Bizden daha eski sahipleri dünyanın; biz sahip değilken ve bugün sahip çıkmayı umursamazken, onların sahip olduğu bu dünyada sanatta, edebiyatta, ekolojide, mitolojide her şeyde ağaçlar üzerine düşünmeye bir davet bu ayki dosyamız...
07 Mart 2019 11:00
Şimdilerde artık yaşamayan bir adamın geride kalan dostlarından anılarını dinliyorum bir süredir. İşte onlardan biri:
Çocukken kaçmak zorunda kaldığı Türkiye’ye gelmişti yıllar sonra. Görmek istediği "o yere" gittik, çocukluğunun kaç yılı geçmiş orada. Arka bahçeye çıktık. Beni geride bırakıp, orada olduğumu unutup bahçenin içine girdi, ağaçlara sarıldı dakikalarca, inan hepsine tek tek sarıldı. Hiç konuşmadık bunun üzerine, zaten konuşmazdı ama zaten ne gerek var…
Hiç konuşmayan, duygularını ve kendini yaşamı boyunca saklayan, o kendine kapanmış adamın çocukluğunun bahçesinde gördüğü ağaçlara sarılmasını hiç unutmayacağım. Orada sarıldığı ağaçlar onun kökü, yurdu, toprağı, çocukluğunun gölgesiydi ve daha birçok şey belli ki.
Bu çok kişisel anekdottu ama evet, konumuz: Ağaçlar.
Tırmanıp düştüğümüz, gövdesine yaslandığımız, gölgesine saklandığımız, kestiğimiz, görünce sevindiğimiz, görmeyince duyarsızlığımızla beton yığınlarına bir kürek de bizim harç attığımızı unuttuğumuz, yaktığımız, dikip çoğaltmaya çalıştığımız. Tüm bunlar ve daha fazlası. Bizden daha eski sahipleri dünyanın; biz sahip değilken ve bugün sahip çıkmayı umursamazken, onların sahip olduğu bu dünyada sanatta, edebiyatta, ekolojide, mitolojide her şeyde ağaçlar…
Bakın neler var dosyamızda.
Mitoloji, din ve edebiyat ağız birliğiyle ağaç-kadın-günah hikâyesini anlatmaya, kadınları bütün cennetlerden kovmaya devam edecek. İnançlara ve edebiyat sevgisine sarılıp metaforların estetiğine hayran olarak gerçek hayattaki nymphetleri kurtarabilecek miyiz? Aysu Önen yazdı.
Savrulanı saklamaya çalışmak
Kök salmakla, yerine mıhlanmakla, hareketsizlikle özdeş ağaçtan kopunca alıp başını gitmiş, bir baltaya sap olamamış, kendini yollara vurup çayıra salmış, gezgin bir abdal misalı savrularak, devinerek yaşamaya mahkum olmuşun öyküsü anlatıyor Tuna Erdem: Driftwood.
Bugün, ağaç sevgimiz, hedonist tabiatımız ile, refah idealiyle ilişkilendirilmiş liberal etiğin gölgesindeki bir cılız filizden öteye düşmez. Sürdürülebilirlikle neyi sürdürmek istediği de şüphelidir insanın; ağacı sincabıyla tüm yerkürenin en uzun ömrü mü sürdürülecektir, dünya pazarının hizmet-mal akışı mı kastedilmektedir veya yakın gelecekteki tüketim mi, bu kısmı şu an şaibelidir diyor Sılay Sıldır.
Sanat ve medeniyet tarihinde ağaçlar
Ağaçların insanlığın medeniyeti inşa serüvenindeki yeri kendine özgü ve önemlidir; ağaçlar, insanlara yol gösteren, bilge ve hayırlı bir güç olarak tebarüz etmişlerdir. Ancak hep böyle mi olmuştur? Ali Kayaalp yazdı.
Herkesin aklının ya da kalbinin bir köşesinde kalmış bir söyleyeceği vardır ağaçlara dair: çocukken gölgesinde oynanan ağaç, annenin diktiği ceviz ağacı, “ocaklara dikilen incir ağaçları”, eskiden dutluk ya da zeytinlik olan yerler ya da kimi çınaraltı meydanlarında yüzyıllardır olup bitenler... Buradan yola çıkarak bugün yaşadığımız mekânlardaki etkisini araştırmaya başlamış Duygu Cihanger Ribeiro, “Trees in the Urban Context: A Study on the Relationship Between Meaning and Design” adlı tezinden ve kişisel deneyimlerinden yola çıkarak yazdı.
Modern insan, korku duygusu karşısında küçüldükçe küçülür ve ağaçların başka bir dünyanın dehşetini oraya (Avrupa’nın tam ortasına) getirdiğini hayal eder, çünkü bir yandan bu dehşete hayran, hatta eğilimlidir. 18 ve 19’uncu yüzyılların gotik edebiyatındaki kilise, katedral ve manastırların yerini 20’nci yüzyıl gotiğinde artık Doğa alır. Söğütler ise bu yüzyılın gotik kuleleridir. Doğanın karşısında uygarlık, artık bir bataklıktır. Kültür artık küflenmiştir. Yankı Enki yazdı.
Aşılı ağaçlar
Çiçeklerden, kuşlardan ve elbette insandan çok evvel dünyaya geldi ilk ağaçlar, gövdesi kalınlaşan eğrelti otlarının ayaklanıp boylanmasıyla ormana dönüştüler. Sayısız yıkıma ve yok oluşa tanık oldular. Çöllere, bataklıklara, dağ başlarına, deniz kıyılarına yayıldılar; her yerde, her koşulda yaşadılar. Dönüştükçe canlanıp can verdikçe çoğaldılar ve sonunda yeryüzünün en dayanıklı canlılarından biri olup çıktılar, diye başlıyor Deniz Gezgin ve bakın neler anlatıyor bize.
Kitabı elime aldığımda bir ağaca dokunurum. Ağacın hangi coğrafyadan geldiğini, kâğıdın ne tür ağaçtan üretildiğini bilmeksizin, yazarın ülkesindeyimdir okurken. Sayfaları çevirir, kokusu, konusu, konumuna göre ülkenin sokaklarında, kırsalında dolanır, ağaçlarını kucaklar, börtü böceklerinle yarenlik, satır aralarında yazarla sohbet eder zamanda gezinirim diyerek bizi de peşi sıra dünyanın sokakları ve ağaçları arasında çağırıyor Ceylân Orhun yazısında.
Ağaçların güncel sanat ile ilişkisini üç alt başlık altında ele alabiliriz. Ağacın doğal ortamından alınıp sanat alanında bir yerleştirmenin parçası hâline gelmesi, ağacın kendisinin değil temsilinin (resim, heykel veya dijital olarak) sergilenmesi ve ağacın doğal ortamında bir yapıta dönüşmesi. İşte Ulya Soley’in yazısı.
Geleneksel kadın-doğa özdeşleşmesi, üstesinden gelinmesi gereken bir erkek ideolojisidir. Ama aynı zamanda, doğa-kadın arasındaki bağlantıyı koparmamak da gerekir diyor Hande Öğüt ve bizi edebiyatın da izinden ağaçların dallarından dünyada olup bitene davet ediyor.
Doğa, kültür, eğitim, tanıtım ve örgütlenme başlıkları altında çalışmalarını yürüten ÇEKÜL Vakfı Türkiye’nin her yerinde çevre bilincini arttırmak adına neler yaptığını ve bizlerin neler yapması gerektiğini Adalet Çavdar’a anlattı.
Ve bu hafta Murat Şevki Çoban’ın Tuncay Birkan söyleşisi, Barış Özkul’un raflara yarın çıkacak olan Barış Bıçakçı’nın romanı Tarihî Kırıntılar üzerine yazdığı krtitik, Asuman Susam’ın Doğmuş olmanın sakıncası üzerine: Capharnaüm yazısı ve kitaplar bölümümüzü de gözden kaçırmayın.
Nisan ayında görüşmek üzere.