“Saklıyı bulmak çeviri için çok önemli...”

İsveççe ve Norveççe dillerinden 150’den fazla kitabı çeviren Ali Arda ilginç çevirmenlik hikâyesini ve İsveç edebiyatını K24 okurları için anlattı...

16 Mart 2016 13:00

1. İsveççe - Türkçe Çeviri Atölyesi, geçtiğimiz hafta 29 Şubat - 4 Mart 2016 tarihleri arasında İstanbul İsveç Başkonsolosluğunda gerçekleşti. İstanbul İsveç Başkonsolosluğu, Swedish Arts Council - Kulturradet ve AnatoliaLit Ajans işbirliğiyle düzenlenen çeviri atölyesine, İsveçli yazarlar Elisabeth Östnäs ve Jessica Schiefauer ile çevirmenler Azize Güneş, Elif Scheibe, Öykü Elçi Andersson, Murat Özsoy, Helin Topal, Yonca Soy katılırken atölyenin moderatörlüğünü çevirmen Ali Arda üstlendi. Başta Stieg Larsson’un Millennium serisi, Sofi Oksanen’in Stalin’in İnekleri ve Araf’ı, Lars Kepler’in Hipnozcu ve İnfazcı  romanları, çok sevilen Kumkurdu serisi olmak üzere Astrid Lindgren’in Şamatalı Köy kitaplarını, Carl-Johan Vallgren’ın Denizadamı ve Bir Garip Aşk Öyküsü’nü, Christer Öhman’ın Çocuklar İçin Dünya Tarihi’ni Türkçeye kazandıran, şu ana kadar çocuk kitapları çevirileriyle birlikte yaklaşık 150’nin üzerinde çeviriye imza atan Ali Arda ile İstanbul İsveç Başkonsolosluğunda bir araya geldik ve İsveççeden Türkçeye yaptığı çeviriler, kendi çeviri macerası ve İsveç edebiyatı üzerine konuştuk.

Öncelikle sizin gibi yüzlerce çeviri yapmış birinin bu macerasının nasıl başladığını merak ediyoruz...

Aslında çeviriye başlamam tesadüfi bir şeydi. Benim bir akademik geçmişim yok. Biraz erken sayılabilecek bir yaşta evle ilişkimi kestim, sonra cezaevine atıldım, yeteri kadar yattığıma karar verdikten sonra kaçtım ve bütünüyle tesadüfen İsveç’e gittim. O zamana kadar hiçbir dil bilmiyordum. Dili kitap okuyarak öğrendim. Bir kitabı alıyor sözlüğe –bol miktarda- bakarak okumaya çalışıyordum. Yani dil öğrenmek için çok aptalca bir yöntem seçmiştim. Ama sonuçta, konuşamasam da okuduğumu anlamaya başlamıştım. Hatta okuduğum kitaplardan birini –Myten om framsteget (İlerleme Miti)- çevirdim de. Kitabın yazarı Georg Henrik von Wright’a –Wittgenstein’in yakın arkadaşlarından biri- mektup yazarak kitabını çevirdiğimi, Türkiye’de yayımlamak istediğimizi bildirdim. Telifini ödeyecek paramızın olmadığını da söyledim. Yazar çok memnun olduğunu, kitabını istediğimiz gibi yayımlayabileceğimizi, baskı parasını verebileceğini yazdı. İlk çeviri maceram buydu.

Ali ArdaNasıl bir kitaptı?

İlerleme fikrinin boş bir hayal olduğunu, kapitalizmin barbarlığa gittiğini anlatıyordu kitap. Adama “kıyamet filozofu” deniyor. Örneğin, kendi coğrafyasını kirletip yaşanılmaz hâle getiren Batılı kapitalistlerin, bir gün Afrika halkını bütünüyle yok edip Afrika’yı sayfiye yeri olarak kullanabileceklerini söylüyor. Çok sonra şöyle bir baktığımda çevirinin hiç de fena olmadığını gördüm.

Kitap basıldı mı?

Hayır, basılmadı. Yayınlayacak arkadaşlar cezaevine düştü, kitap öylece kaldı. Yayınevi de daha kurulma aşamasındaydı. İlk kitap bu olacaktı.

Siz bu arada bir yandan İsveççeyi de öğreniyorsunuz, değil mi?

Evet, öğreniyordum. Değişik bir deneyimdi. Bir biçimde dili sezmeyi öğrendim. Her sözcüğün üzerinde duruyor, sırrını çözmeye ve anlamda bir yer bulmaya çalışıyordum. Çok kötü sayılabilecek bir dil öğrenme yönteminin faydası diyelim, okuduğum kitaplarla özel bir diyalog kurmayı becerebildim. Kitaplar bana kendi dillerini öğretiyor, ben de kendi dilime çevirerek öğrendiklerimin sağlamasını yapıyordum. Çeviride özel bir dil kurmama imkân sağladı bu. Çünkü kendimi herhangi bir öğretiye bağlı hissetmiyordum. Sanırım sözcükleri kendilerini gösterdiklerinden daha değişik anlamaya başladım. Sözcüklerin taşıdığı kültürel yükü, sırlarını daha rahat hissedebiliyordum.

Bu yayımlanamayan ilk çeviriniz ne oldu? 

O çeviri hâlâ elimde. Sonra yazarıyla karşılaştım. Fin-İsveçlisi, Cambridge’de Ludwig Wittgenstein’ın yerini almış iyi bir filozof. Kitap üzerine konuştuk ama o kitap kaldı işte, yayımlanamadı.

Sonra peki?

Çevirmen olarak adımı yazdığım ilk kitaplardan biri Christer Öhman’ın Çocuklar İçin Dünya Tarihi kitabıydı. Daha önce çevirdiğim kitaplara kendi ismimi yazmıyordum. Mesela iki yaşındaki bir çocuğun, bir arkadaşımın ismini yazıyor ya da bir isim uyduruyordum.

Neden?

Önemsememe, utangaçlık ya da belki illegal yaşadığım günlerden bir alışkanlık, diyelim.

Yani biz hâlâ Ali Arda çevirilerinin çoğunu bilmiyor muyuz?

Öyle. Yani geçmişten kalan iz bırakmama arzusu. Hiçbir hukuki sorunum kalmadığında gerçek ismimle epeyce yabancılaşmıştım zaten. Otuz kırk yıldır birbirimizi görmüyorduk.

Çevirmen açısından düşündüğümüzde siz çevirmen kimliğinizin görünürlüğünü kendiniz engellemiş olmuyor musunuz?

Benim için önemli bir şey değil. Çeviriye hiç isim yazılmasa da olur. Önemseyenlere de yanlış düşünüyorlar, diyemem. Belki kötü bir çeviri için “Bu ne rezalet,” diye birinin yakasına yapışmak açısından gerekli. Yoksa bir önemi yok. Çevirdiğim ve yayımlanan on on beş kitapta ismim yok. Daha sonra yasa gereği konulmaya başladı.

Kaç çeviriniz var?

Sanırım 150’ye yakın.

Neler var onların arasında?

Bunların içinde mesela Metis Yayınları için çevirdiğim Carl-Johan Vallgren’in Bir Garip Aşk Öyküsü ve Denizadamı var. Everest’e çevirdiğim Stig Dagerman’ın Alman Sonbaharı var. Tomas Lappalainen’in Mafya adlı bir kitabı, yıllar önce Yerdeniz Yayıncılık için çevirmiştim. Norveççeden çevirdiğim Jo Nesbo’nun Doktor Proktor’un Osuruk Tozu adlı kitabı var. Sofi Oksanen’in Araf kitabı var. Bunların yanı sıra bol miktarda çocuk kitabı var. Çevirdiğim çocuk kitabı yazarları arasında Barbro Lindgren, Ulf Nilsson, Asa Lind, Astrid Lindgren, Ulf Stark, Tove Jansson, Jujja Wieslander de var. Yetişkinler kitapları için Per Olov Enquist, August Strinberg, Stieg Larsson’u da eklemeliyim.

İsveççenin yanında Norveççeden de çeviriler yapıyorsunuz, değil mi? Başka hangi kitaplar var?

Norveççeden dört kitap çevirdim. Jo Nesbo’nun yazığı Doktor Proktor’un Osuruk Tozu kitaplarını. Ingmar Bergman’ın film senaryoları, August Strinberg’nin, Jonas Hassen Khemiri’nin piyeslerini çevirdim. Çoğundan zevk aldım. Bu konuda şanslıydım.

Neden?

İlk başlarda kitapları kendim seçip yayınevlerine öneriyordum. Hatta bazen, kitaba çok güvendiğimden, önce çeviriyi bitiriyor sonra öneriyordum.

Bunu yaparken elinizde kalan çeviriniz oldu mu peki?

Tabii, arada kazalar oldu. Üç kitabın hakları önceden alınmış, biri İngilizceden, bir Almancadan, biri de Fransızcadan çevirtilmişti. Benim çeviriler elimde kaldı.

Yayıncılarla ilişkileriniz nasıldı?

“Biraz param var, acaba bununla bir bakkal dükkânı mı açsam yoksa kitap işine mi girsem,” diye yazı tura atıp yayın hayatına girmiş yayıncıların yanı sıra çok iyi yayınevleriyle de karşılaştım. Örneğin Metis gibi. İşini severek, özenle yapan bir yayınevi. Çevirmen için okula dönüşebilen, ciddi bir yayınevi.

Peki, ilk zamanlarınıza dönelim... İsveççe kitapların Türkçeye çevrilmesini yayıncılar nasıl karşıladı?

İlk başta İsveç edebiyatına karşı bir soğukluk vardı. İsveç edebiyatının İsveçliler kadar soğuk olacağını düşünüyorlardı. Sonra birdenbire çok istek gelmeye başladı. Hatta birçok yayınevi “İstediğin kitabı söyle haklarını alalım,” demeye başladı. İsveççeden, çok az ülkeye bu kadar fazla kitap çevrilmiştir.

Sadece siz mi çeviriyordunuz? Başka çevirmenler var mıydı?

Birkaç çevirmen daha var ama çok büyük bir bölümünü ben çevirdim. Ben bilgisayarda çok kötüyümdür, hâlâ harf arar dururum klavyede. Bu beni çok yavaşlatıyor. Bunun bir çaresini buldum. Ben okuyorum, biri yazıyor. Hatta bunu şimdi Skype’la yapıyoruz, ben okuyorum, birisi yazıyor.

Hâlâ mı?

Evet. Bu yoldan bir günde 80 sayfa çevirdiğim oldu. Mesela Millennium’un üçüncü kitabı Arı Kovanına Çomak Sokan Kızı bu yöntemle 20-30 günde çevirip sonra üzerinden geçtim. Böyle bir şeyi Ulus Baker’de görmüştüm, Gilles Deleuze’ün Spinoza Üzerine On Bir Ders kitabını bu yöntemle çevirdi. O okudu, biri on parmak yazdı, sanırım iki günde kitap hazırdı. Çok da harika bir çeviriydi.

İsveç edebiyatının hangi tür kitaplarını Türkçeye kazandırmaya çalıştınız? Belli başlı yazarlar var mıydı?

Örneğin Stig Dagerman’ı severek çevirdim. Alman Sonbaharı yayımlandı. Başka bir kitabını daha çevirdim ama o çeviri elimde kaldı. Yılan adlı kitabı. Carl Johan Vallgren, Harry Martinson, Moa Martinson, Kerstin Ekman , Göran Tunström de severek çevirdiğim yazarlardan.

İsveçli yazarlar genel olarak hangi konuları işliyorlar?

Issızlık, özlem, hüzün, sınıfsal çelişkiler, varoluş sorunları temel konular diyebiliriz. Sıkı doğa tasvirleri var. Pek tanımlanamayan bir şey hep özleniyor. Ve bütün sözcükleri yalayıp duran bir hüzün var. Yazarların çoğu küçük yerleşim yerlerinden. Yoksullar, akademisyen değiller. Proleter yazarlar deniliyor bunlara. Bilgi peşinde koşuyorlar. Almanya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye gidiyor ama mutlaka geri dönüyorlar. Başkent bir iki kitap dışında yok. Taşradan Stockholm’e ya da tersten bakan romanlar yok. Örneğin Alfred Döblin’in kitabını Berlinsiz, yahut Charles Dickens’ın romanlarını Londrasız okuyamazsınız ama Stockholm’ü çıkardığınızda okunmayacak İsveç kitabı, polisiyeler hariç yok gibi. Bu metni bir mekâna bağlamıyor, hep bir yolculuk var.

Bu yolculuğu biraz daha açabilir misiniz?

Yedi nota ama sonsuz sayıda müzik eseri var. İnsanın sürekli boğuştuğu konular da sayılı ama bu konuları işleyen sonsuz sayıda eser var. Kıskançlık, iktidar hırsı, sahip olma arzusu, ihanet, fedakârlık gibi duygular durmadan işleniyor. Tek tanrılı dinlerden önce, tek tanrılı dinlerin kitaplarında, yazılı yahut sözlü efsanelerde hep karşımıza çıkan temalar var. İsveç edebiyatı bu duyguları kendi doğasında, dilinde, ıssızlığında, hüznünde icra ediyor. Kaynaklarına doğru gizemli bir yolculuğa çıkıyor.

Özlemden bahsetmiştiniz, onu nasıl işliyorlar?

Tuhaf bir özlem. Geçmişi yahut çok belirgin bir şeyi özlemekten daha çok bir ihtimalin özlenmesi gibi. Hüzünle iç içe bir şey. Yaşanması ihtimal dahilinde olup da yaşanmayanın hüznüne bulanmış bir şey. Dediğim gibi yazarların çoğu küçük yerleşim yerlerinden geliyor. Ormanın içindeler, yalnızlar, Stockholm onların gözünde bize el eden İstanbul gibi bir yer değil. Daha ötelerde bir yer var, adı olmayan ama yazarları çağıran bir yer. Saklı bir yer. Görülmeden, yaşanmadan özlenen bir yer. Bu nedenle doğa sözcük olup edebiyata katılırken, şehir önemsizleşiyor. Bu yazarların doğrudan bir şeyi temsil etmeyen sözcüklerle kurdukları ilişkiyi etkiliyor. Sözcükleri birer malzeme olmaktan çıkartıp anlatıya dahil ediyor. Sözcükler kendilerini işgal eden anlamlara isyan ediyor. Kendi anlamlarını yaratıyor. Bu da çevirmeni dikkatli olmaya zorluyor.

Nasıl yani? Bir örnek verebilir misiniz?

Mesela bir çingene lehçesinde “Seni seviyorum” denilmiyor, Bunun yerine “Seni hayatta tutmak istiyorum” deniyor. Bunu “Seni seviyorum” olarak çevirdiğinde sevmenin hayatta tutma haline kesinlikle ihanet ediyorsun. Peki, “Seni hayatta tutmak istiyorum” denildiğinde kim ne anlayacak? Özlemin ve hüznün İsveççe halinde de bazen görüldüğünde tanınan ama anlatılması zor bir şey var. Islak, ağır, yağmur kokulu bir şey. “Ne afat sevdim”i başka bir dile nasıl çevireceğiz? Sevginin bütün türlerinin dışında, bir tek Diyarbakır Kalesi’nin bildiği, yaşayanın da anlatamayıp bir kez daha gördüğünde tanıyacağı bir şey. İşte İsveç’te de o kültürün kendi içinde yarattığı “başkası bilemez” şeyler var. Bunları çevirebildiğin zaman mutlu oluyor, başardığını hissediyorsun.

Çevirememiş de olabilirsiniz ama…

Aslında çeviremiyor, hissettiriyorsun. Anlatılamaz bir şeyin varlığını hissettiriyorsun. Bir adım öteye geçip “anlattım” dediğinde ihanet edeceğin bir şeyin varlığını.

Peki, bunları nasıl yapıyorsunuz metin üzerinde? Kültürel olarak aktarılması zor ifadelerden bahsediyorsunuz.

Murathan Mungan’ın bir öyküsünü İsveççeye çevirmişlerdi. Murathan çevirinin nasıl olduğunu sordu bana. “Teknik olarak hiçbir eksik yok, yazdığın her şeyi çevirmişler ama yazmadığın hiçbir şeyi çevirememişler,” demiştim. Eğer Murathan Mungan’da anlatılmayanı sezdiremiyorsanız o çeviri elbette iyi olmayacaktır. Örneğin mutluluk yahut hüznü anlatmanın en iyi yolu bazen, Nâzım’ın yaptığı gibi anlatılamayacağını anlatmaktır. Saklıyı bulmak çeviri için çok önemli.

Siz nasıl araştırmalar yapıyorsunuz peki?

Bunun için kitabın içine girmek gerekiyor. Önce kahramanları anlamaya çalışıyorum. Nasıl oturup nasıl kalkacaklarını, nasıl küfredeceklerini, nasıl hüzünlenip nasıl sevineceklerini kestirmeye çalışıp her birine birer ses veriyorum. Ses çok önemli. Sözcüğün gerçek anlamını ses veriyor bize. Onlar gibi yaşıyor, onlar gibi konuşmaya başlıyordum. Örneğin bir adamın oturduğu yerde kıvrandığını anlatırken kıvrandığımı fark ediyorum. Ya da o karakter gibi üzüldüğümü. Geçtikleri yolları, baktıkları gökyüzünü, evlerindeki eşyaları ezberliyorum. Sonra yazarı, kafasını anlamaya çalışıyorum. Bazı yazarlar kahramanlarını köleleştiriyor, sıkı sıkıya kontrol ediyorlar. Her kahramanın arkasından kendileri fısıldıyorlar. Bazı yazarlar sözcüklere uşak muamelesi yapıyorlar. İşte bu gibi hallerde uşakların mırıltılarını duymak, yazarın görüş alanından çıktıktan sonra hangi anlamları kuşandıklarını görmek gerek. Yazarın sözcükler ve kahramanlarla ilişkisini keşfetmek rahatlatıyor çeviriyi. Müdahale imkânı da veriyor.

Ne tür müdahaleler olabiliyor?

Mesela bir kitabı çevirirken yazara, bir sayfayı bütünüyle değiştirmeyi teklif ettim, yazarın izniyle o kısmı değiştirdim.

Olay örgüsü bazında mıydı yoksa karaktere mi müdahalede bulunmuştunuz?

Karakterin bir davranışı öyküsüne tersti, onu değiştirdim. Yazar kabul etti. Aslında birkaç yazarda oldu bu.

Biraz da çocuk kitaplarından bahsedelim mi? İsveç çocuk edebiyatında neler öne çıkıyor?

Bizdeki çocuk edebiyatı “bugünün küçükleri, yarının büyükleri” ruhuna uygun bir mühendislik faaliyetinin alanı olmuş çok kez (Bunun dışında, benim bilmediğim çok güzel kitaplar da vardır mutlaka.) Daha yaşken, o günün cari değerleriyle iyi bir yurttaş şekline sokulmaya çalışılmış çocuklar.

İsveç’te çocuk yalnızca çocuk. Yatırım nesnesi değil. Bir koy beş al aklıyla keman kursundan alınıp yüzme kursuna, baleden alınıp jimnastik salonlarına sürüklenmiyor. Tabii bu çocuk edebiyatını olumlu etkiliyor.

Çocuk edebiyatı çocuklara gerizekâlı muamelesi çekmiyor, bu şimdi sana uygun değil diye konu kaçırmıyor çocuklardan, gözlerinin görüp kulaklarının işittiği şeyleri yok saymıyor. Hiçbir konuyu tabulaştırmıyor.

Peki çocuk kitaplarının çevirisinde bu kültürel yaklaşımdaki farklılıklar zorluk yaratıyor mu?

Benim açımdan yaratmıyor.

Peki Türkiye’de bu durum yayıncılar, editörler tarafından nasıl karşılanıyor?

Editörlerin ve yayıncıların bir kısmı kitabı her anlamda yerlileştirmeye, ehlileştirmeye çalışıyor. İktidarın yarattığı dil alanına sıkıştırmaya, hatta neyi arzu ettiklerini kestirip kitabı terbiye etmeye çalışıyor. Çocukların hayat alanını iktidarın ve bazen dağıtım şirketlerinin paşa gönüllerine göre düzenlemek istiyorlar. Ama bu tavrın tamamıyla karşısında olan editör ve yayıncılar da var.

Çocuk kitaplarında isimlerin çevirisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Çok özel durumlar dışında kitap isimlerinin ve kahramanların isimlerinin Türkçeleştirilmesine kesinlikle karşıyım. Bütün mesafelerin atılarak kitabın yerleştirilmesinin çocuğun hayal gücünü sınırlayıp ufkunu daraltacağını düşünüyorum. Çocuk başka yerlerde başka hayatlar olduğunu bilmeli, bu hayatları kafasında canlandırmaya çalışmalı. Hasan, Hüseyin, Ayşe, Zeynep, Ada, Ege dışında Maria, Kim, Stefan, Hrant’ların olduğunu bilmeli. Her ismi telaffuz edip tatmalı. Stockholm’ün, Tahran’ın, Paris’in, Bakü’nün, Erivan’ın sokaklarında dolaşabilmeli.

Peki İsveç edebiyatından çevrilmesi gereken yazarlar kimler?

Harry Martinson, Moa Martinson, Selma Lagerlöf, Eyvind Johnson, Stig Dagerman, Kerstin Ekman, Sara Lidman hemen aklıma gelenler. Bunlardan bir kısmı çevrilmiş ama başka dillerden. Sonra çok sayıda çocuk kitapları yazarı var.

Peki ara dilden yapılan çevirileri nasıl görüyorsunuz?

İçlerinde çok başarılı çeviriler var. Tabii bu o başka dildeki çevirinin kalitesine bağlı. Ama genel olarak iyi gözle bakmıyorum. Çünkü yorumun yorumu yapılıyor.

Peki ya editörler... Siz İsveççeden çeviri yapıyorsunuz ama çevirinizi İngilizceden, Fransızcadan ya da Almancadan kontrol ediyor olmalılar. Bunun zor tarafları neler?

İsveççe kitapların çok sefil İngilizce çevirilerini gördüm. Hatta şöyle bir şey oldu, çok ünlü bir yazara “Kitabındaki şu pasajları İngilizceye şöyle çevirmişler, ne diyorsun,” diye sorduğumda küplere bindi. İngilizcesiyle İsveççesinin bütünüyle farklı olduğu kitaplar da gördüm. Özellikle yeni polisiyeler açısından bu iş biraz da ticarete döküldü. Çeviride bütünüyle ticari nedenlerle ABD yahut İngiliz piyasasına uyarlanıyor kitaplar. Bu durumda editörü uyarmak zorunda kalıyorum. İşin zor tarafı şu: İsveççeden çevirdiğim bir kitabı başka bir dildeki çevirisinden kontrol eden bir editör, o çevirinin sağlamlığına nasıl güvenecek. Pekâlâ, o dile yanlış çevrilmiş olabilir ki çok kez şahit oldum buna.

Sizi yanlış yönlendirmeye çalışan ya da eleştiren editör oluyor mu peki?

Az da olsa oluyor. Kitaba bir türlü giremeyip sözcükleri mantıkla okumaya çalışan, metafor denilen şeyden haberi olmayan, sözcüklere bakmaktan metni göremeyen editörler oluyor. Ama Müge Sökmen gibi, Cem Alpan gibi sizi rezil olmaktan kurtaran editörler de oluyor.

İsveççeden Türkçeye çeviri yapan çevirmen sayısı neden bu kadar az?

Sanırım İsveççe bilmek için fazla bir neden olmadığından.

1. İsveççe - Türkçe Çeviri Atölyesi’ni biraz anlatır mısınız?

AnatoliaLit Ajans’ın ve İsveç Kültür Ataşesi Suzi Erşahin’in girişimiyle İsveççeden Türkçeye çeviri yapanların sayısını artırmak amacıyla düzenlendi. Çeviri atölyesine katılan İsveçli iki yazarın eserleri üzerinde kolektif bir çalışma yaptık. Her sözcük tartışıldı, değişik ihtimaller üzerinde duruldu. Yazar ve çevirmenler çok sayıda editörle tanışabildi. Bence çok faydalı oldu.