Kadınlarla amansız bir mücadele, anneye özlem ve anneyi kıskanma, kız kardeşe yönelik nefret, baba ile oğulun mücadelesinin arkasına saklanan ama bir o kadar güçlü dinamiklerden...
13 Eylül 2018 13:15
Baba-oğul karmaşasının ortasındaki, erkeklik döngüsünün çekirdeğindeki, filmin/edebiyatın/sanatın kalbindeki kuyu neyin kuyusudur? Ahlat Ağacı bize bu sorunun peşinden giderken izleyebileceğimiz bir rota sunuyor. Burada bu rotayı takip etmeye çalışarak, yorumlarda da sık sık odağa alınan baba-oğul mücadelesinin ötesinde nelerin bulunabileceğine ilişkin bazı fikirler öne süreceğim.
Filmde baba ile oğlun içinde olduğu çatışma ve karmaşanın, çoğunlukla yapıldığı gibi salt "babayla rekabet" ve "babayı öldürme arzusu" üzerinden okunması yeterli gözükmüyor. Oğlun babayla kurduğu özdeşleşmeler, babanın talepleri karşısında yaşadığı gelgitler, başkalarının kötü sözlerine karşı babasını savunması ve babaya ilişkin hayalleri/ hayal kırıklıkları hikâyede oldukça merkezî bir yerde duruyor. Özellikle babaya (ve baba ikâmelerine) ilişkin hayal kırıklıkları film boyunca zaman zaman daha sessiz, zaman zaman daha belirgin şekillerde karşımıza çıkıyor.
Bu bağlamda babanın hareketsiz bir biçimde yerde yattığı için ölü sanıldığı sahne "babayı öldürme arzusunun gerçekleşmesinin" ötesinde bir anlam taşıyor. Bu "hayalde" bir yıkım, bir çöküş, bir kayıp tekrarlanıyor. Oğul bu sahnede yıkılmış, çökmüş, kayıp bir baba ile karşı karşıya geliyor. Bu karşılaşma yeni değil; çökmüş ve yanı sıra dünyayla ilişkisinde hareketsizleşmiş, kendi içine, kendi düşler âlemine doğru çekilmiş bir baba yeni değil aslında. Oğlun babasını sorumlu tuttuğu bir çöküş dönemi var, büyük kayıplar dönemi. Bu sahnede o yıkım yeniden sergilenir, öncekinin şokunu uyandırırken bir yandan da o çöküş döneminin baba için de bir tekrar olduğu seyirciye hissettirilir. Sanki babanın tüm o döngüsel ve çıkışsız gözüken eylemlerinin, yaratıp yaratıp durduğu hayal kırıklıklarının kökü olan ağaçta, askıda unutuluş hikâyesini... Bu sahnede babanın tekrarı oğlun kaybına dönüşürken, oğlun sarsıntısında esas olarak babanın temel kaybını, kayıp parçalarını hissediyoruz.
Öyleyse diyebiliriz ki Ahlat Ağacı’nın ana örtüsünü oluşturan tekrarlar (kumar, yenilgiler, hayal kırıklıkları, mücadeleler) ve gelgitlerin (babanın dalgacı inkârı ile ağır suçluluğu arasında, oğulun babaya yardım etme arzusu ile yardımı esirgeme arzusu arasında, şehirde olmakla taşrada olmak arasında...) altında gizlenen bir kayıp, bir boşluk var. Orada bir kuyu var.
Bunun neyin boşluğu olduğuna birazdan döneceğiz ama ondan önce değinmek gerekir ki hikâye boyunca ağaç ve edebiyat, bu boşluğun taşınmasına destek olan, çeşitli (kayıp) deneyim ve imgeleri birbirine bağlamaya yarayan, karakterlere umut veren ögeler olarak beliriyor.
Hikâyenin zemini ne kadar boşluktan oluşuyorsa ağaç da boşlukla anımsama/ anlamlandırma arasında yer alıyor. Bebeğin unutulduğu yer olarak ağaç, aynı zamanda babanın anımsa(n)mak için kıvrıldığı kucak oluyor. Bebeğin unutulduğu yer olarak ağaç, aynı zamanda oğlun büyüdüğü yere dair hafızasını taşıyan bir araç oluyor. Ama yine de burada bir tamamlanmamışlığı görmeye devam ediyoruz; ağaç oğula bir dolandırıcıyı, bir kandırma ustasını teslim ediyor etmesine ama oğul ondan hesap soramıyor. Oğul burada bir baba ikâmesiyle tartışıyor ama konuşulamayan, konuşulamadığıyla kalıyor.
Edebiyat da bir yandan baba-oğul ortaklığının ve tam olarak görülemeyen ve konuşulamayanların ifade edilmesinin bir aracı. Anneyi dışarıda bırakarak babayla yakınlaşmanın, bir başka baba ikâmesiyle ateşli kavgaların alanı. İlk bakışta öğretmenliğin ve kitap ilgisinin babadan alındığını anlıyoruz ve edebiyat ilgisine, babanın sahip olduğu bir özellik muamelesi yapıyoruz. Ama filmde aksine, kitapları yokluklarıyla, eksiklikleriyle buluyoruz. Aranıp bulunamamalarıyla, bir türlü doğru anlaşılamayan adlarıyla, mahrumiyetiyle, değer görmemeleriyle, satılamamasıyla... Kitaplar aslında babanın sahip olamadığı ama peşinde olduğu parçaları, açlığını, susuzluğunu temsil ediyor. Herhalde bu yüzden oğul bir kitap yazınca baba kana kana içiyor, içmelere doyamıyor.
Edebiyat belki de gerçek anlamına köprüdeki heykel kadının kırık kolunun nehre atılmasıyla kavuşuyor. Edebiyat/boşluk öfke ve özlemin birincil nesnesi olan anneyi imliyor. Oğlun eylemlerinden izlersek anneyi kıskanmayı ve anneyi hasetle aşağılamayı içinde barındırıyor. "Hiç kimseyi sevmeyen biri nasıl edebiyat yapabilir ki" sözü anneye yazılmış bir aşk şiirinden başka ne olabilir ki? Bağımlılıkla, sakınmayla, hınçla, kıskançlıkla bezeli bir metin bu. Oğlun o sahnede kırdığı, kopardığı organ ise belki bir eş, belki de kız kardeş. Ki kız kardeşe yönelik yer yer sinik olan öfke film boyunca gücünü koruyor.
O hâlde diyebiliriz ki kadınlarla amansız bir mücadele, anneye özlem ve anneyi kıskanma, kız kardeşe yönelik nefret, baba ile oğulun mücadelesinin arkasına saklanan ama bir o kadar güçlü dinamiklerden. Bunları gizleme çabası zaman zaman filmden yorumcuya da bulaşıyor, tıpkı toplumdan hepimize (erkeklere ve belki de erkek olmayanlara) bulaştığı gibi.
Dolayısıyla filmdeki baba-oğul mücadelesi katmanının altında, babanın, oğlun ve yorumcunun yüzleşmekte zorlandığı bir katman daha olduğunu söyleyebiliriz. Erkeklik döngüsünün altında bir sır, bir boşluk, bir yara, bir kuyu var. Babanın bitimsiz tekrarlarla doldurmaya çalıştığı, unutma ve boşlukla dolup taşan, oğlun tam olarak ne aradığını bilmeden dolanmasında ifade bulan annesel bir kuyu. Babanın son rüyasında olduğu gibi: bir ölüm kuyusu. Tam da, kaybolmuş olan "koyunun" "iki yavrusuyla" birlikte bulunmasına dair hikâyenin çakalların uluması ile bölündüğü sahnenin üzerine gelen travmatik rüyada olduğu gibi. Yani tam da, iki çocuklu bir adamın, içindeki kayıp kadını bulma macerasını seslendiren bir hikâyenin bölünmesiyle ortaya çıkan bir rüyada. Yani tam da, anlattığı hikâyede karanlık bir boşluğun sınırına gelince uyuyakalan bir kadın-adamın en derin korkusunu ifade eden bir rüyada.
Yüzleşilmesi zor olan, kadınların açtığı yaralardır. Oğul tarafından bu türden bir yaranın itinayla gizlendiğini izleriz. Dudaktaki yara ancak erkekler arası onurlu bir savaşta yaratılan daha büyük bir yara tarafından gölgede bırakılırsa taşınabilir. "Kadınsı vıcık vıcık bir duygusallık" ancak aşağılanarak, küçültülerek kaldırılabilir. Benzer şekilde, babayla oğul arasındaki duygusal paylaşımın açık yaşanması ve sonunda kuyunun içine dalarak, kimsenin varlığına inanmadığı ama tuhaf bir sezgiyle "bilinen" kayıp parçaya (suya) ulaşma çabası da, ancak askerlik (bir erkeklik gösterisi olarak) yapıldıktan sonra mümkün olur.
Kayıp olanla, annenin açtığı yarayla, kadınsı olanla gerçek bir yüzleşme ihtimali ancak filmin sonunda belirir. Kuyunun dibine vurulan kazma, babanın kayıp annesiyle karşılaşma, öte yandan da erkekliğin kuyusunu kazma cüretidir. Kadınlarla ilgili hikâyelere, kadınların bıraktığı yaralara, kadınların hikâyelerine -ki filmde duymadığımız şeylerdir bunlar- doğru açılmaya yönelik bir girişimdir. Bu nedenle bir yanıyla devrimcidir. Baba-oğul mücadelesinin kısır döngüsü ve erkeklik sarmalına sokulacak bir çomaktır. Öte yandan yeniden kısır baba-oğul mücadelelerinin tekrarları arasında kaybolup gitme tehdidi altındadır. "Yine olsa yine yaparım" diyen kadının arzusu bu kadar tanınmaz ve anlamlandırılamaz kaldıkça; üzerindeki beklenti ve ayıplanma endişesiyle yaşayan anneanne ciddiye alınmadıkça; kız kardeşler babaya karşı biriken hıncın hedefi oldukça; tarlada çalışan babaannenin hikâyesi duyulmadıkça kuyuların kör kalması ihtimali yüksektir. Kuyular kör kaldıkça da erkeklik döngüsünden çıkamama ihtimalimiz.