K24 Akademi Söyleşileri dizisinin ikinci konuğu, Duke Üniversitesi Asya ve Ortadoğu Çalışmaları Bölümü öğretim üyesi Didem Havlioğlu: Osmanlı Edebiyatı gibi bir alanı güncel kaygılarla anlamak mümkün değil
14 Eylül 2017 14:05
Duke Üniversitesi Asya ve Ortadoğu Çalışmaları Bölümü öğretim üyesi Didem Havlioğlu ile Osmanlı kültür yapısında cinsiyet ve cinsellik, Osmanlı kadın şairleri ve Osmanlı Edebiyatı çalışmaları ve eğitimi üzerine konuştuk. Havlioğlu, Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki lisans eğitiminin ardından, Washington Üniversitesi Yakın ve Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Osmanlı’da kadın ve toplumsal cinsiyet, Osmanlı entelektüel tarihinin cinsiyet yapısı, İslamî edebiyatlar ve Osmanlı Edebiyatı üzerine çeşitli araştırmaları bulunuyor.
Bir yazınızda “Divan edebiyatından ya kaçılır ya sıkılınır ya da korkulur”[1] diyorsunuz. Tarihsel çerçevesi, sınırları düşünüldüğünde bunu bir kolaycılıkla sadece dil (Osmanlıca) problemi olarak değerlendirebiliriz. Meseleye bir tarihyazımı, yeni bir kimlik inşası üzerinden bakarsak, kültürel bellek açısından ne tür sorunlar görüyorsunuz?
Evet, bunu lise yıllarımda Osmanlı Edebiyatı ile ilk tanışma tecrübeme dayanarak söylemiştim. Benim neslim ve öncesi orta ve lise öğrenimi sırasında, bırakın Osmanlı şiirini, Modern Türk Edebiyatı derslerinden bile kaçınırdı. Yıllar geçip de kendim edebiyat öğretmeni olunca, ilk hedefim öğrencilerime Osmanlı Edebiyatı’nı anlayabilecekleri ve hatta keyif alabilecekleri bir alan olarak sunmak oldu. Türkiye’de üniversitedeki derslerim dışında liselerde de birer saatlik dersler verdim. Ancak zaman çabuk geçiyor ve Türkiye hızla değişiyor. Bu satırları yazalı yedi yıl oldu ve şimdi tekrar edecek olsam “...ya da fantezisi yapılır” diye eklerdim. Çünkü şimdi en az korkup kaçınmak kadar tehlikeli bir başka tavır var Osmanlı Edebiyatı ve tarihine karşı. Bugün karşılaştığımız idolleştirilmiş bir Osmanlı hayalini erken cumhuriyet dönemindeki ötekileştirilmiş Osmanlı’ya çok benzetiyorum. Her ikisi de merak ya da analiz etme yerine kulaktan dolma bilgilerle inanca dayalı yaklaşımlar. Yani kolaycılık bir tarafa, bu tavırların politik temelli bir kültür inşasıyla alakası var. Eskiden Osmanlıca öğrenmek isteyene gerici damgası vurulurdu. Şimdi ise Osmanlı hayali olan öğrencilerimde İngilizce öğrenmeye karşı bir direniş ve kolaycı bir Batı karşıtlığı gözlemliyorum. Oysa kültürel bellek dediğimiz şey milliyetçi sınırlarla açıklanamayacak kadar karmaşık. Özellikle de Osmanlı Edebiyatı gibi değişik dillerin beslediği ve farklı İslamî geleneklerin kaynaklık ettiği bir alanı güncel kaygılarla anlamak mümkün değil. Örneğin hem Amerika’da hem de Türkiye’de öğrencilerimin sıklıkla sorduğu bir sorudur: Mevlânâ Celâleddîn Türk Edebiyatı’na mı dâhil edilmelidir? Şeyh Galip gibi birçok Osmanlı şairi kendini Mevlânâ’nın şeceresine bağlar. Mevlânâ’nın Farsça yazmış olmasına rağmen Türkçe edebiyata etkisini nasıl bir tarafa bırakabiliriz?
Osmanlı Edebiyatı’nda toplumsal cinsiyet, Osmanlı kadın şairleri, Osmanlı edebî metinlerinde cinsiyetin kurgulanması gibi konular hakkında çeşitli araştırmalarınız var. Osmanlı Edebiyatı’na bu ilgiler bağlamında sorular sorup cevaplar almak, sizin için neden önemli?
Bu soruları sormaya ilk kez yüksek lisans çalışmalarım sırasında Osmanlı tarihi ve edebiyatı okumalarımı yaparken başladım. Özellikle entelektüel ve kültür tarihinde kadınların varlığı çok sınırlı bir düzeydeydi. Sadece Osmanlı değil, bütün dünya tarihinde, özellikle 19. yüzyıl öncesinde entelektüel alanların erkek egemenliğinde olması, bu alanların müstehcen sayılmasına ve kadınların eğitim olanaklarının olmamasına bağlanıyordu. Oysa meseleye yakından ve farklı sorularla bakıldığında modernite öncesinde hem Doğu’da hem de Batı’da zaten çok sınırlı bir kesimin eğitim görebildiğini ve entelektüel ya da sanat çevrelerinde var olabilmek için gerekli eğitimin ise kurumsal değil, özel alanlarda, usta/ çırak tabir edilen yöntemlerle gerçekleştiğini fark ediyoruz. Bu demek değildir ki, kadınlar ve erkekler kültür üretiminde eşit erişime sahipti. Ancak toplumsal cinsiyet sisteminin birer parçası olarak kadınlık ve erkeklik, sınıf ve etnisite gibi kimliğin diğer bileşenleri ile zamana ve mekâna göre değişen kategoriler. Dolayısıyla 19. yüzyıla kadar kadınların varlığının hemen hemen hiç olmamasının mümkün olan birçok nedenlerinden biri de edebiyat ve tarih araştırmalarının nasıl yapıldığıyla alakalı. Buna ne tür belgelerin meşru kanıt sayılmasından tutun da şiir dilinin sadece estetik bir söylemden ibaret olduğuna varana kadar dogmatik hâle gelmiş varsayımların çok etkisi var. Kadın ve cinsiyet kurgularına odaklanarak kenarda köşede kalmış farklı hikâyelerin anlatılabileceğini düşünüyorum.
Osmanlı Edebiyatı’nda cinselliğin temsil biçimlerine bakıldığında, sevgilinin cinsiyetsiz olduğunu söyleyebiliriz. Aslında cinsiyet algısı epey karmaşık ve değişken. Osmanlı’da kadınsılık ve erkeksilik konusunda yeterince bilgi sahibi miyiz?
Evet, Osmanlı şiirinin genel olarak müphem ya da çok katmanlı anlam dünyasında sevgilinin cinsiyetsizliği estetik bir değer. Ancak aynı zamanda, şairlerin selvi boylu, kalem kaşlı sevgiliden bahsederken bir gün sakalının yeşermesiyle sevgili statüsünden çıkmasına kederlenmesi de onun aslında ergenlik çağına gelmemiş genç bir erkek olduğunu ima ediyor. Daha da ötesi, şiirlerin genellikle erkeklere yazılması –gerek kaside tarzında hamilere gerekse şehrengizlerde erkek güzellerin telaffuz edilmesiyle– ve kadınlara yazılmış şiirlerin nadir olması, bize estetik dilin homososyal bir yapıyı yansıttığını gösteriyor. Yani edebî üretim çoğunlukla erkekler arasında gerçekleşiyor. Özellikle modernite öncesi edebî kültürün meclis ortamında gerçekleştiğini hatırlarsak, bugünkü yazılı kültürden çok farklı bir dünya olduğunu fark etmek güç değil. Bu meclislerde cariyeler dışında kadınların var olup olmadığını bilemiyoruz. Ya da benzer şekilde kadınlararası meclislerin olması gerektiğini düşünsek de bunu metinler üzerinden ispat etmek henüz mümkün değil. Elimizdeki belgeler erkekler tarafından yazılmış ve sadece onların dünyasını yansıtan eserler. Bu çerçevede kadınlık ve erkeklik, özellikle 19. yüzyıl öncesinde, bizim bildiğimiz anlamlarından çok farklı olarak sabit ve durağan kavramlar değiller. Öncelikle yaşa bağlı olarak değişkenler. Bugünkü anlamıyla kadınsılık uysallık, sessizlik ve itaatkârlık ise, şiirin de yansıttığı gibi genç erkek sevgili kadınsı olabilir. Ancak sakalının çıkmasıyla statüsü değişir ve erkeksi, yani konuşabilen, aşkını ifade edebilen âşık rolünü alabilir. Benzer bir modeli Leslie P. Peirce[2] harem-i hümâyun hakkında yaptığı çalışmada da ortaya koyuyor. Şehzadelerin sakal bırakmalarının ya da cariye ve gözdelerin çocuk sahibi olmalarının harem kurallarıyla düzenlenmesi ve valide sultanın ilerleyen yaşıyla (ve çocuk sahibi olma döneminin kapanması) haremin yönetimini ele geçirmesi örneklerinde olduğu gibi. Kadınsılık ve erkeksilik yaşa ve konuma bağlı olarak değişen, hem erkek hem de kadınlar için mümkün olan kavramlar.
Mihri Hatun üzerine çok sayıda akademik makale yazdınız. Yakın zamanda Mihri Hatun: Performance, Gender-Bending and Subversion in Ottoman Intellectual History adlı kitabınız da Syracuse Üniversitesi tarafından yayımlanacak. Mihri Hatun kimdir? Osmanlı Edebiyatı çalışmalarında Mihri Hatun nasıl konumlandırılmalı?
Mihri Hatun 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyıl başlarında yaşamış ve bizim elimizde toplu dîvan yazmaları olan ilk Osmanlı kadın şairi. Ondan önce adı zikredilen bir Zeynep Hatun ve ondan hemen sonra Ayşe Hubbi Hatun var. Ancak ne yazık ki, Zeynep ve Ayşe’nin sadece bir- iki şiiri elimize ulaşmış. Bu üç kadın şair, erken modern dönemde ilk tezkirelerde karşımıza çıkıyor ve onlardan sonra yaklaşık iki yüzyıl kadar kadın şairlerden bahsedilmiyor. Mihri ilk edebiyat tarihçilerinden bugüne kadar çok ilgi görmüş bir şair. Oryantalist Van Hammer onu Türk Sappho’su olarak tanımlıyor. Gerçi neden Sappho’ya benzettiğini ben hâlâ anlamış değilim. Dîvanın tenkitli metni basıldığı ve birçok makalede konu edildiği hâlde, Mihri’nin şiirlerinden yola çıkarak bu dönemde kadın şair olmanın ne demek olduğu ve bu şiirlerin kadınların entelektüel yaşamına dair ne söyleyebileceği tartışılmamıştı. Ben kitabımda, öncelikle bu dönemde gerek Avrupa gerek Doğu dillerinde çok nadir rastlanan ve bir kadın tarafından üretilmiş bir metne odaklanarak bu sorulara cevap aramaya çalıştım. Örneğin bu dönemde Avrupa’da da kadın şairler var ama çoğu kraliyet eğlence meclislerinin kortezanları. Osmanlı ve İran edebiyatlarında ise Mihri gibi seçkin ailelerden gelen kadınların kimliklerini saklama gereği duymadan şairlik yaptığını görüyoruz. Bugünkü modern dünyamızdan bakıldığında, Mihri gibi bir kadın şairin aşk şiirleri yazması, bunları zamanın padişahı II. Bayezid’e sunması ve Sofu olarak bilinen Bayezid’in bu şiirleri farklı zamanlarda cömert maddi hediyelerle desteklemesi çok ilginç bir mesele. Mihri’nin şiirleri bu döneme bir kadının perspektifinden bakabilmeyi, bir kadın için yasak gibi görünen sanat ve entelektüel dünyanın zaman ve mekâna göre değişen sınırlarını fark edebilmeyi, şiirin homososyal yapısının da esnetilebildiğini gösteriyor. Mihri’nin Osmanlı erken modern entelektüel dünyasındaki marjinal konumu, merkezin sosyal ve estetik kurgusu hakkında ipuçları veriyor. Bugüne kadar, kaynakların daha bol olduğu 19. yüzyıla odaklanmış Osmanlı kadın çalışmalarına, 16. yüzyıla ait bir örnekle katkıda bulunmak istedim.
Daha önce OTAP’ta (Ottoman Text Archive Project) araştırmacı olarak çalıştınız. Şu anda da Baki Projesi’nin (The Baki Project) yönetim kurulunda yer alıyorsunuz. Her iki proje de bilgisayar teknolojilerinden faydalanarak Osmanlı metinlerinin bilgi kaynaklarını geliştirmeyi ve büyütmeyi hedefliyor. Dijital ortamdaki bu projelerin imkânlarından ve açmazlarından söz edelim istiyorum. Projeler aracılığıyla üretilen yeni düşüncelerden/ yaklaşımlardan bahsedebilir misiniz?
Osmanlı araştırmacıları yıllardır çalışmalarının temelini oluşturan metinler ve belgeler üzerine çalışıyor. Harf devriminden sonra Osmanlı edebiyatçılarının en önemli meselesi tarihî metinleri transkripsiyon ile Latin harflerine çevirerek daha çok okura ulaşmalarını sağlamak olmuş. Uzun ve meşakkatli çalışmaların sonucu olarak bugün hemen hemen bütün dîvanların tenkitli metinleri yayınlanmış bulunuyor. Ancak bazen bir bazen onlarca orijinal metne dayanarak üretilen bu eserler, çeşitli editoryal düzenlemelerle yepyeni bir hâl alıyor. Kısacası orijinallerden gittikçe uzaklaşılıyor. Uzun ve yalnız geçen bir süreçten sonra araştırmacı eserini yayınlıyor ve ancak o zaman meslektaşlarının katkı ve eleştirilerini alabiliyor. Bugün artık dijital teknolojilerin yardımıyla hem bu süreci çok daha kolay hâle getirmek hem de araştırmacılar arasında iş birliği yapmak mümkün. OTAP, Walter Andrews’un girişimiyle ilk kez 1980’lerde kurulduğunda elektronik metin hazırlamak çok zor bir işti. Bugün benim bildiğim kadarıyla, Türkiye’de de metin paylaşımını hedefleyen araştırmacı grupları var. Ancak OTAP son dijital teknolojilerden yararlanarak çeşitli amaçlara hizmet edebilecek hiper metinler oluşturmayı hedefliyor. Yani pdf ya da Word kopyaları yerine, eserin birden fazla versiyonunu bir arada görebileceğiniz metinler. Bu tip bir çalışma, birçok araştırmacının ortak çalışmasıyla metni daha doğru okumayı, en doğrusunu bulana kadar tartışmayı ve eklemelerde bulunmayı mümkün kılıyor. Sonunda metin oluştuğunda kelime araması veya tekerrür tespiti gibi sayısal değerler de elde edilebiliyor. Ben Mihri Hatun dîvanını bu şekilde elektronik ortama aktardıktan sonra çok daha kolay bir şekilde kullanabildim ve onun şiirlerini döneminden başka şairlerle karşılaştırabildim.
Baki Projesi ise Walter Andrews ve Selim S. Kuru’nun girişimiyle bir grup araştırmacının bir araya gelerek Osmanlı şiirinin büyük şairi Bâki’nin şiirlerini toplamak, çeşitli yazma kopyalarıyla elektronik ortama aktarmak ve diğer araştırmacıların kullanımına açmak amacında. Osmanlı çalışmaları bu gibi müşterek girişimler ve fikir alışverişleriyle kaynakları en elverişli şekilde kullanma imkânına sahip olabilir.
Osmanlı Edebiyatı’nın Dünya Edebiyatı’nın bir parçası olduğunu hangi teorik temellendirmeyle anlatıyorsunuz?
Olmaması için bir neden yok. Elbette, Dünya Edebiyatı dendiğinde Modern Avrupa Edebiyatı ve belki biraz da Rus Edebiyatı’nın akla geldiğinin farkındayım. Ancak bu tamamen Avrupa ve Kuzey Amerika akademisinin yapılanmasıyla alakalı bir durum. Bugün artık İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının dışında kalan ve İngilizceye çevrilmiş her edebiyat Dünya Edebiyatı kapsamına giriyor. Evet, İngilizceye çevrilmiş diyorum çünkü hâlâ İngilizce yayınların egemenliği söz konusu. Dolayısıyla bir metnin Dünya Edebiyatı’na dâhil olabilmesi için İngilizceye çevrilmesi gerekiyor. Yoksa o metnin farklı dillere ulaşması pek mümkün olmuyor. Hatta, ne yazık ki, daha nadir dillere de orijinal dilinden değil de İngilizceden çevriliyor. Bu durumda çevirinin çok önemli bir rolü olduğu aşikâr ve bu yüzden de Çeviri Çalışmaları önemli bir alan hâline geldi. Çevirmenin metni anlayış biçimiyle hedef dile aktarma sürecinde yepyeni bir eser ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Dünya edebiyatları okumak çeviriden okuma yetisi geliştirmek anlamına geliyor. İkincil bir metin okuduğunun farkında olarak, çevirmenin ve yazarın seslerini ayırt etmeye çalışarak okumak, kendi dilinde okumaktan çok daha farklı bir deneyim ve farklı keyifler verebiliyor.
Osmanlı Edebiyatı da İngilizceye çevrilmesiyle Dünya Edebiyatı’nda yerini yavaş yavaş alıyor. Arapça ve Farsça benzer eserlerin İngilizceye çevrilmiş olması, İslamî estetiğin az çok tanınması ve belli bir okuyucu kitlesi oluşmaya başlamasıyla bu zemin hazırlandı. Ancak ne yazık ki, henüz çok az çeviri var. Osmanlı şiirini İngilizceye çevirmenin en zor tarafı, tahmin edileceği gibi, Türkçenin cinsiyetsiz üçüncü tekil kişisini İngilizcede cinsiyetlendirmek zorunda kalmak. Daha önce bahsettiğim gibi şiir estetiğinin temelinde sevgilinin cinsiyetsizliği varken çeviride bu özellik kaybolabiliyor. Dolayısıyla çevirmenler, ben de dâhil olmak üzere, hep bu konuyu açıklamak zorunda kalıyoruz. Fakat bunun dışında benzer İranlı şairleri tanıyan okurlar anlamı yakalamada sıkıntı çekmiyorlar.
Çağdaş okura Osmanlı Edebiyatı metinlerini okutmak için hangi araçlara ve nasıl bir zemine ihtiyaç var?
Osmanlı Edebiyatı’nı asıl metinlerden okumanın yolu Osmanlıcayı çok iyi bilmekten geçiyor. Üstelik dil zaman içinde değiştiği için her yüzyıl farklılıklar gösteriyor. Örneğin 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl metinleri arasında büyük farklılıklar var. Dolayısıyla sadece Arap harflerini okumakla, Osmanlıca bilmeyen ya da az bilen birinin Osmanlı metinlerini okuması, anlaması ve hatta keyif alması pek mümkün değil. Ayrıca böyle bir dil yetisini geniş kitlelerden beklemek ve dili yapay bir şekilde canlandırmaya çalışmak anlamsız ve boşuna bir çaba olur. Çünkü dil yaşayan bir olgu, toplumlarla birlikte o da evriliyor. Fakat bana kalırsa, bu durum Osmanlı Edebiyatı’nın okunmasına bir engel değil. Diliçi çeviriler ve sadeleştirilmiş metinler gittikçe daha çok yaygınlaşıyor. Shakespeare gibi Avrupa klasiklerinin sadeleştirilmiş metinleri olmasaydı, birçok Avrupalı bu eserleri okumazdı. Hatta çocukların bu eserlerle ilk kez çizgi romanlarını okuyarak tanıştıklarını biliyorum. Osmanlı Edebiyatı’nı da benzer bir biçimde daha geniş kitlelere ulaştırmak mümkün. Bu şekilde değerinden bir şey kaybedeceğine inanmıyorum. Tam tersine anlaşıldığı ölçüde sahiplenilecek ve farklı bakış açıları ve okumalar geliştirilecek.
Fakat dil meselesinin dışında, daha önemli bir sorunun da altını çizmek lazım. Biraz önce de bahsettiğim gibi, Osmanlı Edebiyatı’nın popüler muhayyiledeki yeri hâlâ güncel politik temellere dayanıyor. Bunu aşabilmek için de daha çok okunması ve tanınması lazım. Ancak o zaman Osmanlı kültürünün arkaik, İslamî ya da muhteşem gibi sıfatlarla sınırlandırılamayacağı anlaşılacak.
Yüksek lisans ve doktora eğitiminizi Amerika’da tamamladınız. Hâlen, orada öğretim üyeliğine devam ediyorsunuz. Bir süre İstanbul Şehir Üniversitesi’nde de ders verdiniz. Amerikalı akademisyenlerin Osmanlı Edebiyatı’na yaklaşımları ve bu metinleri çalışma biçimleri hakkında ne söylemek istersiniz?
Amerika ya da Avrupa’da Osmanlı çalışmaları başından beri bir avuç akademisyen tarafından yapılıyor. Yaklaşık 20 yıldır da bunların çoğu Amerika’da yaşayan ve Türkiye akademisiyle yakın ilişkileri olan Türkler. Amerikalı olanlar ise en az Türkler kadar bilgi sahibi. Yani artık Gibb ya da Van Hammer gibi eski oryantalistlerin tarzında işler yapılmıyor. Bunun en önemli nedeni alandaki akademisyenlerin hem Amerika’da hem de Türkiye’de kendilerini konumlandırmaları. Artık herkes birbirini tanıyor ve okuyor. Ben de hocalarımdan gördüğüm gibi hem Türkçe hem İngilizce yayınlar yapmaya ve hem Amerika’da hem de Türkiye’de ders vermeye gayret ediyorum. Osmanlı çalışmalarında İngilizce yayın yapmak ve ders vermek, Ortadoğu ve Dünya edebiyatları bağlamında çalışmayı gerektiriyor. Yayın yapılacak dergilerin çoğu Osmanlı Edebiyatı’nı olmasa da diğer dünya edebiyatlarını biliyorlar ve ister istemez bir karşılaştırma gerekiyor. Örneğin ben uzun süredir Osmanlı kadınlarından bahsederken, Arap, Fars ve hatta Avrupa’daki kadın yazarları da tartışmaya katmaya çalışıyorum. Benzer şekilde verdiğimiz lisans derslerinde de daha geniş bir kitleye hitap edebilmek için karşılaştırmalı okumalar yapmak gerekiyor. Daha da önemlisi, seçeceğimiz metinlerin İngilizce çevirisi olması gerekiyor. Türkiye’de ise metne odaklanarak daha yakın okumalar yapılabiliyor. Tek bir gazel üzerine makale yayınlamak ya da sadece gazel üzerine ders vermek mümkün. Bence Amerika ve Avrupa’da yapılan çalışmalardaki geniş bakış açısıyla Türkiye’deki metne odaklanmış araştırmalar birbirlerini çok güzel tamamlıyor.
İdeolojik sebeplerle Türk- Müslüman bir geleneğe yerleştirilen Osmanlı Edebiyatı üzerine çalışırken zorluklarla karşılaştınız mı/ karşılaşıyor musunuz?
Evet, Türkiye’de böyle bir yaklaşım var. Hatta YÖK’te Osmanlı Edebiyatı diye bir alan yok. Eski Türk Edebiyatı var. Oysa Arapça, Farsça, Rumca ya da Ermenice gibi çokdilli ve 600 yıldan fazla bir döneme yayılmış bir kültürü eski ya da Türk diye tanımlamak ne kadar yerinde? Ben Osmanlı’da Türkçe metinlere ve İslamî edebiyat geleneklerine odaklanıyorum. Fakat yaklaşımımın Türk- Müslüman algısıyla hiçbir alakası yok. Öncelikle, dil akışkan ve bugünkü Türkçe ile çok az benzerlik gösteriyor. İslamî edebiyat derken de dinî pratikler yerine İslam’ın kültürel ve tarihsel yansımalarından bahsediyorum. Bugün “inşallah” ya da “maşallah” diyen herkes Müslüman mı? Hangi Müslüman? Sünni mi, Alevi mi? Dil ve edebiyattaki kültürel miras yansımalarıyla inanış çok farklı meseleler. Bilimsel araştırmaların inanış ve ideolojilere sağlıklı bir mesafede durması gerektiğine inanıyorum. Ancak o zaman dindar ya da ateist, Amerikalı ya da Türk öğrencilerle ortak bir zemin yakalamak mümkün.