“Bu kitabın önemi, edebiyatın tanımı, yazar, dünya-edebiyat ilişkisi, okur, üslup, değer gibi tartışmalı meselelere ilişkin tüm kuramsal bakış açılarını, bu kuramların kışkırtıcı tezlerini isabetli atıflarla ortaya koyup bunları birbiriyle etkileşime sokmasında; bu etkileşimden çıkabilecek denge haline odaklanmasında.”
22 Aralık 2022 22:00
Bu soru Antoine Compagnon’a ait. Teorinin Cini kitabının “Yazarın Ölümü Tezi” başlıklı alt bölümünde soruyor bu soruyu Compagnon. Her iyi eleştirmen gibi müdahalesini en kritik anda art arda gelen düşündürücü sorularla yapıyor. Metnin anlamının belirlenmesinde yazarın niyetinin önemsiz olduğu iddiasına yönelik gibi görünse de, bana kalırsa kitabın alt başlığı olabilecek ölçüde kapsayıcı bir soru bu.
Kitap Fransızcada 1998 yılında yayımlanmış. Türkçede ise 2022 yılının Ekim ayında Savaş Kılıç çevirisiyle yayımlandı. Ben kitabın 2004 yılında yayımlanan İngilizce çevirisini okumamıştım. Şimdi Türkçesini okuyunca, hem daha önce Türkçeye çevrilmemiş olmasına hem de (ya da) daha önce İngilizcesini okumamış olmama hayıflanmadım desem yalan olur.
Kuşkusuz bu yoğun, düşündürücü, her bölümünde yeni sorular doğuran, yeni tartışma kanalları açan kitabı bu kısa tanıtım yazısında etraflıca ele alamayacağım. Ama özellikle “Edebiyat”, “Yazar”, “Okur” ve “Üslup” bölümlerine dikkat çekmek isterim. Hele neredeyse her cümlesi üzerinde düşünülmesi gereken o nefis “Teorik Serüven” başlıklı sonuç bölümünü muhakkak okuyun derim.
Yazar “Edebiyat” bölümünde “Her edebiyat tanımı, dolayısıyla da edebiyat incelemesi tanımı, kaçınılmaz olarak bir değerlendirme (bir değer, bir norm) içerir” diyor; ardından da şu geliyor: “Her edebiyat tanımı daima bir tercihin evrensel bir şey olarak karşımıza dikilmesidir.” (s. 41) Dolayısıyla edebiyatı “değersiz” bir biçimde tanımlamak, bu tanımı tercihimizin öznelliğiyle “lekelememek” mümkün değil gibi. Durum şuysa mümkün olamaz da zaten: “Edebiyat sistemi edebi metinlerin eşzamanlı sistemi, sürekli hareket halinde olan, yeni eserler ortaya çıktıkça yeniden şekillenen bir sistemdir. Her yeni eser bütünlük olarak kavranan geleneğin baştan düzenlenmesine önayak olur (ve bu arada geleneğe ait her eserin anlam ve değerini değiştirir).” (s. 32) Sürekli şekil değiştiren, üstelik gelenek gibi yerinden oynatılması güç, ağır bir kayaya yüklenen anlamları bile dönüştüren bir sistem tanıma nasıl sığabilir ki? Peki tanıma sığmayan bir sistemin teorisini yapmak nasıl mümkün olur? Bunu yapmanın bir anlamı var mıdır? Compagnon’un buna yanıtı kuşkusuz bir “Evet!” olacaktır; ardından gelen bir “Ama” ile. Giriş bölümünde şöyle diyor:
“Zira teori bana esasen yararlı ve sahici geliyorsa, teorik ya da teolojik bakımdan, pratik ya da pedagojik bakımdan değil, edebiyat incelemelerindeki yerleşik fikirlere karşı verdiği zindelik kazandıran amansız mücadele dolayısıyla, keza yerleşik fikirlerin sergilediği bir o kadar kararlı direnç dolayısıyla geliyor.” (s. 14)
Öte yandan bu cümlede yer yer yazarın akıl yürütme biçimlerinde rastladığım ayrıştırıcı bir sorun da devrede sanki. Yazarın sözünü ettiği mücadele, tam da yerleşik fikirlerle boğuştuğu ve zindelik kazandırdığı için teoriyi pratik ve pedagojik bakımdan da yararlı kılmaz mı? İç içe değil midir bunlar? Ama evet, ne kastettiğini anlayabiliyoruz Compagnon’un. Sadece bu mücadele değil, yerleşik fikirlerin direnci de eşit ölçüde ilgilendiriyor onu. Hakikati, kimi zaman akıl pahasına sivrileşen teori ile sağduyu arasında bir yere konumlandırdığı için iki uca da dikkat kesiliyor elbette.
Compagnon, Louis Hjelmslev’in şu işlevsel ayrımlarından yararlanmış “Edebiyat” bölümünde: İçeriğin tözü (fikirler), içeriğin biçimi (gösterilenlerin düzenlenişi), anlatımın tözü (sesler), anlatımın biçimi (gösterenlerin düzenlenişi). Bunların edebi metne yaklaşırken ufuk açıcı ayrımlar olduğu kesin. Ancak bu ayrımlarda eksikliğini hissettiğim bir şey oldu. Biçimin, tek başına “düzenleniş”in tözünden de söz etmek gerekmez mi? Fikirler sadece içeriğin değil, biçimin de tözü değil midir? Metni düzenleme biçiminin özünde fikirler yatmaz mı? Bu sorulara yanıtımız evet ise, yapay biçim-içerik ikiliği kendi kendini imha edecektir zaten.
Teori her zaman sağduyuyla mücadele halindedir. Onun “duymadığı”, es geçtiği, göremediği bir noktayı, bir bakış açısı eksikliğini tespit edip eksikliği duyulan her neyse (metnin içselliği, biçimi, metnin dışsal belirlenmişliği, toplumsallığı, okurun rolü, dilin ifadede yetersizliği, vs.) sadece ona odaklanmak, o eksiğin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için kimi zaman ondan başka bir şey görmemek teorinin en temel özelliğidir. “Buna hiç bakmadınız, buna bakın!” der teori, “ve bir süre sadece daha önce hiç görmediğiniz bu şeye bakın!” Bu müdahale olmadan eksik kalacak doğru bakış açısı, kuşkusuz kendini teoriyle sağduyu arasında bir yere konumlandıracaktır. Ama teorinin kendini konumlandırdığı yer sayesinde yapabilecektir bunu. Yazarın ölümü, metnin niyeti, okurun niyeti gibi uç noktalara yerleşmiş ve bakıştaki bir eksikliği işaret eden kavramsallaştırmalar, tam da bu sivrilikleri, kışkırtıcılıkları sayesinde hakikatin sağduyuda değil, tam da olduğu yerde, “arada” aranmasını mümkün kılabildiler/kılabiliyorlar. Bu kitabın önemi de, edebiyatın tanımı, yazar, dünya-edebiyat ilişkisi, okur, üslup, değer gibi tartışmalı meselelere ilişkin tüm kuramsal bakış açılarını, bu kuramların kışkırtıcı tezlerini isabetli atıflarla ortaya koyup bunları birbiriyle etkileşime sokmasında; bu etkileşimden çıkabilecek denge haline odaklanmasında.
Kitapta “yazarın niyeti” tartışmalarına yönelik yaklaşım da bu denge arayışıyla ilerliyor. “Yazarın niyeti” ifadesinin, çoğunlukla yapıldığı gibi biyografiye ya da yazarın yazmayı düşündüğü şeye (önceden düşünülmüş bir niyete) indirgenemeyeceğini tartışıyor yazar bölüm boyunca. Yazı sürecinde her zaman çok da farkında olunmadan işleyen bir sürecin varlığına dikkat çekiyor. “Demek ki,” diyor, “metin ile yazarı arasındaki ilişki meselesi kesinlikle biyografi meselesine, biyografinin geleneksel edebiyat tarihindeki kuşkusuz abartılı rolüne (‘şahsı ve eseri’), yeni eleştirinin biyografiye karşı açtığı savaşa (büyük harfli Metin) indirgenemez.” (s. 61)
Compagnon “paralel pasajlar yöntemi”nden söz ediyor bu bölümde. Metinde yeterince anlaşılmayan bir pasajı anlamak için aynı yazarın farklı metinlerindeki pasajlardan destek almak şeklinde özetleyebileceğimiz bu yöntemden, kitap boyunca en çok tartıştığı Roland Barthes dahil, hiçbir eleştirmenin vazgeçemediğini, dolayısıyla “metnin niyeti” adı altında aslında tutarlı bir yazar niyeti arayışının sürdüğünü iddia ediyor. Şu argüman da benzer bir arayışın göstergesi:
“Niyet ile bilinç birbirine temelden bağlıdır. Metin bilinçsiz olduğuna göre metnin niyetinden söz etmek, yazarın niyetini yorumun korkuluğu olarak gizlice yeniden devreye sokmak demektir.” (s. 80)
Yazarın ölümünü ilan edenler yazardan bağımsız bir dil sisteminin anlamı ürettiğine dayandırıyorlardı iddialarını. Yazarın niyetinin hiçbir önemi olamazdı artık. Hesap sistem içinde görülecekti. Oysa Compagnon’un yeterince tartışmadığı bir mesele daha var burada. Sözcüklerin tarihsel-toplumsal yükü, “kısmen” kolektif belirlenmişliği. Sözcüklerin hiçbir zaman sadece yazara ait olmayışı, niyetinin damgasını metne basmak istese de bunu asla tam anlamıyla yapamayacak oluşu, hesabın öyle kolayca sistem içinde görülemeyeceğini gösteriyor. Dolayısıyla aslında bir de “toplumun niyeti”nden söz etmek gerekir. Romanların toplumsal boyutu ille de doğrudan toplumsaldan söz ettikleri zaman değil, o toplumun diliyle konuştukları an, asla tamamen yazarın kontrolünde olamadan devrededir. Yani denebilir ki her edebi metin bir niyetler diyaloğudur aslında: Yazar, metin, okur, toplum hem bireysel hem toplumsal düzlemde sürekli ve zaman zaman çatışmalı bir diyalog halindedir.
Antoine Compagnon
“Dünya” bölümünde Compagnon büyük oranda mimesis, taklit ve temsil kavramları etrafında sürdürüyor tartışmasını. Barthes’ın en gerçekçi romanda bile göndergenin gerçekliğinin olmadığı, gerçek denen şeyin bir koddan ibaret oluşu iddiasına yönelik itirazlar özellikle düşündürücü. Yazara göre göndergeyi reddedenler (Barthes, Riffatairre) “kendilerine hasım olarak yalınkat, dolayısıyla yetersiz ya da karikatürümsü bir gönderge teorisi seçmiş; bu sayede ondan sıyrılmaları ve edebiyatın gerçekliğe gönderme yapmadığını öne sürmeleri daha kolay oluyor”. Bu da “korkuluk safsatası” denen şeye karşılık geliyor bir bakıma. Kendi teorinin doğruluğuna, bu antitezin hazzına fazlaca kapıldığında ortaya çıkabilen, karşı tarafın argümanını eksik, yanlış, fazla basitleştirilmiş şekilde temsil etmek. Öte yandan Compagnon’un şu sözleri epey muğlak ve tartışmalı göründü bana:
“Kendilerinden önce Blanchot’nun yaptığı gibi, dilin acizliği ve edebiyatın benzersizliği hükmüne varmak için imkânsızı (meleksi iletişim) istiyorlar. Kesinliğin ulaşılmaz olduğu bir alandaki yersiz kesinlik arzuları hüsrana uğradığı için, kitapla dünya arasındaki ilişki konusunda makul bir olasılık yerine kökten bir kuşkuculuğu tercih ediyorlar. (s. 109)”
Meleksi iletişimin imkânsızlığına ya da edebiyatta kesinliğin ulaşılmaz olduğuna bu kuramsal kanaldan varmadık mı zaten? Bu eleştirmenlerin yazılarıyla dilin acizliği üzerine düşünmedik mi? Kuşkusuz “Edebiyatın edebiyattan söz etmesi aynı zamanda dünyadan söz etmesine engel değildir. İnsan varlığı dil yetilerini geliştirmişse, ne de olsa, dil düzleminde olmayan şeylerden konuşmak için geliştirmiştir”. (s. 121) Edebiyat bir aynaydı. Basitçe ortada dolaştırılan bir ayna. Bu yerleşik ve elbette yetersiz edebiyat tanımını sarsan, o aynanın kendisine dönüklüğü üzerine düşünmemizi sağlayan, edebiyatın sadece dünyadan değil kendisinden de söz ettiğine dikkatlerimizi çeken bu kuramsal kanal değil miydi? Şimdi Compagnon’un yaptığı da Blanchot’nun ya da Barthes’ın kuramsal görüşleriyle gündeme gelen, tartışılan ve yararlanılan bakış açılarını “yetersiz ya da karikatürümsü” bir şekilde temsil etmek olmuyor mu?
Compagnon, “Okur” bölümünde de hakikati teori ile sağduyu arasında aramayı sürdürüyor. Okuma sürecine ve okurun ürettiği anlama odaklanmış Wolfgang Iser, Hans Robert Jauss, Umberto Eco, Stanley Fish gibi yazarların kuramlarını ana hatlarıyla inceleyip her birinin katkısını ve farkını tespit ediyor. Iser’in “zımni okur”unun en nihayetinde zımni yazarın tecellisi olduğu tespiti özellikle düşündürücü. Teorik okuru merkeze alan analizlerin aslında en nihayetinde dönüp dolaşıp yine yazarın niyetini araştırdıklarını öne sürmüş oluyor böylece.
Metnin anlamını belirleme noktasında metnin okura ne yaptığını hiçbir biçimde dikkate almamak ne kadar abartılı bir duruşsa, metni gerçek okurların bütünüyle özgür (giderek metinden de özgür) yorumlarına kontrolsüzce açmak da aynı ölçüde abartılı bir duruştur. “Ölçüsüzlüğe varan öğretileri savunmak her zaman için daha kolaydır” diyor Compagnon ve ekliyor:
“Pratikte ikisinin arasında bir yerde yaşıyoruz (ve okuyoruz). Okuma deneyimi, tıpkı insanın her deneyimi gibi çift yönlüdür, muğlaktır, anlamak ile sevmek arasında, filoloji ile alegori arasında, özgürlük ile kısıtlama arasında, başkasına yöneltilen dikkat ile benlik kaygısı arasında parçalanmıştır.” (s. 157)
“Gerçek okuma teorik bir nesne meydana getirebilir mi?” sorusu da yanıtlanmış oluyor böylece.
Tartışmaya açmamız gereken daha çok düşünce var elbette bu kitapta. Ama ben bu yazıyı sonuç bölümünden şu cümlelerle bitirmek istiyorum. Özellikle ikinci cümleyi hep akılda tutmak gerek:
“Tek tutarlı teori kendi kendisini sorgulamayı, kendi söylemini tartışmaya açmayı kabul eden teoridir. [….] Teori içinden geçilsin, oradan geri dönülsün, araya mesafe konulsun diye yapılır, geri adım atmak için değil.” (s. 248)
Çevirisi eminim epey meşakkatli olmuş olan bu kitabı Türkçeye kazandırdığı için Savaş Kılıç’a ve elbette Metis Yayınları’na müteşekkir olmalıyız.
•