Haruki Murakami çevirmenlerinden Ali Volkan Erdemir: Murakami'nin süregelen Japon edebiyatına karşı yeni bir tarz oluşturma gayreti var ilk romanı Rüzgârın Şarkısını Dinle'de. En azından Japonya'da denenmemiş bir stil oluşturma peşinde
17 Mayıs 2018 14:08
Çağdaş dünya edebiyatından önemli isimleri yayımlamak isteyen yayıncıların ve editörlerin dil engeli sebebiyle uzak durduğu dünyalardan biri de Japon edebiyatı olsa gerek. Japonca, Korece, Rusça veya İsveççe, hatta İspanyolca, İtalyanca gibi diller söz konusu olduğunda, iyi çevirmen bulma konusunda yaşanan sıkıntılar, çoğu zaman editörlerin basmak istedikleri kitaptan vazgeçmelerine veya çevirinin ara dilden yapılmasını tercih etmelerine sebep oluyor. Ülkemizde bu dillerde eğitim veren liseler ve üniversitelerde ilgili bölümler olmasına rağmen, yazın çevirisi alanında üretim yapan çevirmen sayısının azlığını, çevirmenliğin hâlâ bir meslekten ziyade ikinci/ek iş olarak görülmesine ve edebiyat çevirisinden cüzî miktarda para kazanılmasına bağlamak mümkün. Erciyes Üniversitesi Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali Volkan Erdemir’le Haruki Murakami’nin Türkçede yayımlanan son, ancak yazarın kronolojisinde ilk romanı olan Rüzgârın Şarkısını Dinle özelinde, hem Murakami’yi ve kitaplarını hem de Japon dilini ve edebiyatını konuştuk.
Murakami okurları için yazarın ilk kitabını, yazarın pek çok kitabını okuduktan sonra okuyacak olmak heyecan verici ve ilginç bir deneyim olacaktır. Çevirmen Erdemir de söz konusu kitabın yazarın külliyatında kıymetli bir yeri olduğunun altını çizerken, “Japon edebiyatının özelliklerinin çok da bilincinde olan bir yazarın, bu kitabı kaleme aldığı dönem içinde, yeni bir üslup arayışıyla” ortaya çıktığını da belirtiyor. Murakami’nin tarzını “açık ve sade Japon üslubu” olarak betimlemeyi tercih eden Erdemir, İngilizce çevirilerdeki müdahalelerden, haiku türünden, Japon kültüründen ve bu kültürün dile yansımasından, Murakami’nin ilham aldığı diğer Japon yazarlardan da bahsediyor söyleşi boyunca. Çevirmenliğinin yanı sıra akademisyen de olan Erdemir, akademik dünyayla yazın çevirisi piyasasını, bir nevi kuramla uygulamayı bir araya getirme fırsatı yakaladığı çalışmalarını anlatırken, her iki alanın birbirini beslediğini özellikle vurguluyor.
Bu ay yayımlanan Rüzgârın Şarkısını Dinle özelinde, kitabın çevirmeni Ali Volkan Erdemir’le daha konuşulacak pek çok konuya kapı araladığımız bu söyleşinin, editörlerin, çevirmenlerin ve yayıncıların kafasını kurcalayan pek çok soruya cevap vermesini, ayrıca tartışılması gereken başka soru(n)ları da gün yüzüne çıkarmasını diliyorum, okurken keyif almanız umuduyla.
Rüzgârın Şarkısını Dinle, Murakami’nin ilk romanı. Gunzo adlı bir dergide 1979’un haziran ayında yayımlanmış, bir ay sonra da hemen kitap olarak basılmış. Kitabın filmi de Kazuki Omori tarafından 1981 yılında çekilmiş. Peki, kitap Türkçeye neden bu kadar geç çevrildi?
Murakami ilk iki kitabının çevirisine, yanılmıyorsam, 2014’e kadar izin vermedi. Sonrasında da Türkçe çevirilerde Murakami’nin diğer eserlerinin baskınlığı ve popülerliği gözetilmiş olmalı. İlk kitabın Türkçe çevirisine sıra gelene dek, daha yakın zamanda yayımladığı kitaplar öncelendi. Öyle ki Kadınsız Erkekler’in Türkçesi, İngilizce çevirisinden yaklaşık bir yıl kadar önce yayımlandı.
Murakami neden ilk iki kitabının çevirisine izin vermedi peki? Bunu biliyor musunuz?
Çünkü uzun yıllar boyu yazarlık kariyerinin, üçüncü kitabı Yaban Koyununun İzinde ile başladığına inanıyor. Ama birkaç yıl önce ilk eserinin de bugünkü yazarlık kariyerinde önemli bir yer tuttuğuna karar veriyor ve çevirisine izin veriyor.
Sizce Murakami okurları için, yazarın ilk romanını okumak nasıl bir deneyim olacak?
Murakami’nin eserlerini bilip okuma fırsatı yakalayamamış, hangi kitabıyla okumaya başlasam iyi olur diye düşünenler için, ilk kitabı olması önemli. Murakami sevenler için ise bu kitap, “Fare” üçlemesinin ilk kitabı olma özelliğiyle öne çıkıyor. Alışageldiğimiz Murakami mekânlarından bar ve plak dükkânıyla demek henüz ilk kitabında tanışıyormuşuz, diyebilirim. Ayrıca klasik müzik, caz, araba markaları, gizemli genç kadın, ayrılık, kopuş hissi gibi diğer eserlerinde karşılaştığımız tema ve motiflerin ilk serpildiği yer bu novellası.
Yazarın gelişimini ve değişimini bu roman üzerinden siz nasıl gözlemlediniz?
Yazarın gelişimi ve değişimi üzerine düşünmek ayrı bir akademik çalışma olur. Çevirmen olarak şimdilik ona girmeyeyim izninle.
Dediğiniz gibi olsun, bu konuyla ilgili bir akademik çalışma çıkarsa, çok seviniriz. Murakami’nin Türkçeye çevrilmeyen başka eseri var mı peki?
Evet, kurmacaları içinde Kumandanı Öldürmek’i ve Kat Menschik’in illüstrasyonlarını çizdiği “Birthday Girl” öyküsünü şimdilerde çeviriyorum; ikinci kitabı (novellası) Pinball ve koyun adam serisi içinde yer alan Dance Dance Dance adlı romanı ise henüz çevrilmedi. Yine Kadınsız Erkekler dışında da öykü kitapları çevrilmedi. Kurgu dışı olanlardan Koşmasaydım Yazamazdım dışında, dünyaca ünlü orkestra şefi Seiji Ozawa ile söyleşi kitabı, Japonya’nın ilk Jungcu psikiyatristi Hayao Kawai ile söyleşi kitabı, yazar mesleğini kaleme aldığı kitabı başta olmak üzere pek çok deneme kitabı da henüz Türkçeye çevrilmeyenler arasında.
Çevrilenlerden konuşmaya devam edelim biz önce. Sizinle birlikte Hüseyin Can Erkin’in de Murakami külliyatının Türkçeye kazandırılmasında büyük katkısı oldu. Birlikte çalıştığınız oldu mu yoksa kitapları paylaştınız mı?
Prof. Dr. Hüseyin Can Erkin, Murakami çevirilerinin yanı sıra Kawabata, Tanizaki, Dazai gibi kült Japon yazarların eserlerinin çevirileriyle de Türkçedeki Japon edebiyatı alanına büyük katkı sağlamaktadır. Ancak kendisiyle bu konuda hiçbir görüşmemiz ve ortak çalışmamız olmadı. Ben, yayınevlerinden bana gelen çeviri tekliflerini değerlendiriyorum, bunlar içinde şu an için Haruki Murakami ön plana çıkıyor.
Bu arada sevgili Cansu, Murakami çevirmenlerinden söz etmişken, dile getirmek isterim. Murakami’nin eserlerini (Fransızca ve İngilizceden) Türkçeye ilk çeviren Nihal Önol ve Pınar Polat’ı da anmak gerek. Murat R. Şiviloğlu’nun Toplumsal Tarih dergisinin ocak sayısında Binbir Gece Masalları’nın çevirilerini değerlendirdiği yazısında, “İlk dilden yapılan bir çeviri her zaman tali dilden yapılan çevirilere yeğ tutulmalı mıdır” sorusu, bana Önol’un Yaban Koyununun İzinde’nin keyifle okuduğum çevirisini düşündürdü.
Benim gözümden kaçmış. Nihal Önol’un ve Pınar Polat’ın çevirdikleri yeniden çevrildi mi? Siz bir karşılaştırma yapabildiniz mi?
Yeniden, orijinal dilinden çevrilmedi. Bir karşılaştırma da yapmadım. Murakami’nin eserlerini Japoncadan okuyorum ancak Türkçesini merak ettiğim için Yaban Koyununun İzinde’yi okumuş ve beğenmiştim.
Siz Murakami’nin hangi eserlerini çevirdiniz?
Hâlihazırda basılmış olanlar arasında Kadınsız Erkekler, Sputnik Sevgilim, Tuhaf Kütüphane, Karanlıktan Sonra, Fırın Saldırısı ve Rüzgârın Şarkısını Dinle bulunuyor.
Tabii bir önceki soruyu Murakami’yle sınırlamak size ve çevirmen kimliğinize haksızlık olacak. Başka hangi çalışmalarda sizin adınızı görüyoruz çevirmen olarak?
Japon kültür tarihi uzmanı Prof. Yoshikazu Matsui’nin Japon Kültür Tarihinin Satırbaşları ilk kitap oylumundaki çevirim (2015). Yazar olarak çok beğendiğim ve çevirilerini yapmasaydım eksik kalacağımı düşündüğüm iki yazar Yukio Mishima ve Kenzaburo Oe. Oe’nin Kurbanı Beslemek (2015) adıyla yayımlanan kitabı ilk kurmaca çevirimdi. Yakın zamanlarda çıkan Mishima’nın Altın Köşk Tapınağı ise bir diğeri.
Aslında demek istemiyorum ama bir yandan da akademisyensiniz. Çalışmalarınızdan konuşalım mı biraz da?
Aslında diyelim; öncelikle bir akademisyenim. Çalışmalarım çağdaş Japon edebiyatı, toplumsal tarihi ve kültürünü kapsıyor. Loti’yi Anlamak - Pierre Loti’nin Doğusu (2011) ve Japonya’da Türk İmgesinin Oluşumu 1890-1914 (2014) adlı iki araştırma kitabım var. Japon şiir türleri içinde haiku da bir başlık olarak hem akademik hem de yazınsal çalışmalarım arasında yer alıyor.
Akademiyle çeviri, yani kuramla uygulamanın içinde olmak birbirini besliyor mu sizce? Sizin için zorlu ve yorucu olsa gerek tabii.
Çeviriler sürerken bir beslenmenin olduğu gerçek ve akademik çalışma yapma anlamında da çok heveslendirici. Özünde, çevirmeyi seçtiğim yazarlar akademik odaklarımdan doğuyor. Örneğin, bu söyleşide andığımız yazarlardan, Murakami’nin “Fuwafuwa” adlı öyküsünü uluslararası bir sempozyumda irdelemiş, Oe’nin henüz Türkçeye çevrilmemiş Jibun no Ki no Shita de (Kendi Ağacımın Altında) adlı eserinde yer alan toplumsal ve kültürel ögeleri konu edinen bir makale, Mishima’nın “Vatanseverlik” öyküsünde yazarın ideolojisini irdeleyen bir başka makale hazırlamıştım.
Rüzgârın Şarkısını Dinle’ye dönelim. Roman, yazmayı sorgulayarak, yazmak üzerine düşünerek başlangıç yapıyor. Hatta Murakami’nin kitabın sonundaki sonsözünü de okuyunca, bu romanı otobiyografik okumanın da mümkün olabileceğini söyleyebiliriz sanırım. Bu anlamda, bu romanı diğerlerinin arasında nasıl bir yere koyuyorsunuz?
Murakami’nin süregelen Japon edebiyatına karşı yeni bir tarz oluşturma gayreti var ilk romanında. En azından Japonya’da denenmemiş bir stil oluşturma peşinde. Mishima’nın uzun betimlemeleri, Oe’nin noktaya hasret bırakan cümleleri, her ikisinin de yarattığı ağır, yoğun psikolojik atmosferin uzağında sade bir üslup.
Öte yandan, 1987 yılında yayımladığı İmkânsızın Şarkısı’nda klasik Japon edebiyatına yakın durur; bu eseri bana tematik açıdan Natsume Soseki’nin Gönül’ünü ve Yukio Mishima’nın Bahar Karları’nı anımsatır. Kadınsız Erkekler’deki kimi öykülerde de Kawabata’nın narinliğini görmek mümkündür. Mishima en sevdiğim yazar olduğu için mi çok dikkatimi çekiyor bilmiyorum ancak Murakami’nin, Mishima’dan çok etkilendiğini düşünüyorum.
Rüzgârın Şarkısını Dinle, kanımca, Japon edebiyatının özelliklerinin çok da bilincinde olan bir yazarın, bu kitabı kaleme aldığı dönem içinde, yeni bir üslup arayışıyla ortaya çıkıyor.
[Haruki Murakami'nin] yeni romanı Kumandanı Öldürmek’in farklı dillerdeki diğer çevirmenleriyle yazışıyoruz. Romanda çatı katında bir baykuş var. Bu baykuşun neye benzediği üzerine uzun uzun yazışıp tartıştık. Neticede, Danimarkalı çevirmen Mette, Murakami’ye sordu ve konu da aydınlanmış oldu. Böylece o baykuşun Mette ve benim iddia ettiğimiz gibi pofuduk bir kediye benzemediğini de anlamış olduk.
Romanda, 8 Ağustos 1970 tarihinde başlayıp aynı yılın 26 ağustosunda sona eren, yani 18 günlük bir hikâyeye ortak oluyoruz. Kitapla ilgili konuşalım mı biraz?
“Murakamik” bir okur olarak beni etkileyen birkaç yerden söz etmek isterim. Murakami’nin romanında kullandığı klasik müzik, caz ve rock eserlerini dinledim yine bu çeviride. Plakçıda çalışan genç kadınla yaşadığı ilişkinin gizemi aklımda kaldı... Bir de, yüreğimi burkan bir radyoda konuşma sahnesi var; ölümcül bir hastalığa yakalanan bir kızın yaşama tutunuşunu mektubunda dile getirişi... Okurken, deniz kokusunu duyduğum, zamanı meltemin hızına bıraktığım, biranın buruk tadını aldığım, “California Girls” gibi şarkı seçimleriyle beni ilk gençliğimdeki yazlara götüren büyülü bir kitap oldu benim için.
Kitapta, yaşayan yazar-ölü yazar üzerinden bir tartışma dönüyor ve bu tartışmada ana kahramanımız ölü yazarların daha hoş görülebilir olduğundan bahsediyor. Bu meseleyi farklı bir noktadan ele almaya çalışıp yaşayan bir yazarın kitaplarını çevirmenin kolaylıklarını ve zorluklarını sormak isterim.
Yakın zamanda yaşadığımız bir örnekle somutlaştırayım. Yeni romanı Kumandanı Öldürmek’in farklı dillerdeki diğer çevirmenleriyle yazışıyoruz. Romanda çatı katında bir baykuş var. Bu baykuşun neye benzediği üzerine uzun uzun yazışıp tartıştık. Neticede, Danimarkalı çevirmen Mette, Murakami’ye sordu ve konu da aydınlanmış oldu. Böylece o baykuşun, Mette ve benim iddia ettiğimiz gibi, pofuduk bir kediye benzemediğini de anlamış olduk.
Ölü yazar konusuna gelirsek, en canlı örnek, Mishima olmalı. İntihar şekli üzerine kimileri onu vahşi bir barbar olarak itham ediyor, kimileri ülkesi için kendini feda eden bir kahraman olarak görüyor, kimileri de ününe ün katmak isteyen bir şarlatan... Ölmeden hemen önceki balkon konuşması, roman ve oyunları, mektupları, güncesi incelenerek çeşitli savlarda bulunulabilir. Ben ise Mishima’nın ideolojisini, onu en iyi yansıtan kaynaklardan biri olan “Vatanseverlik” adlı öyküsünde aramaktan yanayım. Mishima’yla bugün konuşma imkânımız olsa, acaba kendisi ne derdi?
Son olarak, acaba yazarların kendileri neyi, ne için yazdıklarını bilebiliyor mudur?
Zaten bir noktadan sonra metnin kendisi, yazardan kopuyor ve okurla bütünleşiyor, dediğiniz gibi. Kitapta, “Dikkat edin, yanlış numara tuşlamayın. ‘Yanlış tuşlarsan, kaybedersin şarkını, düzgün tuşlasana.’ Bir hece fazla oldu ama.” (s. 51) cümlelerinin işaret ettiği dipnota baktığımızda, burada 5/7/5 hece ölçüsü ile yazılan Japon şiir türü haiku’ya gönderme olduğunu belirtiyorsunuz. Benzer bir referansa bir sonraki sayfada yer alan şu cümlede de rastlıyoruz: “‘Filin ayağı zürafanın ayağından daha kalındır’, yine fazla oldu ama.” (s. 53) Bu türü çevirmenin zorluklarından konuşalım mı?
Haiku denince akla gelen ilk ad kuşkusuz Matsuo Basho. Onun bir kurbağanın zıplayıp bir göle dalışını üç dizede anlattığı bir haikusu vardır. Bu şiir, 400 yıldır çeviride akıl karıştırıyor. İngilizce kırka yakın, Türkçede ise dördü ciddiye alınacak yedi versiyonu var. Minik bir şiir, onu nasıl anlayacaksınız, nasıl çevireceksiniz? O haikuyu anlamak için Zen Budizmi’nin temel özelliklerini bilmek, klasik Japoncadan haberdar olmak, Japon kültürünü az da olsa tanımak, yazıldığı dönemin kimi tarihsel, toplumsal özelliklerini bilmek gerekir, diye düşünüyorum. Romanda haikunun 5-7-5 hece ölçüsüne gönderme yapılıyor ama içerik olarak haikuya uygun olmayan bir sözcük öbeği. Bu arada şunu da söyleyeyim, ülkemizde de haikuya yoğun bir ilgi var. Türkçede otuza yakın haiku kitabı var, bunların niteliğiyle ilgili ciddi bir değerlendirme okunmak istenirse, Akatalpa’nın 112. sayısında Mehmet Can Doğan’ın “Haiku: Fantezi Değil, Gerçek” başlıklı yazısını öneririm.
Ülkemizdeki haiku ilgisinin yoğun olmasını neye bağlar, nasıl yorumlarsınız?
Türkiye’de haikunun geçmişi 1930’lara uzanıyor. Fransızcadan Türkçeye çevirilerle başlamış. Öte yandan az sözcükle bir şeyleri ifade etme gayreti entelektüel cazibe oluşturuyor. Yine, Türkiye de Japonya da doğal güzellikleri olan ülkeler, aynı dört mevsim kendine özgü belirgin renkleriyle, dokusuyla hissediliyor. Sözgelimi, bugünlerde Erciyes Üniversitesi’nin kampüsünden başınızı kaldırıp baktığınızda, karşınızda bembeyaz karla kaplı, şehri kucaklayan, görgülü ve heybetli Erciyes dağı, aynı kadraja giren badem ağacı çiçekleri, engin bir gök; sabah, öğle, akşamüzeri baktığınızda sizi haiku yazmaya kışkırtan muhteşem bir manzara bulursunuz. Van Gogh görse ne tablolar çıkarırdı kim bilir; onun tablolarıyla 20’nci yüzyılda Masaoka Shiki’nin haiku reformu arasında çok benzerlik var ancak bunlara girersem, saatlerce konuşmak zorunda kalırız.
Haiku denince akla gelen ilk ad kuşkusuz Matsuo Basho. Onun bir kurbağanın zıplayıp bir göle dalışını üç dizede anlattığı bir haikusu vardır. Bu şiir, 400 yıldır çeviride akıl karıştırıyor. İngilizce kırka yakın, Türkçede ise dördü ciddiye alınacak yedi versiyonu var. Minik bir şiir, onu nasıl anlayacaksınız, nasıl çevireceksiniz?
Geçen yıl Amsterdam’da düzenlenen bir yayıncılık faaliyeti sebebiyle çeşitli ülkelerden editörlerin ve edebiyat ajanlarının buluştuğu bir etkinlikte yer almıştım ve şansıma editörler arasında Murakami’nin Polonya’daki ve İspanya’daki yayıncıları da vardı. İngilizce çevirilerden yaptıkları karşılaştırmalarda kültürel pek çok ögenin çıkarıldığını, değiştirildiğini ya da uyarlandığını gözlemlediklerini anlattılar. Sizin bu tür gözlemleriniz varsa paylaşabilir misiniz?
Sevgili Murakamik editör Handan Akdemir’le redaksiyon sırasında yaşadığımız ama altıncı kitapta artık alıştığımız bir şey bu: “Ama bu çevirdiğin kısım yok ki İngilizcesinde!” Evet, sadece Murakami’de değil, sözgelimi Oe’nin çetrefil kimi paragrafları da atılıyor çeviriden. İngilizce çevirmenlerin bu rahatlığına hayranım (!).
Ama orijinale müdahale etmeye bir örnek olursa, biz de Japoncasından Kadınsız Erkekler’in sunuşunu koymadık, İngilizcesini takip edemedim, yer aldı mı acaba? Kadınsız Erkekler’in ilk Japonca baskısında, Hokkaido’da arabadan dışarıya izmarit atılan bir şehrin adını vermişti, o şehirdekiler şikâyette bulununca, bu yerin adı çıkarılmıştı. Sonraki baskıda, Murakami bunun için, neden öykü türünde yazdığını da açıkladığı bir sunuş koymuştu. Bu deneyiminden olsa gerek, yeni eserlerinde kötü imaj bırakacak yerlerin adını vermekten kaçınıyor Murakami; sözgelimi yeni romanı Kumandanı Öldürmek’te kötü bir atmosferi olan şehrin adını vermektense “hepsi birbirine benzeyen o şehirler” demeyi tercih ediyor.
Murakami’nin diğer dillerdeki çevirmenleriyle iletişim hâlinde oluyor musunuz?
Elbette, nasıl ki “Murakamik” okurlar arasında her an iletişime hazır bir ağ örülmüş durumdaysa, Murakami dünyasının çevirmenleri olarak bizler de sihirli iplerle birbirimize bağlıyız. Bu sihirden yansıyan somut çıktılar da var. Bu yıl İngiltere ve Tayvan’da Murakami konulu uluslararası sempozyumlarda Murakami çevirmenleri de panelde yer alacak. Ayrıca, (Lehçe çevirmeni) Anna Elliot’un blogunda Murakami çevirileriyle ilgili en yeni haberler bulunuyor. Bir yıldır burada Türkçe çeviriler de tanıtılıyor: http://tazakitsukuru.blogspot.com.tr/
Japonca nasıl bir dil? Zaman algısı, cümle kurulumu, hitap şekilleri, kelime dağarcığı... Türkçeye yapılan çevirilerde dilsel olarak sizi zorlayan neler oluyor?
Japonca, üç alfabenin bulunduğu bir dil. Lisans öğrenimimi tamamlayıp yüksek lisans için Japonya'ya gittiğimde, bu dil benim için gölden deniz hâlini almıştı; doktorada okyanus oldu, şimdi ucu bucağı görünmüyor. Bu durum sanırım her dil için aynı, ancak Japoncada bir gazeteyi tam okuyabilmek, anlayabilmek için en az iki bin ideogram bilmek gerekiyor. Bir tanesinin yanına bir diğeri gelince başka anlam oluşabiliyor, dördü bir araya gelince başka anlam. Çok katmanlı saygı dili var. Ast üst ilişkisinin yıllar boyu topluma ettiği nüfuz bu şekilde devam ediyor. Belirsizlik çok fazla. Türkçe ile Japoncanın sözcük dizimi aynı olduğundan öğrenmesi ve konuşması kolay deniliyor. Ben 1995 yılından beri Japonca çalışıyorum ve hâlâ bir kolaylığını göremedim. Çünkü Japon insanının mantığı, kültürü, terbiye şekli dile o kadar çok yansıyor ve tüm bunlar bizimkinden o kadar farklı ki.
Gelecek zamanın olmadığı, çoğul tekil eklerinin ve zamirlerin belirsiz olduğu bir dil var karşımızda. Bu dili başka bir dile aktarırken neler kayboluyor sizce?
Kayboluyor mu acaba? Murakami bazı sözcüklerde tekil mi çoğul mu kastettiği sorulduğunda, “Ne fark eder” yanıtını verebiliyor. Ancak kendisi de çevirmen olan, eserlerinin İngilizce çevirisini bizzat kontrol eden biri olarak, bu ayrımları Japonca metninde anlaşılır kılıyor. Bu noktada Mishima ve Oe’den daha anlaşılır.
Yine zamir gibi kavramlar Japoncaya 19’uncu yüzyıl sonlarında Batı’dan yapılan çeviriler sırasında giriyor. O zamana dek, İngilizcedeki “he,” “she”yi karşılayan sözcük yok. Doğa, özgürlük, birey gibi kavramlar da olmadığı için bu sözcükler o zaman türetiliyor. Yaklaşık 260 yıl boyunca kapalılık dönemi geçiren, uluslararası iletişim ve ticareti sadece Nagasaki’deki Dejima’dan Hollandalı ve Çinlilerle sınırlı hâlde gerçekleştirilen ülkede, uzun yıllar boyu geçerli yabancı dil, Flemenkçe. Bugün Amsterdam’da Van Gogh Müzesi'nde, Van Gogh and Japan sergisi dört ay boyunca yer alıyor. Amsterdam kitapçılarını, sahaflarını gezerken karşınıza Japonca kitap, ukiyoe replikaları çıkıyor. ABD’li Amiral Perry 1853’te kara gemileriyle Tokyo kıyılarına demir attığında, onu karşılamaya giden diplomatın çevirmeninin “I can speak Dutch” demesi gibi. Bizde 1890 yılında Ertuğrul Fırkateyni ile başlayan dostluk ilişkisi var, ancak resmî elçilikler karşılıklı olarak Tokyo ve İstanbul’da 1925’te açılıyor. Kürsü olarak Japon dili ve edebiyatı bölümünün kurulması ancak 1986 yılı. Tüm bu kültürel birikim göz önüne alındığında, bizde Japon edebiyatı eserlerinin çevrilmesinde hızlı bir ivme var ancak kimi eserler bu acelecilik ve salt çeviri yapma merakıyla yapıldığında, haksızlığa uğruyor. Demek istediğim, o dili yerinde öğrenmeden, toplumun çeşitli kesimlerini gözlemlemeden, kültürüyle haşır neşir olmadan yapılan çevirilerde, dilin kendine özgü tadı kayboluyor.
Japonca, üç alfabenin bulunduğu bir dil. Lisans öğrenimimi tamamlayıp yüksek lisans için Japonya'ya gittiğimde bu dil benim için gölden deniz hâlini almıştı; doktorada okyanus oldu, şimdi ucu bucağı görünmüyor. Bu durum sanırım her dil için aynı, ancak Japoncada bir gazeteyi tam okuyabilmek, anlayabilmek için en az iki bin ideogram bilmek gerekiyor.
Kitabın sonunda Murakami’nin yazdığı üç sayfalık bir sonsöz var. Bu sonsöz kitapta belirtildiği gibi Haziran 2014’te mi yazılıyor?
Bu sonsöz İngilizce çeviride sunuş olarak veriliyor. Bizde sonsöz olarak yer verildi.
"Eserinde bir çeviri tadı var diyenler oldu. Ama bu yorumu tam anladığımı söyleyemem, yine de sanırım bir açıdan tam on ikiden vururken diğer açıdan hedefi kaçırıyordu metnim. İlk novellamın açılış paragrafı, sözcüğün tam anlamıyla çevrilmiş olduğundan bu ifade bütünüyle yanlış da sayılmaz; hatta benim yazım sürecime uygundur da. İlk önce İngilizce yazıp sonra onu Japoncaya ‘çevirmek’le yapmaya çalıştığım şey, bana daha özgür hareket imkânı sağlayacak, süsten uzak, ‘nötr’ bir tarz yaratmaktı. Japoncayı yumuşatan bir tarzda yazmaya çalışmıyordum. Öyle bir Japonca tarzı oluşturmak istiyordum ki sözde edebî dilden mümkün olduğunca uzak kalsın ve ben kendi doğal sesimle yazabileyim. Bu, gözü kara önlemler gerektirdi. Daha da ileri gidip diyebilirim ki, o zaman Japoncaya sadece işlevsel bir araç olarak bakıyordum.” (s. 160) Bu paragrafta Murakami, kendi sesini bulmak için çeviriden yararlandığını söylüyor. Hem bu cümleyi hem de Murakami’nin Japon edebiyatındaki diğer eserler arasında nasıl bir yeri olduğunu konuşalım mı?
Kişisel düşüncem, Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Kenzaburo Oe’nin onun için söylediğiyle aynı: Haruki Murakami’nin tarzı “açık ve sade Japon üslubu.” Japon edebiyatındaki yerine biraz duygusal açıdan bakalım mı?
Murakami, Japonya’da Mishima ile benzer bir kaderi paylaşıyor. Ya çok seviliyor ya da hiç sevilmiyor. Eserleri Japon kültürünü yansıtmadığı için onu eleştirenler varken, dünya edebiyatına mal olmuş özgün eserler verdiği için onunla gururlandığını belirten okurların sayısı da az değil. Kimileri eserlerinde geçen marka adlarından bir servet elde ettiğini iddia ediyor; aslında böyle bir reklam anlaşması yok, bir ücret karşılığında yapmıyor bunu. Diğer yandan, Akutagawa Ryunosuke, Natsume Soseki gibi klasik, kült yazarların kitaplarının İngilizce çevirilerinin sunuşunu yazıyor. Bizde de Japonca ya da İngilizceden yapılan kimi Japon edebiyatı çevirilerinde, Murakami’nin o eser üzerine bir ya da birkaç cümlesi veriliyor son birkaç yıldır.
Yine Batı’da Murakami eserleri çevirmiş bir çevirmen tarafından yapılmış Japon edebiyatı çevirilerinde, o çevirinin “Murakami’nin çevirmeni” tarafından çevrildiği özellikle vurgulanıyor.
Tüm bunlara baktığımızda, Murakami, Japon edebiyatını bilen, kimi eserlerinde kimi Japon yazar ve eserinin adını açıkça anan, bazı yerlerde ciddi etkileşim-metinlerarasılık kurulabilecek temaları, sahneleri barındıran eserler veriyor. Kendi sesini duyuyor bence. Yalnızlık, hiçlik, arayış, kaçış, tek başınalık duygusuna sığınma, insan ruhunu tanıma, müzik, seks, yemek.... İşte, hem hepimiz kadar kalabalık hem de hepimiz kadar yalnız bir adamın bin bir gürültü arasında kendi sesini bize duyurmayı başarması da onun hem Japon hem de herhangi bir dünya vatandaşı, diğer bir deyişle insan olduğunu göstermiyor mu?