Cevdet Bey ve Oğulları'ndaki yemek sahneleri, zaman içinde değişse dahi, burjuva ailesinin boğucu sarsılmazlığını yansıtırken, Sessiz Ev'deki sahne ailenin modern zamanlar karşısındaki kırılganlığını anlatır
01 Şubat 2018 15:01
Sofra baştan beri bir toplanma alanıdır. İnsan her zaman sofra başında sohbet eder; iş ya da olası evlilikler, memleketin ahvali ya da babaannenin tansiyonu hakkında konuşur. Bu tarafıyla sofralar edebiyatta (tesadüflerin ya da sembollerin oynadığına benzer biçimde) karakterleri ve ilişkilerini dile getirmek (ya da basitçe bir atmosferi ifade etmek) üzere her zaman ayrıcalıklı bir role sahip olmuştur. Hele ki aile sofraları…
Çünkü aile (edebiyat için de) her zaman netameli, çetrefil bir konudur ve edebiyat, başından beri aile hikâyeleriyle doludur (unutmayalım ki Habil ve Kabil de en nihayetinde bir aile trajedisidir). İnsanın mecburen içinde olduğu bu en saf hâldeki topluluk, görünürdeki ahenk arayışı ardındaki alengirli çatışma ve gerilimleriyle, (çoğu kez burjuva bireyin) büyüme sancılarını, bir yere ait olmanın imkân ve ıstıraplarını, toplumsal oyunu ve bu oyun içinde bir türlü gizlenemeyen yalan ve sırları, basitçe insanın trajedisini ve bitmek bilmez tırmalamasını anlatmak için eşsiz bir zemin işlevi görür. Ve sofra dar ya da geniş aileleri bir araya getiren bir karşılaşma mekânı olarak, tüm bunları sergilemenin sahnesi olarak çıkar karşımıza: Bir yazar, bir aileyi, bir sofra başında ne zaman bir araya getirse, külyutmaz okurlar olarak ve yazarla aramızdaki zımnî sözleşme uyarınca, birazdan bir şeyler olacağını biliriz ve içimizi o tatlı merak ve tedirginlik kaplar (okuma eyleminin en sihirli anlarından biridir bu beklenti kıvılcımı).
Fakat bu kadarı, hemen hiçbir şey söylememektir aslında. Edebiyattaki aile sofralarına nüfuz ederken sorabileceğimiz birçok başka soru, meseleyi biraz daha etraflıca anlamak için bize rehberlik edebilir: Bu sofralar, anlatıda olağan bir yer tutmakta ve tekrarlanmakta mıdır, yoksa olağanüstü bir âna mı tekabül ederler? Peki, olağanüstü sofralarsa bunlar, karakterlerin kaderinde bir dönüm noktası teşkil ederler mi ya da önemli bir dönüşümü tetiklerler mi? Elbette bu sofraların, kimler tarafından, nasıl ve ne kadar özenle hazırlandığı önemlidir. Ama herhalde kritik sorulardan biri de aile sofralarına kimlerin katılabildiği, yani kimlerin aileden sayıldığıdır. Ve de bu sofralarda ne ikram edilir; bu ikramı kim, nasıl hazırlar? Ya da bu yemeklerde bir adabımuaşeret kodu izlenir mi, nasıl bir koddur bu? Peki, ikramlar, davranışlar hep aynı mıdır, yoksa sürprizlere yer var mıdır? Ve elbette sofralarda kimler, neleri, nasıl konuşur (ve kimler konuşmaz/ konuşamaz)? Mesela kavga çıkar mı bu sofralarda, yoksa her şey bir mutluluk bulutunun ardında gizlenen imalarla mı olup biter (ki bu sofralar sadece mutluluk anlatısı olsa zaten edebiyat olmaz)? Sonra nasıl toparlanır bu sofralar ve topluluk nasıl dağılır?
Bu soruları daha da çoğaltabilirsiniz. Biraz da metinler çağırır aslında hangi soruların sorulacağını. Ama bu kadarı dahi, bu sofra sahnelerinin bize (hem edebiyat hem de aile adı verilen her iki muamma hakkında da) çok şey anlatmaya muktedir olduğunu göstermeye yetecektir. Öyleyse, şimdi edebiyatımızdan birkaç aile yemeğine daha yakından bakalım. Bir bütünlük yakalayabilmek açısındansa, hep arayış içindeki Türkiye burjuvazisinin büyük anlatıcısı Orhan Pamuk’la ve onun görkemli aile sagası Cevdet Bey ve Oğulları ve hüzünlü aile hikâyesi Sessiz Ev ile sınırlayalım kendimizi.
Cevdet Bey ve Oğulları’nda iki ayrı dönemden iki aile yemeği sahnesi çıkar karşımıza: İlki 1936 yılı kurban bayramında yenen yemektir; ikincisi ise 1968’te yenir. Böylece cumhuriyet tarihimizin iki farklı modernleşme momentinde iki ayrı aile sofrasını ya da aynı ailenin farklılaşan modern zamanlarını karşılaştırmak; demek ki modernleşme sürecinde varlıklı bir burjuva ailenin dönüşümünü analiz etmek için de fırsat sunar bu sahneler bize.
İlki ile başlayalım[1]… O sene bayram kışa denk gelmektedir. Cumhuriyet aslında artık buluğ çağındadır ama hâlen “genç cumhuriyet” diye anılmaktadır. Faşizm yükselmekte, dünya doludizgin yeni bir savaşa doğru gitmektedir. Hemen bir sene önce de Türkiye’de parti ve devleti iç içe geçiren adımlar atılmıştır. Bir yandan da iyice billurlaşmış bir ideoloji çerçevesinde, Batılılaşma yönünde önemli adımlar atılmıştır. Fakat bunların hiçbiri Nişantaşı’ndaki evin şaşmaz düzenini etkilemez. Ev sanki kendi içine kapalı, korunaklı (kestirme olması açısından, pekâlâ bir yumurta biçiminde hayal edilebilecek) bir mikro kozmostur.
Cumhuriyet gençse de aile yaşlıdır artık. Sahne, evin becerikli ev sahibesi ve ailenin müşfik annesi rolünü 30 yıldır başarı ile sürdürmüş olan Nigân Hanım’ın masa başında, kendinden emin duruşu ve aslında bir hayli tedirgin iç sesi ile açılır: Elinden kayıp giden gençliğe yanarak, tüm eşyaları, porselenleri, gümüşleri kullanmaktan yanadır Nigân Hanım.
Edebiyat âleminde, aile yemeğinin hemen öncesinde ömrünün boşa geçtiğini hisseden ilk ev sahibesi Nigân Hanım değildir esasen: Virginia Woolf da Deniz Feneri’ndeki ünlü yemek sahnesini aynı duygu ile başlatır.[2] Birazdan yenecek yemeği hazırlarken de tüm bu insanları aile sofrasına toplar ve orada tutarken de aynı Mrs. Ramsay gibi “ömrünü tüketmiş” Nigân Hanım, (aslında 30 yıllık evliliğinde 60 kez bayram yemeği düzenlemiş olduğundan) birazdan başlayacak yemeğe ilişkin tüm olağanüstü beklentilerinin şaşmaz bir ritim içinde eriyip gideceğinin de tüm emeğinin uçucu olduğunun da farkındadır (Türkiyeli kadınlar boşuna “sarma nankör anam, beş saatte sararsın, beş dakikada biter” demezler). Belki de bunun için, kadın olarak zaten tüm emeğinin havaya karışıp gittiğini bildiğinden, evliliğinin sağlamlığının nişanesi olan tüm çeyizini hızla tüketmek, kırmak, dökmek, lekelemek istemektedir artık.
Ama Mrs. Ramsay ile paylaştığı evrensel bir kadınlık hissiyle başlasa da Nigân Hanım’ın hikâyesi, bu topraklarda geçtiğinden, Mrs. Ramsay’in masayı ve ilişkileri ustalıkla yönettiği hikâyesinden bir hayli farklılaşacaktır[3].
Nigân Hanım’ın gün be gün harcadığı onca mesaiye rağmen, ailenin asıl kurucusu sayılan Cevdet Bey, edebiyatta karşımıza çıkan birçok aile babası gibi yemek boyunca homurdanıp duracaktır elbette:[4] Önce yemeğin geciktiğinden yakınacak, adap kurallarını altüst ederek yemeğin başında salatanın üstünden yiyecek ve yemek ilerlerken salata tabağı yok diye aksilik çıkaracaktır (Aile masalarında adabımuaşeret, esas olarak kadınlara mahsus bir alan sayılır zaten ve erkekler de kadınların sofrada zarafet ve uyum sağlamak için çırpınıp dururken attıkları her adım gibi adabımuaşereti de onlara hak görülen doğallaşmış bir kabalık içinde ve âdeta kayıtsızlıkla yerle bir edip dururlar).
Esasen bu masada her şey şaşmaz bir düzen, neredeyse bir törensellik içinde sürmektedir ve Cevdet Bey’in homurtusu da bu düzenin, demek ki ailenin sarsılmazlığının bir başka alameti sayılabilir pekâlâ. 1936 yılı kış sonunda, aile dendiğinde anlaşılan, aynı masa etrafında firesiz toplanan (ve zaten hâlen aynı hanede yaşayan) büyükanne, büyükbaba, evlenmiş oğullar, gelinler, torunlar ve evlenmemiş kızlarıdır. Oğullar bayram sofrasına kravatla oturmaktadırlar. Sunulan yemek de hep aynıdır: Pilav, et, zeytinyağlı fasulye, aşçının spesiyalitesi olan portakallı kadayıf. Elbette son cümleden de anlaşıldığı üzere aşçıları, hizmetçileri olan varlıklı bir ailedir Cevdet Bey’in ailesi.
Sonuçta olağanüstü bir ânı temsil eder bu bayram sofrası; her gün yenen yemek değildir söz konusu olan. Ancak bu olağanüstü an dahi, bir sıradanlığa dönüşüp erir gider ve herhangi bir karakterin kaderinde bir şey değiştirmek bir yana, o kaderleri perçinler.
Bu düzen içinde yine de Nigân Hanım artık (hiç değilse gelinleri karşısında) daha üst bir mevkidedir ve bir orkestra şefi gibi, hangi gelininin servis yapacağına karar vererek başlatır yemeği. En nihayetinde, iç alanın, evin efendisi bu büyük hanımdır ve tüm yemek, (Deniz Feneri’nde de olduğu gibi) onun bakış açısından anlatılır. Yine de “et iyi olmuş” diyerek not veren ve aslında ne pişeceğine asıl karar veren Cevdet Bey’dir; zira Cevdet Bey’in aksiliklerinin belki de en çarpıcısı, 10 yıl kadar önce kurban etinden (dese de aslında yemek üstü bolca içtiği likörden kaynaklanan) mide bulantısı yüzünden kusunca çıkardığı kavgadır. Nigân Hanım ertesi gün ablalarının yanına gidip ağlasa dahi, erkeğin buyruğuna uyar gene de. Bu yüzden bu sofrada taze kurban eti sunulmaz.
Zaten bu sihirli (“olağanüstü” der Orhan Pamuk) servis sahnesinden hemen sonra her şey olağana döner ve erkekler kendi ciddi konularına dalar; yaklaşan savaştan ve ticaretten konuşmaya başlarlar. Cevdet Bey “Sen ne diyordun bu konuda” diye sorarak işi gelinine takılmaya ve onu utandırmaya kadar vardırır: Kadınlar böyle şeylerden anlamazlar ne de olsa… Ama Nigân Hanım kendini ve sofranın diğer kadınlarını dilsiz bırakan tüm bu konular konuşulmasın ve kendisi de bir şeyler söylesin ister, gerçi tam da bilemez ne diyeceğini. Sonra yeniden havadan, soğukların arttığından, yeni konan tramvaydan konuşulur: Her şeyin bildik olmasından kaynaklanan bildik düzen içinde akmaktadır işte dünya… Aile mutluluğu tam da bu, bu mükemmel ve güven verici belirliliktir işte ve Nigân Hanım, ömrünü tükettiği şu ihtiyar yaşında, bir olağanüstülük beklemektedir artık.
Sonunda sofra neredeyse kendiliğinden, çözülürcesine dağılır. Herkes sessizce, tek tek kalkar masadan; Cevdet Bey içeceği kahve ve sigaranın, birazdan ikram edilecek likörün umudu ile bir köşede uyuyakalır. Demek ki Nigân Hanım’ın beklediği olağanüstülük, olağanüstü ahenk hayata geçmez. Dışarıda olup bitenler ise ev içlerine ancak kapı eşiklerinden, pencere pervazlarının aralıklarından, usul usul, hiç fark edilmeksizin girmektedir.[5] İkinci aile yemeğine geldiğimizde apaçık görürüz bunu. Şimdi zamanın en sihirli yıllarından birinde, 1968’de[6], hızla modernleşmekte olan bir toplumun içinde buluruz kendimizi. Bu kez yıkılan evin yerine inşa edilen apartmanda, her bir çekirdek aileye tahsis edilmiş dairelerden birinde toplanmaktadır ailemiz. Dolayısıyla hâlen aynı çatı altında yaşasalar dahi aynı hanede değillerdir.
Nigân Hanım hayattadır; ancak Cevdet Bey bir hayli zaman önce ölmüştür. Fakat bu defa yemeğe dahi katılmaz büyükanne; tüm yemek, ressam (ve elbette solcu) küçük torunun, Ahmet’in gözünden anlatılır. Gene olağanüstü biçimde toplanır geniş aile; ancak artık rutin (örneğin her bayramda) gerçekleşmez bu yemekler: Bayramlarda ve yılbaşlarında herkes bir yerlere kaçmaktadır artık. Ve gene yemeğin sonunda, kimsenin kaderi değişmez.
Yemek, Cevdet Bey’in büyük torunu Cemil’in dairesinde gerçekleşir. Ev sahibi Cemil, eşi Mine ve Ahmet dışında yemeğe katılanlar, Cevdet Bey’in büyük oğlu Osman ve eşi Nermin, kızı Ayşe ve eşi Remzi, Cemil’in kız kardeşi Lale ve eşi Necdet’tir. Dolayısıyla hemen tüm ikinci ve üçüncü kuşak bir arada olsa da Cevdet Bey’in küçük oğlu (Ahmet’in babası) Refik ve kız kardeşi Melek yemekte değildir. Demek ki modernleşme sürecinde aile artık, böyle büyük toplantılarda dahi fire vermeye başlamıştır. Esasen kahramanımız Ahmet de yemeğe, pek hevesli olmadan, neredeyse zoraki katılır.
Hâlen hizmetçilerin olduğu, varsıl bir ailedir Işıkçı ailesi. Ancak aradan geçen yıllarda menü bir hayli değişmiştir: Artık bonfile ve patates kızartması yenir (ki bu menü, bir modernlik ve servet alametidir). Adabımuaşeret ise eskisi kadar önemsenmemektedir; kimse kravatlı değildir örneğin. Yine bir başka modernlik alameti olarak, 1936 bayram yemeğinden sonra sadece likör içilmişken, bu kez yemek öncesinde çeşit çeşit içki içilir. Yine de ailenin devamlılığı, her iki menünün ortak keseni, portakallı kadayıfta gösterir kendini.
Aradan geçen 32 yılda, masada konuşulanlar ve konuşanlar da değişmiştir. Öte yandan bazı konular da zamana direnmektedir. Yeni yeni hayata giren teknolojik aletlerden bolca bahsedilir. Gene biraz iş konuşulsa da konu fazla uzamaz ve elbette Türkiye’deki aile yemeklerinin vazgeçilmez klasiği memleket ahvalinden yakınma, “benzine su katılması” üst başlığı ile sohbette yerini alır. Tabii ki Avrupa’nın düzeni ile Türkiye’nin geri kalmışlığı da karşılaştırılır, üniversitelerin siyaseten hareketlenmesi ve siyasetin yozlaşmışlığı da konuşulur. Bu sofraların değişmeyen bir diğer parçası da kadınların kocalarını, sağlıklarına dikkat etmedikleri için azarlamasıdır (Ah şu kadınların, erkeklerin yaramazlıklarıyla cengi!). Aslında bir devrim olasılığı ya da daha doğrusu devrimcilerin radikal eleştirileri dahi yer bulmaya başlamıştır bu burjuva sofrasında. Öte yandan sanattan da (daha çok resim fiyatları etrafında da olsa) söz edilir. Ve hemen ardından bir darbe olasılığından bahis geçer ve bu konu henüz bitmeden, yakınlar ve eşleri üzerine dedikodular başlar. Dolayısıyla hâlen, aynen 1936 yemeği gibi, hemen hiçbir konunun nihayete ermediği, daldan dala atlanan bir sohbettir bu. Yine de 1936 yemeğinden önemli bir farkla sanki herkes biraz daha rahattır ve kadınlar da artık bu sohbetlere katılırlar.
Demek ki Türkiye modernleşmiş, aile dönüşmüştür; yine de aile üyeleri, tüm bu bölük pörçük konuşmalar ortasında, bu mecburî bütünün parçası olmaktan tuhaf bir mutluluk duymayı sürdürmektedirler…
Fakat anlatıcımız Ahmet erkenden çekilir sofradan; biraz yürüyüp bir arkadaşıyla buluşmak üzere Nişantaşı sokaklarına çıkar. Şöyle geçirir içinden yürürken: “Onlara katılamıyorum. Onlara katılamadığım için bazan sıkılıyorum. Kendini beğeniyormuş gibi bir hâlim olmalı. O neşeye katılamadığım için kıskanıyorum onları.[7]”
Onun bu ruh hâli ile 1936 yemeği sonunda kendini söylemek istediklerini söyleyememiş gibi hisseden Nigân Hanım’ın duyguları arasında bir benzerlik vardır. Her ikisi de aile sofrasında bir fazlalık gibi hissederler kendilerini. Ancak Nigân Hanım’ın bir türlü yakalanamayan ahenk karşısında hissettiği düş kırıklığı, Ahmet’in sonu kayıtsızlığa varan “başka olma, diğerlerine benzeyememe” hüznünden farklıdır elbette. Ne de olsa biri evin artık yaşlanmış hanımı; diğeri ise görkemli varlığı giderek daha fazla hissedilen modern hayatın imkânlarıyla buluşma umudu henüz taze olan genç torundur.
Orhan Pamuk, anılarından yola çıkarak yazdığı İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de, Cevdet Bey ve Oğulları’nda anlatılanlara benzer aile sofralarından bahseder:
“Bütün ailenin hep birlikte toplanıp şakalaşarak yemek yediği akşamları, şeker ve kurban bayramlarında yenen öğle yemeklerini, ve yaşım ilerledikçe her seferinde "artık gelecek yıl gelmeyeceğim" deyip gene geldiğim yılbaşı yemeklerini ve sonra hep birlikte tombala oynamayı çocukluğumun ilk yıllarında çok severdim. Bu kalabalık yemekler, şakalaşmalar, amcamın rakı ya da votka, babaannemin de azıcık içtiği biranın etkisiyle gülüşmeleri bana bir yandan çerçeve dışında kalan hayatın çok daha eğlenceli olduğunu hissettirir, diğer yandan da mutluluğun bir aileyle, bir kalabalıkla paylaşılan bir güven duygusu, bir şakalaşma, bir rahatlık olduğu yanılsamasını verirdi… Öte yandan hep birlikte gülüşen, eğlenen, uzun bir bayram yemeği yiyen akrabalarımın, arada bir alevlenen mal-mülk kavgalarında birbirlerine ne kadar acımasızca davrandıklarının da kendimi bildim bileli farkındaydım… Kimi malların, halat fabrikasının hisse senetlerinin ya da bir katın paylaşılması her zaman uzun süren tartışmalara, kavgalara ve küskünlüklere yol açardı… İnce camlarla çerçevelenip piyanonun üzerine konan mutluluk fotoğraflarının üzerindeki çatlaklara benzeyen bu karanlık hikâyeleri babaannemin katındaki kalabalığın şakalaşmaları içerisinde bir süre unuturdum belki, ama çok küçük yaştayken bile bu şakalaşmaların ardında gizli hesaplaşmalar, imalar olduğunu sezerdim.”[8]
Aile yemeği gene hem sıkıntıyı hem de sarsılmazlığın ve düzenin getirdiği mutluluğu çağrıştırmaktadır. Gene hem bir neşe, rahatlık ve kendi olabilme hâli hem de bitmek bilmez gerginlik ve çatışmalarla iç içe bir sahnedir. Ve Orhan Pamuk da Ahmet gibi bir “başka türlü olma, onlar gibi olamama” hissi içinde olmalıdır ki her gidişinde bu yemeklere katılmamaya karar verir, ama yine de katılmaya devam eder.
1980 yazında tek bir haftayı anlatan Sessiz Ev’in bölük pörçük yemek sahneleri ise tüm bu sıkıntılı, ama tuhaf biçimde mutlu burjuva ailesi anlatımından radikal biçimde ayrışır. Roman boyunca yemek sahneleri sıkça tekrarlansa da tüm aile tek bir bölümde bir araya gelir.[9] Aile dediğimiz de taşrada kısılıp kalmış, kalbi kırıla kırıla katılaşmış babaanne ve onu bir haftalığına ziyarete gelen üç torunundan ibarettir. Dolayısıyla artık sahne İstanbul dışına kayar ve aile de tek bir çatı altında olmak bir yana, tek bir mekânda dahi uzun süre bulunamayan tam bir parçalanmışlıktan ibarettir.
Yemek sahnesi de bu boğuk havayı yansıtır ve evin hizmetçisi, cüce Recep’in gözünden anlatılır her şey. Dolayısıyla Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki yemek sahnelerinden iyice başkalaşan bir perspektif kayması söz konusudur ya da belki, orada hissedilen aileden dışlanma veya ailenin parçası olamama sızısı burada artık apaçık bir olguya ve ağrıya dönüşmüştür: Zira Recep esasen büyük babanın gayrimeşru oğludur, demek ki aslında ailenin parçası iken dışarıda bırakılmıştır.[10]
Sıradan bir akşam yemeğidir yenen; menüde patlıcan kızartması vardır. Cevdet Bey’deki yemek sahnelerinin aksine, sıkıcı ve marazî bir sessizlik içinde geçer sahne. Ortama rengini veren, (aynen Cevdet Bey gibi homurdanıp duran) büyükannenin artık iyice yer etmiş nefreti ve tiksintisidir. Para kazanmak heveslisi, mutluluğun anahtarının servet olduğuna emin küçük kardeş Metin hemen sıvışır bu boğucu ortamdan. Büyük annenin de çekilmesi ile romanın bütünlük içindeki tek karakteri, küçük kardeş Nilgün ve bir anlamsızlık batağında debelenen tarihçi abi Faruk, masada, boğucu bir sohbete dalarlar. Abi, bir yandan da içmektedir (babası ve büyük babası da alkoliktir ve her ikisi de mideleri yüzünden ölürler). Büyükbabalarının ülkeye sihirli bir değnekle dokunurcasına ışık getireceğini umduğu (ve asla bitmeyen) ansiklopedisini yazarak ömrünü tükettiği bu konakta şimdi Faruk, büyükbabanın inançla sarıldığı bilgi ağacının olgun meyvelerinden şüphe duymaktadır; hatta bu ağacın bir meyvesi dahi olduğundan emin değildir artık. Soyadı Darvinoğlu olan bu tarih doçenti, pozitivist dedesinin aksine, bilginin kurtarıcı yönü bir yana, bilgiye ulaşabileceğimden dahi kuşku duymakta ve ağır bir epistemolojik bunalım yaşamaktadır. Taze solculuğu, bütünlüğü ve sakinliği içindeki Nilgün’ün de baş edemeyeceği kadar derin bir krizdir bu. Ve bu yemek sahnesi neredeyse kendiliğinden, pejmürde, tamamlanmamışlık içinde, âdeta gecenin içinde eriyerek noktalanır. Tüm bu tamamlanmamışlık, parça parçalık, hayatına hem kendine hem memlekete dair büyük umutlarla başlayan büyükbabanın sönüp giden, dağılan, hatta yavaş yavaş delirmeye varan yaşam hikâyesi gibidir aslında. Ve memleket de aynı aile gibi, sessiz bir felakete, askerî darbeye sürüklenmektedir.
Elbette edebiyatta aile yemeği mevzusu bu dediklerimizi bir hayli aşar. Orhan Pamuk romanlarında kalsak dahi, sadece Masumiyet Müzesi’nin biteviye yemek sahneleri, olağan ve olağanüstü; kadınlar ve erkekler meselesini yeni baştan ve derinlemesine düşünmemize yetecektir. Ya da Kafamda Bir Tuhaflık’taki yemek sahnelerine göz atmak, Orhan Pamuk edebiyatında, farklı sınıfa mensup ailelerin bu burjuva aileleriyle nerelerde ortaklaşıp ayrıştıklarını gösterecektir.
Fakat baktığımız kadarı bile, yemek sahneleri vasıtasıyla Orhan Pamuk edebiyatında ailenin nasıl temsil edildiği hakkında çok şey öğrenebileceğimizi anlamamıza yeter. Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki sahneler, zaman içinde değişse dahi, burjuva ailesinin boğucu sarsılmazlığını; modern zamanlarda nasıl hem büyük bir sıkıntı ve gerilim kaynağı olduğunu, ama hem de modernliğin gelip geçiciliği karşısında nasıl bir sığınak gibi algılanıp mutluluk verebildiğini göstermektedir bize. Sessiz Ev’deki sahne ise modern zamanlar (ve modern askerî darbeler) karşısındaki kırılganlığını...
Demek ki edebiyatta aile yemeği sahneleri, çoğu kez, insanın alışkanlıklarına marazî bağlılığının cisimleşmiş hâlidir. Tam da bu hâli ile modern olanın çekimi ile onun yıkımı karşısında kalıcı bir şeyler arama ikilemimiz; kalıcı ve gelip geçici olan arasındaki sarkaç aile sofrası sahnelerinde incelikle işlenir. Ve gördük ki yine de her aile içten içe gerilimlerle kaynar ve birilerini dışlar.
“Neden o bölümde okuduğunuz”u, “o bölümden mezun olanların ne iş yaptığı”nı, “neden hâlâ mezun olmadığınız”ı, “neden hâlâ bir iş bulamadığınız”ı, “neden hâlâ evlenmediğiniz”i, “neden o pasaklıyla/ sünepeyle evlendiğiniz”i, “neden hâlâ çocuk yapmadığınız”ı, “neden hâlâ ikinci çocuğu yapmadığınız”ı, “neden boşandığınız”ı (iyice ihtiyarlayıp “tatlı kaçık” düzlemine geçmemişse) çoğu kez anlamadığınız imalarla sorup duran halalarla ve teyzelerle ve bilhassa yengelerle dolup taşan bu sıkıntı verici yemeklere yine de gideriz. Şaşmaz bir düzen içinde sürüp giden tüm bu aşırı sıkıcı yemeklerde, yine o şaşmaz düzenin bir parçası olarak, bir an için tarif edemediğimiz bir mutluluk kaplar içimizi: Bir şeyin, tam da o sıkıcı düzenin bir parçası olmanın verdiği tuhaf rahatlık ve o bitmek tükenmez sorgulama hâline rağmen hissettiğimiz kendi olabilme vaadi (hakikati değil elbette) ile cisimleşen bu his, aile mutluluğunun en saf hâlidir (Ki Orhan Pamuk da birçok başka büyük romancı gibi aile sıkıntısı ve tedirginliği kadar aile mutluluğu meselesine de kafayı takmıştır). İşte tam da o “olağanüstü an” için gideriz bu yemekli burjuva ayinlerine.
Fakat yine de bu ağır yemeklerin sonrasında, aynı Alice Munro’nun isimsiz kahramanının yaptığı gibi uzun bir yürüyüşe çıkmak[11] hazma iyi gelecektir.