“Erkek egemenliğinin yapıları çok sağlamdır zaten, o yüzden feminist mücadele bu kadar zorludur. Öte yandan feminizmin yapabildiklerini görünce, surda gedik(ler) açmanın zevkine varabilirsiniz! İradenin iyimserliği bu değilse nedir?”
27 Ocak 2022 19:30
Feminist faaliyetler gerçekleştiren, farklı bilme biçimlerinin kendine yer bulduğu Amargi Akademi kurucularındansınız. Amargi Akademi’nin şu sloganına dikkat çekerek başlamak istiyorum:Farklılıklarımızla bir aradayız ve yaşamak en önemli akademik faaliyettir.” “Yaşamak en önemli akademik faaliyettir” cümlesini, –bu nefis ifadeyi– çekip alarak şu soruyla başlamak istiyorum: Yaşamak neden en önemli akademik faaliyettir?
Bu cümleyi çok seven başka arkadaşlarım da var. Sebebini tahmin edebiliyorum galiba. Bilgiyle kurulan ilişkinin farklı biçimlerine duyulan ihtiyaçla ilgili olmalı, öyle mi? Feminist bilgi kuramındaki “konumlu bilgi” kavramına gönderme yapıyor, yaşadığını bilirsin (ve bildiğini yaşarsın) gibi bir şey. Bir yandan da bilginin durağan değil de yaşam gibi hareket halinde olduğunu hatırlatıyor bize.
Ve tabii akademik faaliyetin bilginin tamamı olmadığını, başka bilme biçimleri de olduğunu da… Politikanın, sanatın, gündelik hayatın başka türlü bilmeleri var, akademik olandan daha az değerli olmayan bilme biçimleri.
Öte yandan, akademik faaliyetin özgül bir alan olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bu cümleyi ilk duyduğumda, o yüzden pek ısınamamıştım. Bilimsel yöntem tartışmasını kestirmeden çözüyor – aslında çözmüyor da kesiyor gibi gelmişti bana. Tıpkı Gordion Düğümü’nü kılıçla kesmek gibi. İşe yaradı mı, yaradı; İskender yürüdü gitti oradan! O da bir bilme biçimi işte. İradenin gücü mü diyelim, ne diyelim?
Amargi Kooperatif’in kuruluşunda yoktum ben, Amargi Dergi’nin kurucularından biriyim. Kooperatifin güzelliklerinden biriydi bu, farklı faaliyet alanlarında farklı ekiplerin bağımsız çalışmalarına izin veren bir yapıydı. Dergi de öyle oldu, bir noktada büsbütün bağımsızlaştı zaten.
Ama haklısınız, dergide yaptığımız, farklı bilme biçimlerinin kendilerine yer bulmalarını, ses verebilmelerini sağlamaya çalışmaktı. Bu bakımdan kooperatifle kuvvetli bir bağımız varmış.
“Kadın düşmanı bir dünyada yaşıyoruz, öfkeli olmak için sebebimiz var. Aynı zamanda öfkeyi evimiz yapma riskimiz de.” İradenin İyimserliği / 2000’lerde Türkiye’de Kadınlar kitabının henüz önsözünde bu cümlelerle karşılıyorsunuz bizleri. İrade kavramı –özellikle kadınlar, kadınlara karşı davranışlar söz konusu olduğunda– yapısını iyimserlik üzerinden kurmuyor maalesef. Kitaba neden İradenin İyimserliği ismini vermek istediniz, temel izleğiniz neydi?
O alıntı 2021 baskısına önsözden. Kitabı derlediğimde yazdığım önsözde öfkeyle ilgili bir şey yoktu, eylemi vurgulayan bir önsözdü. Altı yıl sonra, yeni baskıda öfkeyi evimiz yapma riskine dikkat çekme ihtiyacı nereden doğdu? Feminizm içi tartışmanın yeni yollar açmaktan çok, rakibini alt etmeye evrildiğini gözlememden ve bunu korkutucu bulmamdan. İstedim ki öfkenin dışına çıkmak, onunla bir şeyler yapabilmek imkânını, Türkiye’de feminist hareketin böyle yaparak büyüdüğünü hatırlatayım. Öfke harekete geçirir, ama aynı zamanda çok boğucu bir şeye de dönüşebilir – dayanışmayla, değiştirme arzusuyla, ütopyayla birleşmediğinde, kendi başına kaldığında, hareket etmeyi engelleyen bir şey haline gelebilir.
Sosyal medyanın bir öfke performansı estetiği yarattığını, belki de varolan bir estetiği beslediğini görüyorum. Bununla ne yapıyoruz? Bizi harekete geçirip irademizi mi biliyor, yoksa içinde rahat mı ediyoruz? Bize bir konfor alanı ve politik konum mu sunuyor? Çok öfkeli ve çok mağdur ve çok haklı ve çok doğru.
Bugünlerde sıkça düşündüğüm bir şey var, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle uğraşma imkânı vermiyor” sözünü bu evlatlar niye bu kadar seviyor? Bilirsiniz, kırk yaşında hâlâ ana babalarının kendilerine neler yaptığını, hiç sevilmediklerini anlatan insanlar vardır; anlattıkları hikâyenin doğru olup olmamasının önemi kalmamıştır artık, onu hapishane haline getirmiş, mutsuzluklarının sorumlusunu bulmuş, oradan çıkamayacaklarından emin olmuşlardır. Bu tür bir öfkeden ne irade çıkar ne değişim… Bu, performatif öfkedir.
İradenin İyimserliği’nin temel izleği eylemdi. Kitabı tasarlamaya başlarken daha, isminin bu olacağını biliyordum. Öfke üzerine bu kadar düşünmemiştim o zaman, ya ben farkında değildim ya da durum farklıydı, bilemiyorum.
Kitaba yazdığınız önsözde 1989 yılında yazılan “Feminist Bildirge”yi hatırlatarak, bildirge içinde feminizme, kadın veya erkek fark etmeksizin cinsiyet ilişkilerine, iktidar kiplerine dikkat çektiğinizden bahsediyor, “21. yüzyıl için ‘Kadınların Yüzyılı’ dendi” diyorsunuz. İradenin İyimserliği içerisindeki 14 yazıyı okuyunca, verili bilgilerden de hareket ederek, acaba başarılı olundu mu sorusu ilk akla gelen soru oluyor. Farklı açılardan bakabilerek yol alındı mı; ne kadar “Kadınların Yüzyılı” olabildi 21. yüzyıl?
21. yüzyılın kadınların yüzyılı olup olmadığını söylemek için erken. Orada bahsettiğim, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yakın zamanda ortadan kalkacağına dair temelsiz bir iyimserlikti. Bu da feministlerin değil, piyasanın kendi kurallarını (yahut kuralsızlığını) getireceğini, bunun da cinsiyet ayrımcılığını yok edeceğini düşünenlerin iyimserliğiydi. Ki biliyorsunuz, patriyarkanın bir “kalıntı” olduğu hakkında da konuşmuşlardı yüz yıl önce. Piyasanın kurallarıyla patriyarkanınkilerin gayet iyi anlaşabildiklerini de gördük, birbirlerini nasıl beslediklerini de…
21. yüzyılın kadınların yüzyılı olacağını söyleyenler feministler değildi. Dediğim gibi, cinsiyet rejiminin en azından bazı kadınlar için daha eşitlikçi hale geleceğini öngören neo-liberallerdi. Onların “başarı” diyebileceği şeylerin kadınlar açısından başarı olduğunu düşünmüyorum.
Ama feminizmin öyle ya da böyle, çok geniş bir etki yarattığına, bu etkinin ilk bakışta göründüğünden de daha derine işlediğine eminim. Bu emniyetin sebeplerini anlatmak uzun sürer ama şu kadarını söyleyeyim: Feminizm kadınların birbirlerini (ve kendilerini) sevme, anlama, farklı ezilme biçimleri arasındaki bağlantıları görme yeteneklerini artırdı. Bunun geri alınamayacak bir kazanım olduğunu göreceğiz. Hareket yükselir, alçalır; bazen kazanırız, sonra bakarız, kazandığımız her şey tehlikeye girmiş – ki şimdi tarihin öyle bir zamanındayız. Ama kadınlar bundan sonra kadın düşmanlığını desteklemezler – çünkü başka bir ufuk, eşitliğin mümkün olduğu fikri içimizde kök salıyor.
İradenin İyimserliği’nde belirttiğiniz gibi, kadınları ortaklaştıran şey feminist olmaları değil; kendi hikayelerini “yaratan/yaratabilen” kadınların bunu tüm kadınlarla paylaşma pratikleri. Bazı kadınlara dair bazı konu başlıklarına değinememekten; –mesela Kürt hareketi içinde kadınlar ya da finans/ekonomi içerisinde kadınların rolü– bahsederek bu konu içerikli yazılara yer veremediğinizi de söylüyorsunuz. 14 metnin kitaba dahil olma yolculukları nasıl gelişti?
Ben kadınların ortaklaşmalarının feminizmden başka bir yolunu bilmiyorum. Derlemedeki hikâyeleri ortaklaştıran şeyden söz ediyordum bahsettiğiniz yerde. O kadınların kendi hikâyelerini başka kadınlarla paylaşabilmeleri feminist olmalarıyla mümkün. Başka neden paylaşacaklar ki? Hikâyeleri anlatılan kadınlar değil, en azından hepsi değil, ama anlatanların tamamı feminist. O yüzden anlatıyorlar. O yüzden açılan bu yolların, mecraların, bu hikâyelerin bilinmesini istiyorlar. Kendimden alıntı yapmak biraz mahcup edici olsa da şu cümleleri hatırlatayım: “Kitabı oluşturan yazılar birbirlerinden epeyce farklı tonlarda. Kullandıkları dil, baktıkları ‘malzeme’, o malzemeyle ilişkilenme biçimleri bakımından. Kimi akademik çalışmalardan süzüldü, kimi politik tecrübeden; ama yazıların tamamında, yazarın ‘malzemesiyle’ girdiği ilişkiden dönüşerek çıktığını fark ediyorsunuz.”
Bu sizin andığınız “yaşamak en önemli akademik faaliyettir” sözüne yaklaştırıyor bizi, değil mi? Farklı bilme biçimlerinin, farklı dillerin birlikteliğini görüyoruz. Aynı zamanda, bunlar arasında bir ortaklık var: Sadece hikâyenin özneleri değil, onları anlatanlar da dönüşüyor. “Eylemin yazı kipi” derken bunu anlatmaya çalışıyordum: Yazmak da pekâlâ feminist bir eylem olabilir. Bu kitap iki tür iradeyi, iki tür eylemi taşıyor: Yazılarda anlatılanlar ve yazıların kendileri. İlki her zaman değil ama ikincisi her zaman feminist. Kitabı ortaya çıkaran iradenin kendisi feminist – hem derleyen olarak benim hem yazarların.
Kitabı tasarlarken, elimden geldiği kadar farklı alanları içersin istedim. İster istemez sınırlılıklar oldu tabii. Önsözde bahsettiklerimden çok daha fazla eksik var aslında. Onlar benim en merak ettiklerimdi, olmamasına en hayıflandıklarım. Yazarların çoğunu tanıyordum, tanımadıklarımı da çalışma alanları üzerinden buldum. Bulamadıklarımın sorumlusu benim tabii. Yapılmış çalışmalara ulaşamadım, yazacak birini bulamadım, kaldı onlar öyle.
Ahu Antmen’in 2000’li yıllarda kadın sanatçıları ele aldığı, “Yoksa Ben Feminist miyim?” yazısının ardından Sema Aslan’ın toplumsal felaketler üzerinden geçmişle hesaplaşılan “İçlerini Ateşe Gösterenler” metnini okuyoruz. Farklı çıkış noktalarıyla yazılmış farklı metinler her ikisi de, fakat “içlerini ateşe gösterenler” tanımı sanat ve kadın yaratımları söz konusu olduğunda nokta atışı bir yerden yakalıyor bizi. Aslında uyanma erken dönemlerde yaşanıyor ama içlerini ateşe gösterenlerin ateşe atılma korkusu büyük bir ketlenmeyi de beraberinde getiriyor sanki. Kitabın bu ilk iki metnini birlikte konuşmamız mümkün mü?
Böyle düşünmemiştim. Sorunuz bana yazıların ne kadar farklı biçimlerde okunabileceğini hatırlattı.
İki yazı da tarihsel bir damar barındırıyor. Biri kadın sanatçıların işlerini takip ederek bir tarih kuruyor, diğeri kadınların kaleme aldıkları hafıza metinlerine bakıyor. Ama ateşe atılma korkusu, dolayısıyla ketlenmede ortaklaşma kısmını anlamak için metinleri yeniden okumalıyım herhalde.
Diğer yazılarda olduğu gibi, bunlarda da kadınların dünyaya baktıklarında gördüklerinden çok, dünyanın onlara baksaydı görecekleri anlatılıyor. İlki büyük bir “feminist sanat” anlatısından başlamıyor da mesela, “Canan Şenol’un 2000 tarihli…” diye giriyor lafa. Tek tek kadın sanatçılara, onların yaptıkları işlere, bu işlerin “kadın meselesi”yle nasıl uğraştığına bakıyor. Bu bakımdan, kadın sanatçıların feminizme uyanmasından çok, dünyanın onların feminizmine uyanmasına yönelik bir yazı olduğunu düşünmüştüm ben. Benzer bir şeyi Sema Aslan’ın yazısı için de söyleyebiliriz. “Tarihe değil, geçmişe bakmak”tan söz ediyor, fark etmişsinizdir. Kadın yazarların geçmişe bakmalarının nasıl “olup bitmiş bir şeyin anlatılması”ndan fazlasını içerdiği, içini ateşe göstermeyi gerektirdiği söyleniyor o yazıda. Geçmişin kendini dayattığı… Çok etkilemişti beni bu bakış.
Böylece, daha önce bahsettiğim iki farklı şeyin, yaşanan ve anlatılan hikâyelerin farkı ve ikincisinin önemi ortaya çıkıyor: Canan Şenol’un Kybele’si önemli, Ahu Antmen’in onu anlatması da. İlki olduğu için ikincisi var ama ikincisi olduğu için ilki başka bir düzeyde anlaşılabiliyor.
Joan Scott’un fevkalade yazılarından biri tecrübe hakkındadır. Orada tecrübenin otantik bir bilgi kaynağı muamelesi görmesinin sakıncalarına dikkat çeker: Çünkü tecrübenin kendisi, bir tarih anlatısı içinde biçimlenmiştir zaten. Bir başka açıdan, başka türlü söylemek istersek, ideoloji gündelik hayatımızı, yapıp ettiklerimizi şekillendirir, hayatımızı her zaman ideolojinin ışığında görürüz. Bu bakımdan yapıp ettiklerimizi anlatmak, hikâyesini kurmak çok önemlidir. “Feminizmin yazma kipi” dediğim şey budur işte.
İki film üzerinden yazılan “Bize Her Yer Taşra”; yerli diziler üzerinden yazılan Zehra Çelenk’in “Yerli Dizi/Kadınları Kadınlara Kadınlarca Anlatma Sanatıdır” ve sosyal medya, dijital dünya içerikli “Bas Bir Filtre, Feminist Olsun”. Bu yazılardan hareketle şunu sormak isterim; kadınlar için popüler olanı yansıtarak ayakta duran medya aracılığıyla feminist mücadele mümkün mü? Kadın şiddetinin ne kadar ilkel, çağ dışı bir şey olduğunu anlatan, her gün odalarımızın içinde seyrettiğimiz –üstelik kadınlar tarafından yazılan– diziler feminizm adına her gün gösterilen çabalara, temelleri çok sağlam erk medya yapılanması içerisinde, herhangi bir katkı sağlayabiliyor mu?
Sağlayabiliyor. Erkek egemenliğinin yapıları çok sağlamdır zaten, o yüzden feminist mücadele bu kadar zorludur. Aynı zamanda, feminizmin yapabildiklerini görünce, surda gedik(ler) açmanın zevkine varabilirsiniz! İradenin iyimserliği bu değilse nedir?
Bence yazının girişindeki epigrafa, “Senin aşk dediğin şeyi, kadınlara naylon çorap satabilmek için bizim gibi adamlar icat etti” lafına lüzumundan fazla önem vermişsiniz. Bu adamlar hep böyle konuşurlar, bıraksanız feminizmin de erkek icadı olduğunu söylerler. (Üçüncü söyleyişlerinde buna yürekten inanıp sizin neden inanmadığınıza şaşırıp öfkelenirler bile.) Don Draper’in tarihsel analizlerine pek prim vermemek lazım, Zehra Çelenk de vermemiş aslında, yazı şu sözle bitiyor: “Ne de olsa kalem elimizde, değil mi?”
“Medya aracılığıyla feminist mücadele mümkün mü?” sorunuzu ben “Feminist mücadele medya aracılığıyla yürütülebilir mi?” diye anlıyorum (ilki bütün işin medyada olup bittiği hissi yarattığı için ikinci formülasyon daha iyi bence) ve “evet” diyorum. Tabii ki… Kaçınılmaz biçimde!
Kültürel çalışmalar en berbat cinsiyetçi metinlerin bile anlattıklarından fazlasını içerdiğini, başka türlü okumaların mümkün olduğunu göstermişti bize, değil mi? Aşk romanları üzerine yazılan bütün o feminist metinlerin ana teması buydu. Ama iş onunla kalmıyor tabii, Zehra Çelenk’in ve Binnaz Saktanber’in yazıları, medya imgeleriyle nasıl uğraşabileceğimiz, bunun sınırları ve imkânları üzerineyken, Emek Çaylı Rahte’ninki, iki filmin incelikli bir feminist okumasını sunuyor bize. Bu yazıların üçü de medya alanında nelerin yapılabileceğinin örnekleri.
Sorunuzun “kadınlara yönelik şiddetin çok kötü bir şey olduğunu söyleyen diziler bir işe yarıyor mu?” kısmına da evet demek isterim. Hiçbirimiz şiddetin kötülüğünü dizilerden öğrenmiyoruz tabii ki ama bir adamın bir kadına vurmasının pek de normal olmadığını, artık normal karşılanmadığını görüyoruz. İhtiyar ihtiyar konuşmak hoşuma gitmiyor ama Fikret Hakan’ın Hümeyra’nın burnunu kırdığı, Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’nin başına koyduğu bardağa ateş ettiği bir magazin dünyasından geliyoruz!
Kendi platformlarını oluşturanlar; Aliyyül Ala, 5Harfliler.Com, Reçel-Blog.Com, Amargi. Özellikle 2000’lerin ilk çeyreği tamamlanırken, yetişerek yeni gelen kuşağın da varlığıyla kurulan bu platformlar ilk etapta kendi kendilerine, sessizce kurulsalar da ciddi bir takipçi sayısına ulaştılar. Başardıkları şey tam olarak neydi? Amargi’nin kurucuları arasında yer alarak başarıyı içerden gerçekleştiren biri olduğunuz için soruyorum; feminist yapılanma erk sistem içerisinde zar zor ilerlerken, üstelik taban tabana zıt görüşlerin, inançların olduğu böyle bir toplumda kendi kendine gerçekleşen yapılanmalar başarılı şekilde varlıklarının rüştünü nasıl çok sağlam bir şekilde gerçekleştirebiliyorlar?
Teşekkür ederim, bana da Amargi “başarılan bir şey” gibi geliyor hep – bir noktada yorulup bırakmış olsak da, dokuz sene devam ettirdik nihayetinde.
Dikkat ederseniz, Amargi, Reçel Blog ve 5 Harfliler hakkındaki iki yazı ile Aliyyül Âlâ üzerine olan arasında büyük bir fark var: İlk ikisi dediğiniz gibi, kendi platformunu, kendi mecrasını yaratmakla ilgiliyken, ikincisi feminizmin varolduğu bir dünyada o yokmuş gibi davranmanın imkânsızlığıyla ilgili.
Sizin de söylediğiniz gibi, yeni bir feminist kuşak var, bu kuşağın (ve aslında önceki kuşakların da tabii) kendi medyasına ihtiyacı var. Onları (bizi) yansıtan, onlarla konuşan, onların konuştuğu medyaya. Sosyal medya bu ihtiyacı gideremiyor, hatta bazen orada yapılanın tamamen başka bir şey olduğunu hissediyorum. Dolayısıyla, 2000’lerde bu platformların kurulması değil, kurulmaması şaşırtıcı olurdu. Basılı dergi çıkarmak şimdi rüya gibi bir şey ama neyse ki dijital teknoloji var ve kadınlar bunu gayet güzel kullanıyorlar.
Feminist örgütlenme pek kuvvetli değil ama feminist medyaların maşallahı var diyorsunuz diye anladım, haklısınız galiba. Ya da belki, örgütlenmenin artık eskisi gibi olmayacağını fark etmemiz gerekiyordur. Bu konuda kesin konuşamıyorum, benim için de epey tartışmalı bir konu.
Ayizi kitapları arasında güzel bir çeviri kitap vardı, Baş Harfi F diye; orada dijital örgütlenme üzerine bir tartışma yürütülüyordu. Çevirenlerden biri de bendim, çevirirken metinle kavga ettiğimi, bazen de “vay be, helal olsun” dediğimi hatırlıyorum. Benim “örgütlenme” dediğim şeyle hiç alakası olmayan birtakım, nasıl diyeyim, “ağlar” kuruyorlar. Tam ağ da değil, delik deşik, bugün var yarın yok gibi bir şeyler, ama şaşırtıcı biçimde işe yarıyor! Tam olarak ne yapıyorlar, ne işe yarıyor falan mevzuları başka bir konuşmanın konusu olsun ama feminist örgütlenmenin ne durumda olduğundan o kadar da emin olamayız bence.
Alliyül Âlâ’ya gelirsek, o çalışmadan haberdar olduğumda kitaba davet edip etmemeyi düşündüm – baya anti-feminist bir mecra bu dergi aslında, çekilecek gibi değil yani. “Hem İslâmi, geleneksel değerleri muhafaza etmek isteyip hem de tüketmek isteyen”lerin hikâyesini şimdi daha iyi biliyoruz ama cemaat/bireyselleşme geriliminin hâlâ yeterince ele alınmadığını düşünüyorum. Ki yazının özellikle “Ruhiyat” başlığı altındaki tartışma, bu bakımdan çok iyi bir giriş noktası sunuyor. Bu bakımdan, Figen Uzar Özdemir ve Gözde Çerçioğlu Yücel, modernleşme hikâyesinden başka bir hikâye kurmayı başarabilmiş olmalarıyla, o berbat dergiyle kendileri arasında kurdukları mesafeyle (çalışmanın rengini veren duygu, merak. Ve bu okura da sirayet eden, çok verimli bir duygu), bireyselleşme hattını anlamaya çalışırken kullandıkları araçların çeşitliliğiyle, kitaptaki varlıklarına şükran duyduğum iki yazar oldular.
“Biraz da Feminist Olmak Lazım” diyen ülkü ocakları, “Sola Kadın Eli Değince” neler olabileceği ve “Kadın Koalisyonları”… Bütün bu metinlerde siyasi yapılanmanın önemine değiniliyor. “Kadın cinayetleri politiktir” sloganı atıldığında politikacılar da dahil kalkıp kimse “Değildir” diyemiyor fakat caydırıcı kanun maddeleri bir türlü devreye girmiyor. Siyaset içerisinde kadınları temsil eden (“ama gerçekten temsil eden, tüm sorunları çerçevesinde”) kadın sayısı kaç? LGBT+ oluşumları da ekleyerek, “Kadınları Seven Kadınlar-Gündelik Hayat ve Direniş Üzerine” yazısı kadınların toplumsal cinsiyet ve siyasal yapı içerisinde bırakın varlık göstermeyi, cinsel tercih yönelimleriyle kadınların bir akış içerisinde olamama, yok bile sayılmama durumlarının değişebilme olasılığının zor olduğunu düşündürüyor, ne dersiniz?
İlknur Üstün’ün anlattığı Kadın Koalisyonu macerası benim de dahil olduğum bir hikâye. Bunun epeyce erken bir noktasında fark ettik ki, “temsil”den değil, “katılım”dan söz etmeliyiz. Kadınları “gerçekten” temsil eden kaç kadın var diye soruyorsunuz ya haklı olarak, işte o “gerçekten”in nasıl büyük bir yük ve aynı zamanda nasıl büyük bir bilinmezlik olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Kadınları gerçekten temsil etmek ne anlama gelir? Feminist hareketten gelmek mi? Kadın örgütlerine hesap vermek mi? Kadın seçmenlerle düzenli toplantılar yapmak mı? Bu “gerçekten”in tek güvenli cevabı, temsil edilenle temsil edenin aynı olmasıdır. Burada da bir temsilden söz edemeyiz!
Siyasetin erkek alanı olmaktan çıkması için kadınların da temsil edilmesi değil, kadınların da orada olması gerekir. Başka kadınları temsil ettikleri için değil, kadın oldukları için. Başka kadınlar gibi oldukları için değil (temsil!), siyasal alanın ayrımcılığı sebebiyle. Kadınları dışlayan bir alanın değişmesi için, kadınların orada olması gerekir. Temsil edilmeleri değil, katılmaları. Her düzeydeki siyasal mekanizma için bunu söyleyebiliriz. Böylece oradaki bir avuç kadını da “gerçek” temsilcilerimiz olma yükünden kurtarabiliriz. Onlardan beklediğimiz, başka kadınların da katılımını desteklemeleri ve birbirleriyle dayanışmalarından ibaret olabilir.
“Sola Kadın Eli Değince” (Nevin Yıldız) ve “Biraz da Feminist Olmak Lazım” (Nagehan Tokdoğan) yazıları, tamamen farklı iki bağlamda, kadınların katılmasının kendisinin nasıl bir dönüşüme yol açtığını tartışıyorlar. Hem bağlamın dönüşümü ama hem de kadınların dönüşümü. Bunların ikisinde de herhangi bir “temsil” problemi yok. Kadınlar siyasal ilişkiler içine girdiklerinde ne oluyor, nasıl değişiyorlar ve değiştiriyorlar, bunun sınırları ve imkânları neler…
Burcu Şenel’in yazısını ben de çok seviyorum. Yüksek lisans tezini makale haline getirdi, iyi de etti. Tez çalışması sürecini izlediğim için biliyorum, kendisi için dönüştürücü bir araştırma oldu – gündelik ilişkilerin ince iplikleri her zaman büyüleyicidir, yakından baktıkça nerelere uzandıklarını, hangi başka ipliklerle bağlandıklarını görürsünüz, bu da müthiş bir heyecandır. Yazıda bir görünme mücadelesinden söz ediyor, bir tür varlık mücadelesi gibi, haklısınız. Ama varlığın katmanları olduğunu unutmayın: Siyasette/kamusal alanda varolmamak, gündelik hayatta varolmamak anlamına gelmez. Zaten bunu anlatıyorlar o yazıda durmadan ve gündelik hayattaki varlıklarının politik anlamı üzerine kafa yoruyorlar. Siyasette temsil edilmiyorlar ya da siyasette yoklar diye bu anlamın da yokluğuna mı hükmedeceğiz?
Tersine, hem yazıda tartışılıyor hem Burcu’nun görüştüğü kadınlar anlatıyor, işte o politik anlamı başka bir düzeye taşımak mümkün mü, bunu nasıl örgütleyebiliriz sorularıyla boğuşup duruyorlar. Ben bu çabayı küçümsememenin de feminizme dahil olduğundan eminim. Her zaman beklediğimiz kadar hızlı, her zaman beklediğimiz kadar berrak ilerlemez mücadeleler. Karamsarlığa kapılmak yerine, işin içindekilere kulak vermek iyi olabilir.
Kadın cinayetlerinin politik olduğuna kimsenin itiraz etmemesinin sebebi kadınların yokluğu değil, siyasetin gündemini belirleyen erkeklerin bu varlığı açıkça tanımanın vereceği hasarın farkında olmaları. Yokmuş gibi davranma zamanının çoktan geçtiğini biliyorlar zaten, o yüzden kadın seçmenlere yönelik bir şeyler söylemek zorunda hissediyorlar kendilerini. Ama “kadın cinayeti politiktir” sözünü itiraz etmek için bile gündeme getirmek, çok fazla olur.
Çok kısa olarak açıklamaya çalışayım: Temsil etmenin epey yetersiz bir kavram olduğunu söylemiştim ya; bu yetersizliğin sebeplerinden biri de, temsil ettiğini iddia edenin temsil edileni tarif etme gücüdür. “Hanım kardeşlerimiz” der mesela. Burada hanım kardeşlerimiz onu kendilerini temsil etsin diye seçmiş değillerdir, o kendisini seçenleri adlandırmaktadır. Dolayısıyla, temsil ilişkisi genellikle düşündüğümüz gibi tek yönlü değildir. “Kadın cinayetleri politiktir”, o ilişkiyi temelinden sarsan bir şey. Hanım kardeşlerimiz değil konuşan, iyi kötü varlığına tahammül edeceğimiz birtakım kadınlar da değil. Kapıları zorlayan ve isimlendirilmeye, tarif edilmeye direnen birileri! O sesi duymamış gibi yapmaktan başka çare var mı?
Pandeminin de etkisiyle dünyada kadınlar adına, toplumlar ve siyasal yapılanmalar adına nasıl dönemler bekliyor bizi? En azından şimdiye kadar mücadelesini verdiğimiz konular, haklarımız bazında değişimeler olacak mı sizce? Beklediğimiz yönde adımlar atılacak mı? Umut mümkün mü?
İradenin iyimserliği, “Beklediğimiz yönde adımlar atılacak mı?” sorusu yerine “Hangi yöne gitmek istiyoruz, bunu nasıl ve kiminle yapacağız?” sorularını sormaktır. Umut mümkündür tabii. Harekete geçtiğinizde umutsuz olma ihtimaliniz yoktur. Çünkü umudu var eden sizsiniz o zaman, başkası değil.
•