"Onu ‘Ahmed Arif’ olmaya hazırlayan rahim, Ortadoğu kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyor. Bu şiir tarihsel olduğu kadar günceldir de; şimdiki zamanda, belli adreslerdedir. Şairin merkezi, o nerede olursa olsun daima Diyarbakır’dır; bu kentin burçlarından bakıyordur dünyaya. Metropol hükümranlığına karşıt bakıyordur. Bu bakış konumu Türkçe şiir geleneğinde yeni bir 'tepe'dir."
08 Temmuz 2021 19:30
Ahmed Arif’e ana dili, etnik kökeni sorulduğunda bir çocukluk anısıyla başlamıştı yanıtına. Siverek’te, 7-8 yaşlarında, arkadaşlarıyla sokakta oynuyor. Arkadaşları? Kimi Kürt, kimi Arap, kimi Zaza çocuklar. İç içe yaşayan bu diller çocuklar arasında akışkan iletişim dili. Oyunu izleyen üç adamdan biri, Ahmed Arif’i göstererek, “Bu çocuk Arap” diyor. Öbürü itiraz ediyor. “Yok yahu, bu çocuk Kürt.” Üçüncüsü, “Bu çocuk ne Arap ne Kürt, o bir Zaza çocuğu” diyor. Beş lirasına bahse tutuşup oradaki bir esnafa soruyorlar. Esnaf, “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk” diyor.[1]
Köken bilgilerine önem verir, ayrıntısıyla aktarırdı konu geldiğinde: Anne Kürt, Sâre Hanım. (Kerkük’te, İngiliz işgalcilere karşı direnişte yedi oğlunun yedisi de öldürülen ünlü din bilgini Şeyh Abdülkadir Cibrali’nin tek kızı.) Ahmed (1927 doğumlu) iki yaşındayken anne ölüyor. Analığı, Arife Hanım, Bingöllü bir Zaza. Baba Arif Hikmet Bey ise (“Ebu Ahmed”) bir ucu Balkanlar’a, bir ucu Kafkasya’ya uzanan Türkmen-Çerkes karışımı memur bir aileden. Görev gereği Kerkük’e gelmiş, sonra Diyarbakır’a yerleşmişler. Baba Siverek’te nahiye müdürlüğü, Harran’da vekil kaymakamlık yapmış. Evdeki diller Ortadoğu gibi; baba yöredeki her dilden misafir ağırlayan, saygın bir bürokrat. Ahmed Arif’in Türkçeyi şiir dili olarak benimsemesi, Siverek’ten, Urfa’dan daha çok Afyon Lisesi’nde yatılı okurken yerleşiyor. “Şair Ahmed” diye ünleniyor o yıllarda.
“Şair Çünkü Onlar”da[2] Enver Ercan’ın dağları, ovaları, prangaları, direnişleri anarak başladığı sorusuna verdiği yanıtı, Ahmed Arif’in önemle gözettiği poetik ilkelerin ilki saymalıyız. “Kardeşim” diyordu, “sorduğunuz konulara net ve kesin bir açıklama getirmek belki gerekli. Ama çok ötelere, derinlere, çocukluk yıllarına, hatta ailemin, soyumun hiç değilse birkaç kuşak önceki yaşayış biçimlerine, ilkelerine, inançlarına uzanmadan istenen yanıtı vermek bence imkânsız.”
Neden imkânsız? Bu konuda, diyelim Edip Cansever ya da Cemal Süreya ısrarlı olmazlar. Ahmed Arif’in modernler arasında nasıl bir farklılığı vardı? Neden “ben entelektüel değil, ilkelim” demek ihtiyacı duymuştu? Her şair öncesinden bir şeyleri devralır; gelenekçi toplumlarda bu aktarım neredeyse birebir deneyimdir. Örgün okulların yerine törelerin, âdetlerin, değer sayılan tutumların her durumda işleyen eğitimi vardır. Bu türden topluluk olma şuuruna “asabiyye” diyordu İbn Haldun. Ahmed Arif’te böylesi bir geçmişin, özellikle geçmişten bugüne yaşayan değerlerin payı büyüktür. Henüz feodaliteyle bozulmamış, asabiyye ile işleyen umran dönemine, komünal çağın değerlerine dair derin bir bağlılık hisseder şair. Çocukluk anıları mitsel yiğitlik, kahramanlık imgeleriyle donanmıştır. Sanki dün yaşanmış gibi canlıdır anılar; bu dönemde edindiği kendilik değerlerini taşıyabilmek önemlidir şair için. Komünal toplumun eşitlik, yiğitlik, kardeşlik, sadakat, boyun eğmeme erdemlerini her fırsatta vurgularken, bilincinde bu değerlerin modern çağda eskimeyen anlamları da vardır. Yoldaşlık bunlardandır. Ama eskiyen, bugünün bilinciyle eril sayılan yanları da.[3] Demek, şiiri anlaşılmak isteniyorsa, şairin beklentisi, “hiç olmazsa” içine doğduğu tarihsel ve kültürel rahmin taşıdığı bu türde değerleri anlamamızdır. Cemal Süreya bu köken bilgisini şöyle yorumluyordu: “Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların ‘aktüalite’siyle doludur.”[4]
Şu var: Onu ‘Ahmed Arif’ olmaya hazırlayan rahim, Ortadoğu kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyor. Balkanlar’dan Mezopotamya’ya, Kafkaslardan Akdeniz’e, oradan çöllere kadar iç içe geçmiş kültürler destan alıp destan vermişler, ağıtları türküleri birbirini yankılamış. Acı tatlı zamanlardan meseller derip ortak hayat dersi edinmişler, şairin doğru sözünü kanunlardan değerli saymışlar. Kısaca, Ahmed Arif şiirinin kökleri, elli bin yıllık kadim Mezopotamya sözlü kültür mirasının bugün de yaşayan devrimci özü üzerine kuruludur. Bu şiir tarihsel olduğu kadar günceldir de; şimdiki zamanda, belli adreslerdedir. Şairin merkezi, o nerede olursa olsun daima Diyarbakır’dır; bu kentin burçlarından bakıyordur dünyaya. Metropol hükümranlığına karşıt bakıyordur. Bu bakış konumu Türkçe şiir geleneğinde yeni bir “tepe”dir.
Yahya Kemal, yeni şiir “Anadolu tepelerinden inecek” diyordu. Üstadın kurduğu meşhur denklemi genişletirsek, Çamlıca tepelerinden değil (Tanzimatçılar), Tepebaşı’ndan değil (Servet-i Fünuncular), kentin sokaklarından değil (Garipçiler), Laleli’den değil (“Laleli’den dünyaya doğru giden tramvaydayız”, İkinci Yeni), Anadolu’nun hapishanelerinden ve dağlarından kanatlanmaktaydı. Kuşkusuz, Yahya Kemal’in beklediği şiir bu değildi – öğrencisi Nâzım’ın şiirine “gürültü patırtı” demişti. Ahmed Arif’in getirdiği yeni temalara ise çoktan ve zaten bigâneydi.
Nâzım da, Ahmed Arif de tarihi ve bugünü şiirde yeniden ve bir bütün olarak kurmaya çalışan denemelerle gelmişlerdi. Ahmed Arif’inki daha da kadim Anadolu nakışlarıyla bezeliydi ama canlandırarak yararlandığı “folklor” figürleri şiirine hükmeden birer “düşman” olmadı. Olabilirdi, olmadı. Bu uyarıcı fikrin asıl sahibi Cemal Süreya (“Folklor Şiire Düşman”) yakın arkadaşıydı. Bu konuda hiç eleştirmediği gibi, folklor tuzağına düşmeyen taze bir şiir olarak övdü, onda büyük bir şiir gören yazılar yazdı. Ama zaten kitap çıktığında birkaçı dışında şapka çıkarmayan kalmamıştı Türkiye şiir cumhuriyetinde.[5] Toplam 19 şiirden oluşan Hasretinden Prangalar Eskittim (1968) hiçbir şiir kitabının göremediği ilgiyi gördü. Şairin asıl okurlarıysa dünyayı değiştirmeye azmetmiş gençlerdi. Ahmed Arif’in sesinde yaşsız bir bilgenin kendilerine miras kalmış, canhıraş ukdesini duyuyorlardı. Yalnızca Türkçede de değil… Kürtçe ve Zazacaya çok önceden çevrilmiş, daha çıkmadan kitabın coğrafyası genişlemişti:
“Bazı şiirlerim, kitaptan çok önce Kürtçe ve Zazacaya çevrilerek elden ele köylere kadar yayıldı. Böylece dağlarda şu ya da bu nedenle kaçak dolaşan kişilerin donatım ve pusatları arasına bir ‘Otuz Üç Kurşun’, bir ‘Adiloş Bebenin Ninnisi’nin de katılması beni çok duygulandırdı.”[6]
Ahmed Arif şiire dair asıl ne yapmışsa 1947-57 yılları arasında yapmıştı. Yazdıklarından daha sonra kopmamış ama aynı tutkuyu, aynı gücü bulamamış, bu şiirleri gizli bir hatıra gibi zulasında tutmuş, nihayet 1968’de yayımlatabilmişti. Sonradan yazdıklarının, ilk ve tek kitabındaki şiirin bir tekrarı olduğunu bilecek olgunluktaydı. Bazı şairlerde görülen kendini yeniden yaratmaya dair arzusu yavaşça sönmüştü.
Ahmed Arif şair olarak kendini yaratma sürecinde dünya görüşünün en radikalini, sosyalizmi seçerken de köken bilincinden ayrı düşmemişti ama şiirini “feodal” bulanlar oldu. Şairin belirgin bir ağırlık taşıyan kültürel kodları, dünya halklarının kadim devrimci mirasından gelen, kaybolmamış, eskimemiş, yaşayan kavramlardır. Yüreklilik, mertlik, cesaret, emek, namus işçiliği vd.[7] Her halkta, her dilde var olan bu yüklü kodlar adalet ve isyan hakkını da içerecek donanımdadır. Şairse bunları açıklamaz illa, bildiğini bilmezden gelenlerdendir. “Malum, ben öyle derin aydın değilim” diyordu Cemal Süreya’ya bir mektubunda. “İlkelim! Ama asla onursuzluğa yönelmeyecek, halkını ve hele misyonunu asla unutmayacak bir ilkel!”[8] Bu kavram (ilkel) dışarıdan birinin söyleyeceği sözdür, küçültmek amaçlı. Böyle diyenler vardı, ama onun bildiği tarih başka bir yücelik, gelişkinlik taşımaktaydı. “Anadolu” şiirinde de işlediği gibi, insanın en eskiden bugüne gelen devrimci mirasının “misyoneri” olduğuna inanıyordu, ustası Nâzım gibi. “Misyon”larının konuları, isyanı daima odağında taşıyan tarih anıtlarıdır. Ahmed Arif’te bu miras daha da kadim çağlarla yüklüdür. Hind’den İran’a, Kaf’dan çöle, Zerdüşt’ten Mazdeklere, Kawa’dan Babailer’e, oradan Bedreddin’e… İsyan aşk ile vardır. Leyla ile Mecnun’dan Mem û Zin’e, Hafız’dan Yunus Emre’ye – ki aşk deyince onu en başta bildiğini söyler, ondaki içtenliğe hayrandır. Pir Sultan Abdal’dan, Köroğlu’dan, Dadaloğlu’dan Faruk Nafiz’e, Dıranas’a kadar geniş bir referansı vardır şairin. Nâzım’a sıkı tutulacaktır her sosyalist şair gibi. Nâzım’ın şiirsel gücünün etkisinden sıyrılmaya çalışacak, ustasına rağmen kendini yaratmayı iyi bildiği köklere inerek deneyecektir.
Ahmed Arif’in herkesten farklı bildiği başka şeyler de vardı. En eski kültürün, Mezopotamya’nın kadim halklarının sözlü aktarımlarla gelen bilgisi. Türkçede yazarken bu kültürün şiirsel seslenişleriyle yoğunca nakışladı şiirini: “Uy Havar”, “Leylim Leylim”, “Vay Kurban”, “Amân amân hey!”, “Laaal!”, “He canım!”, “Ne âfat sevmişem!”, “Oy sevmişem ben seni”, “He canım sen getir üstünü” gibi nidalar, Türkçeye Kürtçeden geçen dengbej janrları, sözlü çağların ses çığırlarıdır. Kürtçenin ağıt, destan, hikâye, türkü geleneğinden akmıştır modern şiire bu nidalar, bu seslenişler. Seslenişler, Homeros’tan bu yana sözlü kültürde her şiirin başlangıçlarıdır, örneğin Türkmen “Aydos”ları gibi. Ahmed Arif’in diliyle yeniden havalanır bu seslenişler. Bu kez yeni yükler almış, sözlü kültürden gelip yazıda da yadırganamayan bir yer edinmişlerdir. “Toplar dağların rüzgârını” derken kastettiği de buydu Cemal Süreya’nın. Dağların ağıtını da duyan, toplayan, yazan o idi gerçekten. 1942’de yaşanan Özalp katliamı, 2011’deki Roboski katliamının bir benzeridir. “Jitem” türü, kanunsuz bir devlet örgütünün paşalar emriyle (“şifre buyurmuş bir paşa”) işlediği zincirleme cinayetlerden biridir bu. “Otuz Üç Kurşun”, “dağların kuytuluk bir boğazında”, “hiç sorgusuz yargısız” o katliam üzerine keskin bir çığlık, kalanlara ukdesiyle seslenen bir ağıt-haberdir.
Poetika ile politika arasında zor kurulan hayli hassas bir dengenin şairidir Ahmed Arif. Kültürel köklerine ne kadar bağlıysa, o yoğunlukta yaşadığı dünya gerçeğine de bağlıdır. Tarihsel mirasa da, yaşanan gerçeğe de sosyalizm öğretisiyle bakar, sınıf mücadelesini Spartaküs’ten bu yana kesintisiz bir süreç olarak görür. Şiirlerinde Beethoven’in devrim tutkusuyla tuşlara vuruşunun izi de vardır; Stradivarius emeğinin yankısını en uzak yıldızlara ileten hayranlık da; Lorca’nın, Eluard’ın duru lirik sesi de… Yerelliği kadar evrensellik taşıyan bir şiirle gelmiştir Ahmed Arif.
Nâzım gibi mi? “Nâzım gibidir” demek pek doğru değil aslında. Çünkü Nâzım bir “orkestra” ile gelmiştir Türkçeye (Ahmet Haşim’in Nâzım şiirine dair nitelemesidir, “orkestra”). Ahmed Arif ise nadir bir solo seslenişle… Nâzım İstanbul diliyle yazar, Ahmed Arif Diyarbakır şivesiyle. Nâzım kentlerden seslenir, Ahmed Arif ya kentin göçebe kıyılarından ya da volkanı saklı dağlardan. Ayrıca şu: Nâzım’la kendisini kıyaslayıp eş görenlere itiraz ederdi: “Nâzım hidrojen bombasıysa, ben yalnızca bir Kürt hançeriyim.” (Bu hançer sihirlidir; mitsel anlamında şeytanı korkutan tek silahtır.)
İmgelerle simgeler iç içedir Ahmed Arif’te. Şairin seçip göstergeye dönüştürdüğü şeylerden yansıyan ışıktır ondaki imge. Fotoğraf sanatçısının baktığı şeye odaklanması, onu belli bir kadraja alması, çerçevesinde o şeyi ışıklandıran figürlerle (anlamı renklendiren, çoğaltan ya da güçlendiren ne varsa) bezemesinin bir benzeridir onun imge düzeni. Bir ana imgede odaklanıyor, onu işaretleyen şeylerle ışıklandırıyor, fazlalıktan kesince arındırıyor. Şiirden göz içi belleğimize çarpan sıcacık ışığın hemen tanıdık gelmesiyle yepyeni gibi hissetmemiz bir aradadır. İlk bakışta yakalar. Son bakışta da yanıltmaz şair.
Bir örnek: “Otuz Üç Kurşun” dağ sahnesiyle açılır: “Bu dağ Mengene dağıdır / Tanyeri atanda Van’da / Bu dağ Nemrut yavrusudur / Tanyeri atanda Nemruda karşı.” Dağın coğrafi konumu gün ışığının düşüşüne göre tanımlanır. O ışığa anlatıcı girecek, hikâyesinin öncesini ve sonrasını biçimlendiren simgeler taşıyacak dizeler. Şiirin bütününde “dağ” odak oluşunu sürdürecek: “Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur / Bir yanın seccade, Acem mülküdür / Doruklarda buzulların salkımı / Firari güvercinler su başlarında / Ve karaca sürüsü, / Keklik takımı...” Coğrafya ile tarih iç içe, kültürel ve doğal habitatıyla capcanlı bir dağ işte. Konu edindiği şeyse somut bir zaman diliminde, trajik bir an. Beş bölümlü, beş boğumlu, sarmal düzenli bu destan şiirin imgeleriyle yepyeni bir dağ sahnesi kurulurken o trajik yaşantı da canlanacaktır. Lirikle epik, gerçekle derin ahenk iç içe.
Örnekleri çoğaltabiliriz ama şunu da hatırlamalı: Nâzım, Kemal Tahir’e mektuplarında gerçekçiliğin sınırlarını alabildiğine genişletmekten, onu dar, sığ anlamlarından kurtarıp muhayyilenin ulaşabileceği genişliğe eriştirmekten söz ediyordu. Önce kendi şiirinde giderek genişleyen biçimler bulmuştu. Sonra zenginleşti bu bakış; hemen her şairin getirdikleriyle genişlik kazandı gerçek duygusu. “Anlamsıza kadar özgürüz” diyen İkinci Yeni’nin uçları da dahildir buna; sıfırın hakkı sıfıra. Ahmed Arif’le gelen gerçekçiliğin boyutlarıysa ilk kezdir, örneksizdir, öncesizdir. Sözümün özeti budur ama bir de “hasret” var…
Kurucu bir duygudur Ahmed Arif şiirinde: Hasret. Öncesinde Nâzım’a kayıtlıydı bu sözcük. Onun yolunda giden Ahmed Arif’te başka biçimlerde canlanabildi. Taklitten, öykünmeden çıktı, yeni bir bedene büründü hasret. Ahmed Arif’in şiirini besleyen asıl duyguya dönüştü. İki kez ağır işkencelerden geçerken, tırnakları sökülürken, aylarca aç, susuz, Sansaryan tabutluklarında çıldırması istenirken direncini hiçbir koşulda bırakmamasını sağlayan duygudur hasret. Onu terk etseydi, bu şiir de, bu şair de asla var olamayacaktı.
Neydi sevdası, hasreti güdüleyen arzu neyi ya da neleri kuşatıyordu? Aslında somut olanını biliyoruz artık, ondan başlayalım. Ahmed Arif şirindeki bütün göz güzellemeleri Leyla Erbil’in gözleri üzerinedir. Hasret de bir aşk sözcüğü olarak ona yönelmiştir. Ela gözlüydü Leyla Erbil. “Suskun”da her parçada yinelenen göz rengidir; ağıyor, yağıyor, doğuyor, al yeşil bahar oluyor”dur. “Ay Karanlık”ta ise ela gözün bazen maviye çalışı vardır; (şairin okuyuşuyla, “a” kısa, “e” uzun) “maviye maviye çalar gözlerin”. “Suskun”, “Ay Karanlık”, “Unutamadığım”, “Yalnız Değiliz”, “Leylim Leylim”, “Sevdan Beni” şiirlerinde Leyla Erbil silueti belirgindir. Kitaba giren şiirlerini 1947-57 yılları arasında yazıyor, kalıcı biçimi buluyorken, hemen her mektupta Leyla Erbil’in de fikrini soruyor, önerisini ya da onayını bekliyor. (Leyla Erbil’in yanıtlarını içeren mektuplar kayıp.) 1957’den sonra da mektup hızı kesiliyor, adeta sönüyor. 1977’de Eski Sevgili çıkana kadar yok mektup, arada biri dışında. Hasreti sevgiliden uzaklığın adı olarak büyüten, hatta onsuz kendini bir hiç, bir yaşamasız sayan “divane” şair edası apaçık. Onsuzluk nasıl bir karanlıktır ki, kurşun sıksan geçmezdir şairin gecesinden. 19 şiirin birkaçı hariç tümünde “hasret”in somut adresi Leyla Erbil görünüyor.[9]
Başlangıçta Leyla Erbil ile ortak bir kitap çıkarma fikri de var. Adı da “Suskun” olacaktır. “Sus, kimseler duymasın” diye başlayan şiirde kimi dizelerin Leyla Erbil’den geldiğini imleyen cümleler var. Şiirin doğuşu ilişkilerinin de başlangıcı. Tarihini tam bilemiyoruz, “Benim Lâmbo’da başladığım şiir ne oldu biliyor musun? Hem de birdenbire ve yarı gecede” diyor. “Şimdi elli mısradan çok. Daha bitmedi. Ah, seninle beraberken bitebilir ancak! Elbette ki senin harikulade zevk ve anlayış sansüründen geçecek. Pasajlar hep ‘yeşil’ diye bitiyor. Benim ve senin ne varsa, ikiz ruhumuzda ne varsa her biri birer hafif parıltılı taşla, kompozisyona giriyor. Kahrın, bulunmaz ve yaratılamaz güzelliğin, dost ve kahraman ve çırılçıplak samimiliğin, büyüklüğün, namluların yivlerinde fışkıran güller, birer nilüfer dizisi olmuş prangalar.”
Hasret açısından Dante’ye benziyor Ahmed Arif. “Her ruh kendini yakan aleve sımsıkı sarılıdır” demişti Dante, “Güneşi, yıldızları aşk döndürüyor”. İlk görüşte tutulduğu ama ömrünce hasret kaldığı, (Beatrice bir askerle evlenir, çok geçmeden dünyadan göçer) vuslatsız, mutlak bir ayrılığa mahkûmdur şair. Dante ile Ahmed Arif kendi dönemlerine göre iki siyasal kahramandırlar. Bir davaları vardır, bir cehennemden geçiyorlardır, resmî olandan farklı bir cennet arıyorlardır. Biri Floransa’ya gidemez, öbürü İstanbul’a… Bir bakıma Beatrice gibidir Leyla Erbil de. Var ama Yok. Büyüleyici ama Serap.
Başlangıç öyle değilmiş. Kesintisiz bir altı ay, her gün görüşmelerinden söz ediyor bir mektubunda Ahmed Arif. O süreçte aşka tutulmuş şair; zokayı dipten yutmuş dülger balığı, kimin oltasına geleceğini ilk görüşte seçmiş. (Sait Faik böyle seslenirmiş Ahmed Arif’e: “Dülger balığım benim.”) Vuslat yok ama hasret’in yakıp kemikleştirdiği şiirler bu zokadan doğmuş. İmkânsız bir aşk aslında. Yasadışı değil ama sıkı sıkıya sınıfsal farklı (şair “itten aç, yılandan çıplak” kendi deyişiyle), epey uçurumlu kültürel aralıklı, ceberut devlet engelli bir aşk. Kavuşmaya tek yanlı arzunun gücü yetmiyor.
Türkçenin iki büyük kahramanının aşk dokulu hikâyesi… O yıllarda Leyla Erbil İngiliz filolojisinde okuyan, sanat, edebiyat tutkunu, Marx’a, Nietzsche’ye, Freud’a meraklı, delifişek bir genç kız. Dönemin baskılarına karşın sanata, politikaya ilgisini hiç geri çekmemiş. Aklı Mustafa Suphi’lerin katlinde ve bir de Çerkes Ethem’in Yunanistan’a ilhak zorunda kalmışlığında. Neden? Cumhuriyet’in kapalı-kriminal konularına takılmış, resmî bilgiye karşı belge, bilgi peşinde. Ahmed Arif ile ortak arkadaşları, ikisini tanıştıran Güner Kuban, Çerkes Ethem’in kardeşinin kızı.
Hangi yıl? Bu pek anlaşılamıyor mektuplardan. Çıkarsamayla ilerlersek, Ahmed Arif’in İstanbul’a gidişi, askerlik yaptığı 1946-48 arası. Riva’da askerken sık sık İstanbul’a “görev” çıkartıyor kendine. Türkiye Gençlik Derneği de yeni kurulmakta. Heyecanlı bir siyasal dönem; insanlık faşizmi nihayet yenmiş, dünya “demokratlık” hummasında. Ahmed Arif o heyecanlı yıllarda sanat-edebiyat çevrelerince tanınmaya başlıyor. İlk şiirleri İstanbul dergilerinde de görülen genç şair, Sait Faik ile tanıştığını söylüyor mektuplarda (“dülger balığım”). Orhan Veli ile fayton gezisi yaptığını da… Abidin ve Güzin Dino’nun Yaşar Kemal’den sonra yeni keşifleri Ahmed Arif. Daha sonra Dil Tarih’te felsefe okurken de bir ayağı İstanbul’da. Ankara’dayken yazdığı bir şiir yüzünden ağır işkence görüyor (Palmiro Togliatti hakkında bir şiir). İkinci tutuklanma, bu kez “51 Tevkifatı”. Sansaryan Hanı’nda başlayan, 128 gün süren işkencenin ve direnmenin hikâyesi uzun; çıldırmak da var hikâyede. İki parçalı, toplam 36 ay hapis yatıyor. Bir yıl da sürgün. Sosyalizme bağlanışı ağır bir bedel ile karşılanıyor ama bunlar onu davasından caydıramadığı gibi, şiirindeki hasretin bir sebebine dönüşüyor.
Bir yanı soyutsa da bu hasretin, somut bir bedeni var, gerçek bir karakteri. Mektuplar çıkana kadar biz bu tenlenmiş kaynağın boyutlarını bilemiyorduk. Duyduğu hasretin karşılıksız, mektupların bile mektupsuz kaldığını okuyoruz. Tekrar tekrar! (“Leylâ, Zalım Leylâ!”) Aralarında güçlü bir bağ var. Erkeğinki aşk ama kadınınınki değil; değilse bile derin bir saygı, sevgi, hayranlık, güven var onda da. İlişkileri hakkında bir “oyun” bile yazmayı düşünmüş Leyla Erbil. Yazmadı ama bu yaşantıları bir anlatıyla işledi. O yıllardaki kendisiyle acımasızca hesaplaştığı bir yapıttır Eski Sevgili. Leyla Erbil kendi açısından gerçekliğin bütün yönlerini irdeliyor, dillendiriyor. Bu denli açık yürekli metinlerle karşılaşmak hâlâ zor.
Kitap 1977’de çıktığında, Ahmed Arif o son mektupta şöyle demişti: “Leylim, İngiltere’ye gittiğini gazetede okudum. Bu nedenle –dönüş zamanım bilmediğimden– sana teşekkürde geciktim. Eski Sevgili’yi roman boyutlarında ele alabilirdin. Gene de çok güzel! Adını bana danışsaydın, ‘Eski’ yerine ‘Ölümsüz’ ya da ‘Sonsuz’ olmasını isterdim. Uygunu, yakışığı budur çünkü. Neyse, bu konuda fırsat bulunca konuşuruz. Yahut yazışırız.”
Cumhuriyet’ten sonra şiir ikliminde iki büyük gong sesi duyuldu. Turgut Uyar’ın deyimiyle “şiirin büyük saati”ni müjdeleyen türde, toplumsal sarsıntı yaratacak güçte iki gong sesi. 1929’da Nâzım, 835 Satır ile göktaşı gibi düşerken, 1968’de Hasretinden Prangalar Eskittim gün yüzüne çıkarken duyuldu bu sesler. Türkiye’de ’68’ ile beliren toplumsal uyanış Ahmed Arif şiirini adeta çağırmıştı, yayıncılar bile cesaret edinmişti bu çağrıdan.Şiirin çağrısıysa şu idi:
(…)
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
•
NOTLAR:
[1] Refik Durbaş, Ahmed Arif Anlatıyor, Kalbim Dinamit Kuyusu, Cumhuriyet Kitapları, 2009.
[2] Enver Ercan, Şair Çünkü Onlar, Kavram Yayınları, 1990.
[3] “Yalanım yok / Sözüm erkek sözüdür” gibi birkaç eril söyleyişin ardında geleneğin sinmiş etkisi kadar, yetiştiği dönemin eril sosyalist kafasının da payı vardır. Ama daha şaşırtıcı olan, şairin âşık olduğu, yapıtlarından belli ki “doğuştan feminist” Leyla Erbil’in bu dile karşı çıktığına dair bir iz, bir etki, bir im görülmemesidir mektuplarda.
[4] Ahmed Arif, Cemal Süreya’ya Mektuplar, Alaca Yayınları, 2019.
[5] Şiirinin toplumsal etkisine rağmen Ahmed Arif ile ilgili çok az kitap var. İlki, Ümit Fırat’ın ısrarı ve gayretiyle buluşmuş iki şairin sohbetini içeren Kalbim Dinamit Kuyusu.
Bir başkası, Ahmet Oktay’ın Karanfil ve Pranga’sı (Metis, 1990).
Üçüncüsü Ziya Şeker imzalı, küçük bir ansiklopedi: Ahmed Arif ve Şiirini Besleyen Kaynaklar, Ürün Yayınları, 1997. Bu kitap Ahmed Arif hakkında yazılanların, saptanan en doğru bilgilerin bir derlemesi.
Dördüncü kitap, Ahmed Arif’in Asi ve Mahzun Şiiri, Hayri Kako Yetik, Si Yayınları, 2001.
[6] Veysel Öngören ile söyleşi, Kalbim Dinamit Kuyusu içinde.
[7] Namus kavramı nomos gibi: Toplumu birbirine doğruluk, erdem, etik ve adalet değerlerle bağlayan asabiyye kuralları. Cinsiyetçiliğe indirgenen anlamından daha önceki toplumsal anlamı bu olmalı.
[8] Ahmed Arif, Cemal Süreya’ya Mektuplar, Alaca Yayınları, 2019.
[9] Ahmed Arif, Leylim Leylim, Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar, İş Bankası Kültür Yayınları 2013.
GİRİŞ RESMİ:
Kolaj, Ahmed Arif ve Diyarbakır surlarından bir ayrıntı.