanetin başladığına inanıyordum.” Sokağa düşer; kumaşlar ve sikkelerle birlikte “söylencelerin de el değiştirdiği”, lanetlerin de bulaştırıldığı çarşıya çıkar. Ahbapları kurcalar.
Şansım yaver giderse umulmadık bir yerde bir ipucuna denk gelecek, beklenmedik bir zamanda bir malumat işitecektim. Kim bilir, belki akşama kalmadan bir ölüm haberi yayılacaktı sokaklara. Müjde, yas, ve suçluluk dağılacaktı her yere, rahat bir nefes alacaktı bütün kent […] Çayımı bitirdim. Duman rengi bir kedi bacağıma sürtünerek yanımdan geçti. Bardağa baktım. Dibinde pıhtıyı andıran çay kalıntıları.
Burada küçük bir Hürriyet durumu var, aktarmadan geçemem. Telaşlı birinci şahıs, bir haber müptelası olarak (ama asıl o haberi almak için) şehirde dört dönerken hekime de uğrar. Hekim ona “yok bir şeyin, söylediğim ilaçları al” der. Ama adam doktordan daha kanlı canlı haberler bekliyordur: “Bugün hiç yaralı getirmemişler miydi kendisine? Damdan düşüp beynini patlatan bir çocuk […] kan kusup geberen bir ayyaş?” Yok, der “uyuz hekim, ‘her zamanki tırıvırı. Öksüren, aksıran, kıçı başı ağrıyanlardan başka kimsenin uğradığı yok.’” Anlatıcı, karşısındakinin ciğerini okuyordur, çünkü aslında kendisinden farksızdır: “Benim gibi o da felaketin gerçekleşmemesine üzülmüştü, ama onun derdi Endülüs Köpeği değildi. Farklı bir şey olsun istiyordu, o kadar.” Fark yoktur: biri belki daha “entellektüel”, geleneğe, mite, edebiyata daha saygılı, öbürü daha serbest, daha zamane çocuğu, daha Hürriyet. Ama esaslarda kültürle cehalet arasında fark yok: kişilerin ikisi de habere aç, ikisi de “şehirde biri öl[dürül]dü” haberini bekliyor.
Anlatıcı artık bir uyurgezer gibi öykünün yanık ucuna doğru sürüklenmektedir. “Ayaklarım nereye gideceklerini biliyorlardı.” Bir bıçakçı dükkanına girer: “Kurban keseceğim, bana en iyi bıçağını ver.” Şehrin doğusundaki Taş Kitabe’ye gidecektir: “Bu iş için daha uygun bir yer olamazdı. Ufuk çizgisine yaklaşan güneşe baktım. Kan akmamıştı hâlâ. Kehanet boşa çıkamazdı. Çabuk olmalıydım […] Uzamış gölgem benden hızlıydı. O önden koşturuyordu da ben ona yetişmeye çalışıyordum sanki.” Öğleyin evden çıktığında anlatıcının peşine ürkütücü bir gölge takılmış, sonra da kaybolmuştur. Kitabe’ye doğru ilerlerken onu yine birinin kovaladığını hisseder: “Bir yabancının gölgesi tam ayaklarımın dibine düşüyordu. Gölgesine bakılırsa geniş omuzlu, iyi yarı bir adamdı. Belki de bugün beni geçitte kovalayan mor ceketliydi, kim bilir […] elinde ince, uzun bir şey taşıyordu, bir sopa belki ya da bir kılıç, kanımı akıtmak için mi peşimdeydi, o dar geçitte kıl payı kurtulmuştum ama bu sefer o kadar şanslı olmayabilirdim, başka çarem kalmamıştı…” Böylece birden arkasına dönüp bıçağını adaman karnına saplar: “Şaşırmış gibi bana baktı birkaç saniye […] Elindeki ekmek filesini düşürdü. Sonra yere yığıldı. Mor ceketli adam değildi. Daha önce hiç görmediğim bir yabancı. Yarasından oluk oluk akan kan, toprağı suluyordu. // Onu da diğerlerinin yanına, Kitabe’nin arkasındaki koruya gömecektim.”
…
Fark yoktur. Mutlak düşmanlık ve kutuplaşma ile topyekun benzeşmenin birbirinden ayırt edilmez olduğu bir çözülme/farksızlaşma sürecine bakıyor Türkgeldi’nin meselleri. Son parçada vurgulanacağı gibi: “Bu ülkede de herkes, henüz bir cinayete karışmamış dahi olsa, hem maktuldür hem de katil.” (a.b.ç.) Anlatıcının öldürdüğü “yabancı” o mor ceketli adam değildir ve tastamam odur. Adamın elinde bir file vardır ve o file her zaman çoktan bir kılıçtır. Anlatıcı sokağa haber almak için çıkmış ve hiç şaşmadan kendisi o “haberi” gerçekleştirmiştir. Mor ceketli muhtemel katil de şimdi bir maktul olarak eski kurbanların yanında yerini alacaktır. Kehanet çoktan gerçekleşmiştir ve sadece geleceği değil, bugünü ve geçmişi de söylemektedir. Raskol’ün rüyası: “Birbirlerine karşı ordular içinde toplandılar, ama daha sefere çıkarken bile birbirlerine düştüler ve askerler birbirlerini bıçaklamaya, doğramaya, ısırmaya ve yemeye koyuldu. Şehirlerde gün boyu teyakkuz çanları çalıyordu; insanlar toplandı, ama niçin çağrıldıklarını ve onları kimin çağırdığını hiçbiri bilmiyordu… Veba her tarafı sarıyor, gittikçe daha uzağa yayılıyordu.”
Sofokles’in “Kral Oidipus”undan Camus’nün Veba’sına kadar edebiyatta “veba” herhalde bir metafordur, bir toplumsal çözülmenin tıbbi metaforu. Bu metinlerin çoğu (belki Artaud’nun Tiyatro ve İkizi hariç) salgının artık geçtiği ya da geçmek üzere olduğu bir noktadan bakılarak yazılmış gibidir (ama Sofokles’in trajedisi dışında, düzenin yeniden kurulması için kurban edilen günah keçisinin kim olduğu belirsiz kalır). Edebî yapıt, şu ya da bu ölçüde mükemmel inşasıyla, hastalıktan muaf kalmış, yangında kavrulmamıştır. Türkgeldi’nin kitabı bu açıdan epey “farklı”: bir kötü aynılaşma sürecini kurcalarken, yazının, kendi yazısının da o bulaşmadan münezzeh kalamayacağını vurguluyor. Ama bunu çok güzel, çok zarif öykülerle yaptığını kendisi de biliyor olmalı ki, son parçayı, “İlk Görüşte Ölüm”ü bir bakıma kendi yapıtının alegorisi olarak tasarlamış (en güçlü parça olduğunu söylemeyeceğim).
Felaketin artık geçmişte kaldığı bir zamandır bu; düzen, eski yasalarıyla, Kitabesiyle vb. yeniden tesis edilmiştir. Şehirden varlıklı bir genç, ilk görüşte tutulduğu çok güzel bir kızla evlenir. Mutlulukları eksiksizdir. Ama bu genç, yasanın herkese tanıdığı o bir kerelik öldürme hakkını henüz kullanmamıştır. Bu hak bir kurt gibi kemirmeye başlar o mutluluğu. Tahmin edilmiştir: Hakkını aile içinde kullanacaktır. Bir dere kenarında, birbirlerine sarılmışken, kızın en güzel göründüğü anda boğar karısını. “Göz göze geldik. Öyle saf bir mutlulukla gülümsedi ki öleceğim sandım. İşte o, mükemmel andı. Hayatımın en mutlu, onun en güzel ânı. O sırada onu öldürmemek ikimize de haksızlık olacaktı […] Sonunda o zarif boynunu çıplak ellerimle sıktım. Gözlerinde en ufak bir şaşkınlık yoktu. O da bu ânı bekliyordu sanki.” Adam da kadın da o uğursuz yasanın kullarıdır, bu açıdan katille maktul arasında bir fark yoktur.
Bunun en güçlü parça olmadığını öne sürdüm, çünkü bizi temel hakikatten (kurban yasasından) biraz uzaklaştıran bir dolgu maddesi var, “sanatçı ve yaptı” fikriyle ilgili. Bu genç çiftin de katıldığı bir partide bir heykeltıraşla bir yargıç felsefi bir tartışmaya dalmışlardır. Sanatçı: “Mükemmel bir hayatı olan adamlar, neden durup dururken her şeyi mahvederler? Akılsızlıklarından değil.” Yargıç: “Peki o zaman size sorarım, bir sanatçı kendi yarattığı bir güzelliği bozabilir mi?” Sanatçı, neden olmasın, der, “bazen öyle bir an gelir ki bir heykeltıraş heykelini parçalayabilir, bir yazar kitabını yakabilir…” Bir yaratıcı o güzelliği nasıl kendisi yarattıysa, aynı şekilde kendisi yok edecektir: yaratının tepe noktası budur, sanatçının yapıtıyla mutlak biçimde özdeşleştiği, farksızlaştığı an.
İyi ama bu kısım bizi kitabın temel problematiğinin uzağına atıyor bir anda, çünkü kişisel yaratıcılık meselesiyle daha önce hiç karşılaşmamıştık (bir temanın “tema” haline gelebilmesi için en az iki kere geçmesi gerekir). Ve sanatçının o şairane nihai tahribatı yine de yaratı sürecinin bir parçasıdır, doruğu. Oysa kitapta büyük başarıyla anlatılan şey, bu türden “erinç” doruklarının olmadığı, lanetin aşağı giden bir sarmal gibi döjne döne sürekli alçaldığı ve alçalttığıdır, mendeburluğun dibinin olmadığı.
Ama bu “sapmaya” takılmayalım, çünkü “sanatçı ve yargıç” tartışması da adamla karısının hazin hikâyesi de aslında iç içe öykülerdir. Parçanın dış halkası bizi tekrar asıl konuya geri gönderir. Çünkü genç adamla güzel karısının öyküsü, aslında anlatıcının meyhanede o meraklı gezgine anlattığı kendi hayatıdır. Gezgin bir an için afallar. Masada içki bitmiştir. Anlatıcı, “Hancı gitmiş,” der, “gidip bir testi şarap daha alacağım ben.” Ve geri döndüğünde elindeki testiyi arkadan gezginin kafasına geçirir. “Yere, seyyahın yığılan bedeninin yanına oturdum. Şarap ile kan birbirine karışmış akıyordu. Bir sigara yaktım. Huzur içinde, birilerinin gelip beni götürmesini beklemeye başladım.”
Götürülecektir, çünkü ikinci kez öldürmekle kendi yasal hakkını ihlal etmiştir. Yine çok zarif, çok sağlam bir sonlanış. Tahribat sarmalı sonunda anlatıcının ve anlatmanın kendisine de ulaşmıştır, artık han masalarında böyle ilginç öyküler anlatamayacaktır adam. Belki daha önemlisi, toplu ve karşılıklı cinayetlerin önünü almak için icat edilmiş yasa (“bir kerelik öldürme hakkı”) düzeni sağlayamıyor, cinayetler ve linçler bu kitabın dışında da sürüp gidiyordur. -- Ece Ayhan’ın Ortodoksluklar’daki o tuhaf, uğursuz cümlesiyle: “Sürülecektir bozukluklar biçimi. Bir kızla bir müşteri ayının kucaklaşmasından.”