Çerkes Hikâyeleri, tam da bu bütünsel etki üzerinden “Türk hikâyeleri” ya da daha doğrusu “Türklük” hikâyeleri. Bu yüzden, Çerkes kimliğine dahil olmayan diğer Türkiyeliler ve özellikle de Türkler tarafından okunmalı...
17 Mayıs 2018 14:10
Elbruz Aksoy’un yıllardır merakla yayımlanmasını beklediğimiz kitabı sonunda İletişim Yayınları’ndan çıktı.2 Benim Adım 1864: Çerkes Hikâyeleri başlığını taşıyan kitap, Ferhat Kentel’in “Sunuş” ve Elbruz Aksoy’un “Önsöz”ünün dışında3, 17 öyküden oluşuyor. Uzun önsöz hem kitabın oluşum hikâyesini hem de 1864’ü hazırlayan koşullardan bu yana yaşanan Çerkes Soykırımı ve Sürgünü’nün ana hatlarını, belki bir yerde sinir düğümlerini özetleyerek, kitapta okuyacağımız öykülere işlevsel bir hazırlık oluşturuyor. Ferhat Kentel sunuşunu, toplumların büyük hikâyelerinin sıradan insanların hayatlarını nasıl görünmez kıldığını vurgulayarak başlatmakta. Aksoy’un önsözü, büyük hikâye ile bu kitapta anlatılan “küçük” hikâyelerin tarihsel bağlam üzerinden bağlantılarının kurulmasını da sağlıyor. Kitabı bitirdiğimizde aslında büyük hikâye değil, “büyük hikâyeler” olduğunu da anlıyoruz ama her durumda her türden otoritenin arzuladığı tek bir büyük anlatının imkânsızlığını ortaya koyan “Çerkes Hikâyeleri”, bu hikâyelerdeki her bir karakterin ne kadar tarihsel olduğunu da gösteriyor. Elbruz Aksoy’un hayat kadar şaşırtıcı karakterleri, hem tarihi yapanlar hem de tarihin kurbanları olarak tarihseller.
Çerkesler hakkında kurmaca ve kurmaca dışı çeviri ve telif eserlerin arttığı bir dönemde yayınlandı Benim Adım 1864. Bu alandaki her yayın benim için önemli ama bu kitabın ayrı bir yeri var. Bu yazıda bu ayrı yeri tartışmak, Aksoy’un kitabının neden hem Çerkesler hem de Çerkes olmayanlar tarafından okunması gerektiğine dair düşüncelerimi ortaya koymak istiyorum. Kitabı alıp okumaya başlayanların, Çerkes olsun olmasın, merakla sonunu getireceğine inancım tam. Bununla birlikte, kitabın aslında bana çekici gelen kapağı genel okura biraz enigmatik ya da anlaşılmaz da gelebilir. 1864’ün Çerkesler için önemini hâlâ bilmeyenler olabilir. O açığı, alt başlık kapatsa da, kavruk ama pek sevimli bir çocuk imgesinden oluşan kapak resmi kafa karışıklığı yaratmaya müsait. Nitekim arka kapağa gittiğimizde, bu imgenin muhtemelen bir köyde çekilmiş eski bir fotoğraftan alınma bir detay olduğunu görüyoruz ama orada diğer çocuklardan bir parça ayrı duran bu çocuğun öyküsü bize kitabın hiçbir yerinde verilmiyor. Ancak bu kitapta anlatılan, her biri 1864’teki felaketten kaynaklanmış öyküler ve kahramanlarını temsil edebilir bir imge gibi geliyor bana bu ağlamakla kızmak arası, “zorunlu olmasam burada durmazdım” havası taşıyan oğlancığın yüzü. Biraz can acıtıcı, yetimlik sızısı taşıyan bir yüz bu... “Benim adım 1864” diyerek kendilerini tarihsel travmalarına bağlayan Çerkeslerin, öyle olmayanlara tuhaf ya da komik gelse de, bu türden bir melodramatik öz imgeye sahip olduklarını düşünüyorum. En azından kapak resmi bana bunları düşündürdü ve çok iyi bir seçimmiş izlenimi uyandırdı.
Kitap 17 öyküden oluşuyor demiştim. Elbruz Aksoy, bunları nasıl yazdığını önsözde bize anlatıyor. Önce farklı ülkeleri dolaşarak insanlarla konuşmuş ve sözlü tarih yöntemiyle anlatılar toplamış. Ancak bunları kendi imgeleminden geçirerek ya birinci ya da üçüncü tekil kişi anlatıcılı ama her zaman karaktere odaklanan hikâyeler hâline getirmiş. Bu, ilginç bir “aradalık” durumu yaratmakta. Öyküler temellerini sözlü tarih anlatılarından alıyor ve artık kurmacanın alanındalar. Ancak bir yandan da, çeşitli biçimlerde yazarın imgelemini sınırladığına, temel aldığı sözlü tarih anlatılarının perspektifini pek de bozmadığına dair bir hava seziyoruz.
Buradaki hikâyelerin amacı bize temelde edebî bir deneyim yaşatmak değil. Öyküler son derece ilgi çekici yazılmış olmakla birlikte, gerçek hayattan gelen anlatılarda görüleceği üzere, kurmaca anlatının sınırlarını zorluyorlar. Hiç beklenmedik dönüşler, belki savruluşlarla ilerliyor hikâyeler. Hikâyenin dağıldığını, savruklaştığını düşünmüyorsunuz ama kurmaca okuyorsunuz sanırken, onu aşan ve kurmacanın bütünlüğüne sığmayan hayatlarla karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Öykülerde bolca keder ve üzüntü var ama pek “katharsis”, Aristocu anlamda duygusal arınma yok. Her öyküden ve sonunda kitaptan şaşırarak, burularak, soru işaretleriyle ayrılıyorsunuz. Sonuçta ezber bozan bir kitap bu; Türk'ün, Çerkes'in, Arap'ın ezberlerini bozmayı hedefliyor. Dolayısıyla edebî yönünü yeterince inceltmemesi hem hedefleriyle hem de malzemesiyle uyumlu bir seçim.
Kitaptaki öyküler çok farklı kadın ve erkek karakterleri anlatıyor. Bu öykülerin pek çoğuyla, sosyal medya ve internet üzerinden daha önce tanışmıştık. Ancak bu kitapta Benim Adım 1864 başlığıyla bir araya geldiklerinde, ilginç bir biçimde sadece bir öyküler derlemesi olmaktan çıkıyor, çarpıcı bir bütünlüğe de kavuşuyorlar. 1864’teki yok edici darbeden başlayıp, Osmanlı coğrafyasının her tarafına dağılan Çerkes yaşamlarının bugüne kadar gelen travmatik öyküleri bunlar. Her öykü, travmatik soykırım sonrasının belirli bir zaman ve mekânında konuşlanmış durumda. Bu açıdan, soykırıma uğratılarak anavatanından sürülmüş bir etnik kimliğin150 yılı aşan tarihini, o tarihi oluşturan, mozaik diyebileceğimiz ayrıntılarına odaklanarak izlemiş oluyoruz. Bu doğrultuda, bu anlatılan bizim hikâyemiz: Çerkeslerin soykırımdan kaynaklanan uzun ve sürmekte olan hikâyesi... Kısacası, biz Çerkesler bu kitabı okumayı tamamladığımızda, darmadağın tarihimizi hiç olmadık biçimde, parça ve ayrıntılardan çıkan bir bütünlük içerisinde görmüş ve duyumsamış oluyoruz.
Çerkes Hikâyeleri, tam da bu bütünsel etki üzerinden “Türk hikâyeleri” ya da daha doğrusu “Türklük” hikâyeleri! Bu yüzden, Çerkes kimliğine dahil olmayan diğer Türkiyeliler ve özellikle de Türkler tarafından okunmalı. Burada etnik köken açısından Türk olmaktan değil de, içinde yaşadığımız ülkenin “normu”nu oluşturan ve başka etnik temelden gelenlerin de isteyerek girdiği ya da bazen girmeye zorlandığı Türklükten, bir Türklük Sözleşmesi'nden yola çıkıyorum. Türklük sözleşmesi kavramı bana değil, bu başlıkla bir kitap yayınlayan sosyolog Barış Ünlü’ye ait. Aslında Elbruz Aksoy’un Benim Adım 1864’ü, Barış Ünlü’nün yine bu yıl yayımlanan Türklük Sözleşmesi’yle4 birlikte okunmaya son derece uygun bir kitap. Çünkü Aksoy’un anlattığı Çerkes yaşamları, Türklük sözleşmesine maruz bırakılan pek çok kimlikten birinin mensuplarının buna nasıl cevap verdiğini ya da veremediğini, neler düşünüp hissettiğini, nasıl madun bir konuma itilip susmaya mecbur bırakıldığını çok çeşitli ve beklenmedik yönlerden görünür kılıyor.
Ünlü, aşağıda aktaracağım sözleşme maddelerini herkesin bildiğini gösteriyor ve örnekler üzerinde de duruyor. Ancak buna maruz kalanların nasıl ve hangi biçimlerde var kaldığını görmek bir monolog, bir direktif ya da söylev olan sözleşmenin nasıl cevaplandığını göstererek bir diyaloğun kapılarını aralıyor. Direktifler etkili, hükmedici ve acı vericidirler. Ancak hiçbir direktif, bir muhatabı olduğunu ve bu muhatabın illaki bir karşı koyuş, bir direniş sergileyeceğini öngörmez. Bu anlamda direktifler kabuslara benzeseler bile, üreticileri açısından aynı zamanda gerçeklikten uzak birer fantezidirler de. Fantezi yapısı ortaya çıktığında, kabus etkisi bir parça dağılır. Zor da olsa, bu noktadan itibaren bir konuşma, diyalog oluşturma yolu açılabilir. Fantastik sözleşme yapısı görünür kılındığında, ona dahil olan ya da zorla dahil edilen, yarar ya da zarar gören herkes nefes almaya başlar.
Burada Ünlü’nün kitabını değil, Aksoy’un kitabını tartışmaktayım. Ancak bu iki kitabı birlikte okumanın zenginleştirici yönünü vurgulamaktan kendimi alamıyorum. Türklük Sözleşmesi daha genel ve daha kapsayıcı olduğu için, onu Çerkes Hikâyeleri’ne benzeyen başka kitaplar eşliğinde okumak da mümkün. Bu bağlamda, yüzlerce örnek anılabilir. Ben sadece, Aksoy’un kitabıyla, duruş açısından benzeşen ama malzemelerine yaklaşımda ayrışan bir diğer kitabı, Kemal Yalçın’ın Hayatta Kalanlar: Gerçek Bir Hayat Hikâyesi belge-romanını anmakla yetineceğim.5 Yalçın bu kitapta Boyabatlı Agop Yıldız’ın 1915 sonrası Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları zorluklar ve yurtdışı serüvenlerini ortaya koyan zor yaşamöyküsünü bir ara biçim olan belge-roman üzerinden yazar. Kullandığı tüm ayrıntı ve olgular gerçek hayattan kaynaklanır ama Yıldız bunları belirli bir anlatı ve olay örgüsü formatına aktarmıştır. Aksoy’un kitabı da, Yalçın’inki gibi sözlü tarih pratiğinden yola çıkar ama hayal gücüne daha fazla yer açar, gerçek hayatlardan kaynaklandığı halde kurmaca özelliklerini daha fazla geliştirir ve sergiler. Ancak her iki kitap da Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nin işleyişini anlaşılır/görünür kılan çalışmalardır. Türklük Sözleşmesi’nin ana hatlarını Ünlü’den biraz uzunca bir alıntıyla görelim:
Türk olmakla olmamak arasındaki hayati farkı Türklük Sözleşmesi kavramıyla incelemeyi öneriyorum. Bu kavram, devlet ile toplum arasındaki ve toplumun kendi içindeki, yazılı belgeleri de içeren ama çoğunlukla örtük olan, bazı temel anlaşma ve kurallara işaret ediyor. (...) [Z]ikzaklı bir tarihsel süreç içerisinde tedricen inşa edilen Türklük Sözleşmesi’nin üç temel maddesi vardır: Birinci maddeye göre, Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansiyelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekmektedir. İkinci maddeye göre, Osmanlı ve Türkiye’de Gayrimüslimlere yapılanlar (tehcir, katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayrımcılık vb.) hakkında doğruyu söylemek, bu gruplarla duygudaşlık kurmak ve bu gruplar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır. Üçüncü maddeye göre ise, Türkleşmeye direnen Müslüman gruplara, özellikle de buna kararlı ve güçlü bir şekilde direnebilmiş Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak ve onlar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır. (s. 14-15.)
Ünlü bu sözleşme fikrine ve geniş hacimli kitabındaki ayrıntılı ve derinlikli incelemeye ABD’deki ırk ayrımı olgusundan yola çıkan “Beyazlık Çalışmaları” alanından ilhamla girişmiştir. Ancak Ünlü, kendi sözleriyle “Türklüğü çoğu zaman farkında olmadan yaşanan belli görme, duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma ve görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleri olarak tarif ede”rek (s. 17) ulaştığı sözleşme fikrini uzun ve derinlikli bir sosyo-politik tarih anlatısı üzerinden destekler. Bu tarih anlatısı doğrultusunda, nasıl 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir “Müslümanlık Sözleşmesi”nin oluştuğunu ve 1912-1922 arası yaşanan savaşların neticesinde Osmanlı yerini cumhuriyete bırakırken, Müslümanlık Sözleşmesi’nin yerini, onu da kapsayan bir Türklük Sözleşmesi’nin aldığını gösterir. Kendisinden önce gelen sözleşmeyi de içeren Türklük Sözleşmesi, “maddi imtiyazların yanı sıra Türklükle birlikte gelen üstünlük, haklılık, normallik gibi psikolojik imtiyazlar” (s. 15) da getirir. Ünlü’den son bir uzun alıntı daha yapacağım:
Somutlaştırmak gerekirse, egemen etnik gruba mensup bir kişi etnik hiyerarşinin altında bulunanlarla ilgilenmeyebilir, onların düşüncelerini önemsemeyebilir, onları dinlemeyebilir; çünkü buna gücü vardır ve bundan dolayı kayıp yaşama riski yoktur. Alttakiler ise üsttekilerin ne düşündüğünü bilmek, ne dediğini dinlemek zorundadır; çünkü bu bilgi hayatta ve ayakta kalabilmenin temel şartıdır. Buna paralel olarak, bir ülkede ancak egemen etnik/ırksal grup, etnik veya ırksal bir sorun olmadığını düşünebilir ve iddia edebilir. Buna inanır, çünkü bilmiyordur; bilmemesinin arkasında ise sahip olduğu güç yatar. Bu da bize üsttekilerin bilmemekte, ilgilenmemekte, duygulanmamakta bir çıkarı olduğunu düşündürtebilir; tıpkı alttakilerin bilmekte, ilgilenmekte ve duygulanmakta bir çıkarı olabileceği gibi. (s. 17)
Benim Adım 1864’ün bu sözleşmeye meydan okuyan ve onun oluşturduğu normu kıran bir kitap oluşuna aşağıda bakıyor olacağım ama bunu hakkıyla yapabilmek için, yazıyı okuyanların sabrını zorlamak pahasına, öncelikle Müslümanlık Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne geçişte yazılmış, bir anlamda Türklük Sözleşmesini oluşturma uğraşındaki bir kısa öyküye değinmek istiyorum. Üstelik bu öykü içinde Çerkes geçen, daha doğrusu bir Çerkes kayışı üzerinden Türklüğe, aslında da bir Türklük Sözleşmesi’ne davet çıkaran metin. İlk olarak 13 Şubat 1919’da, yani Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak işgal edilmiş Osmanlı başkentinde, o günkü Zaman gazetesinde yayımlanmış bu öykü. “Bir Kayışın Tesiri” başlığını taşıyan bu matrak öykü, Türk milliyetçiliğinin Ziya Gökalp’la birlikte birkaç kurucusundan biri olan Ömer Seyfettin’e ait.
Öykünün ben-anlatıcısı olan başkahramanı, bir subay arkadaşıyla Valide Kıraathanesi’nde otururken, iriyarı kalpaklı bir Çerkesin etrafındaki diğer Çerkeslere bir şeyler anlattığını görür ve arkadaşına gösterir. Arkadaşı ona güler ve adamın Çerkes olmadığını, onunla aynı okulda okumuş Kastamonulu bir Türk olduğunu, Çerkesçe bir kelime bile bilmeyip Çerkes şivesi taklidi yaptığını söyler. Sahte Çerkes Mahmut Bey’e lisedeyken bir Çerkes arkadaşı bir gümüş Çerkes kemeri hediye eder ve o günden sonra Mahmut Bey Çerkesliğe ilgi duyup bir Çerkes Paşa ile birlikte Kafkasya’ya bile gider. Çerkesçe öğrenemez ama bir Çerkes kızıyla evlenir. Hasılı sahte Çerkes Mahmut Bey, Osmanlı-Türk romanında bol bol anlatılan Batı hayranı züppelere benzeyen bir gülünç yaratıktır. Anlatıcımız öykünün sonunda Mahmut Bey’in belindeki kemeri de görür ve şu acı düşünceyle öyküyü tamamlar: “Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel’den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek ‘millettaş’ celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile yok muydu?”6
Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu’nun yavaş yavaş işgal edilmeye başlandığı dönemde geçer ve yazılır öykü. Dünya kamuoyunda Türklerin savaş suçları ve özellikle de Ermenilere yaptıkları konuşulmakta, nasıl cezalandırılmaları gerektiği tartışılmaktadır. Nitekim kısa bir süre sonra İzmir Yunan ordusu tarafından işgal edilecektir. Bu dönemde Osmanlı-Türk aydınları İstanbul’da çeşitli toplantılar ve mitinglerle savaş sorumluluğunu İttihat ve Terakki yönetimine yıkmaya çalışarak ülke ve millet adına olumlu bir sonuç elde etmeye uğraşmaktadırlar. Bu tür bir hareketlilik içinde yazılan bir sahte Çerkes Mahmut Bey karakteri, Türk kamuoyu için daha da acı verici olacaktır. Oysa Mahmut Bey karakteri absürttür. Sırf Türklük'ün acı durumunu vurgulamak, bu yönde ajitasyon yaratmak için yazılan bir öykü olduğu ortadadır. Üstüne üstlük öykünün yazarı Ömer Seyfeddin de, etnik olarak Çerkestir. Yani başta kendisi olmak üzere pek çok Çerkes'in asker, subay ve memur olarak etnik kimliklerini geride bırakıp Türklük'e dahil olduklarını da bilir. Ama bunu yokmuş gibi göstermek daha elverişli bir araç olmakta ve olması gereken hiyerarşiyi hatırlatmak için kullanılmaktadır.
Bir kayış karşılığında Türklükten Çerkeslik'e geçiş fantezisi, Türklük Sözleşmesi’nin henüz tesis edilmediği bir dönemde, Müslümanlık Sözleşmesi’ne dahil olanlara bir sonraki adımı, olması gerekeni işaret etmektedir. Geçiş diğer kimliklerden Türklüğe doğru olmalıdır. Öyküyü anlatıcının yönlendirmesine aykırı biçimde okuduğumuzda, Mahmut Bey’in hiç de o kadar salak olmadığını, karmaşık bir oluş içerisinde içine doğduğundan farklı bir kimliğe ilgi ve yakınlık duyduğunu düşünebiliriz. Kimliğin hiçbir türü doğa kaynaklı değildir, dolayısıyla kimliklerle bağlantı kültürel, psikolojik, siyasal ve/veya toplumsaldır. Kimliği bir mecburiyet olarak algılayan yaklaşımlar bu tür geçişleri sapkınca ve hatta haince görebilirler ama bunlar olur. Neticede Çerkes Ömer Seyfettin, eğitimi ve çevresinin etkisiyle döneminin en radikal Türk milliyetçilerinden biri olmuştur. Dolayısıyla Türklükten Çerkesliğe geçmeyi tercih eden birileri o kadar da gülünç olmasa gerektir. Oysa Türklük Sözleşmesi, şu yazdıklarımı algılayamaz bile; burada yazdıklarım sözleşme nezdinde deli saçması ile ihanet arasında bir yelpazeye yerleştirilecektir.
Aksoy’un kitabının üçüncü öyküsü olan “Wadi Roum” tam da böyle bir geçişi, böyle bir geçişin ne kadar anlamlı ve yerinde olabileceğini göstererek anlatır. Bu öyküde üçüncü tekil şahıs anlatıcının her şeyi onun üzerinden odaklanarak anlattığı karakter Sancaklı bir Boşnaktır. Aynı zamanda Balkan Harbi göçmeni olan ve Cihan Harbi çıkınca askere alındığından beri Boşnak olarak çağrıla çağrıla adını bile unutan karakter, Hicaz’daki demiryolu muhafız birliğinde telgrafçıdır. Ancak savaşın sonuna doğru Arap İsyanı kopup, Osmanlı ordusu İngilizler karşısında gerilemeye başlayınca, birliğindeki Çerkeslerle birlikte o da kaçış yollarına düşer. Boşnak, Çerkes askerlerle düşe kalka ve çeşitli çatışmalara gire çıka neredeyse Çerkes haline gelir. Karakterin, nasıl silah arkadaşlarının kültürüne dahil olduğunu, can pazarı denebilecek şartlarda adeta onlardan biri haline geldiğini görürüz. Savaşın bittiği sıralarda isyancı Araplardan korunmak için, Amman üzerinden, Filistin’deki iki Çerkes köyünden biri olan Kfar Kama’ya sığınırlar. Köydeki Çerkesler, köyü kuşatan Bedevilere karşı, kendilerine sığınan grubu korurlar. Aslında sığınmacılardan sadece biri Çerkestir. Sonunda Boşnak, Çerkes arkadaşı dahil tüm silah arkadaşları köyden ayrılırken köyde kalmayı tercih eder ve artık “Kfar Kama’da Bosnalı bir Çerkes” (s. 101) olarak yaşamaya başlar. Savaş ve kayıplarla geçen zorlu gençliğini, kendisi için anlamlı ve rahatlatıcı bir kimlik geçişi ve yuvaya ulaşmayla noktalamış olur.
Benim Adım 1864’ü açan öykü olan “Nıbjoğ” Çerkesçe bir sözcük ve “kardeş” demek. 1864’e giden süreçte Çerkes savaşçıların Çarlık ordusuna direnişini anlatıyor. Savaşçılar ailelerini ve topraklarını yitirdikçe, girdikleri her çatışmadan çıkışta artık birbirlerini ayırt edici kimlikleri ve isimleriyle değil, “Nıbjoğ” olarak anıyorlar. Neticede herkes yavaş yavaş düşüp ölürken, ölümden kurtulup Anadolu’ya sürülen bir eski savaşçı, hayatta kalan her gününü yitirdiği kardeşlerini hatırlayıp anarak geçiriyor.
Aksoy’un kitabından değindiğim bu iki öykü silah arkadaşlığı ve dayanışmayı olumlayan anlatılar. Ancak öykülerin tamamı bu minval üzere ilerlemiyor. Pek çok öykü, görünüşte soylu bir davranış sergilerken aslında bir suç işlendiğini de görünür kılıyor. Hemen her öyküde görülen bir şey bu. Ancak özellikle kadınların yaşamlarına bakıldığında, çok can acıtıcı şeyler görülüyor. Bunu yazarken, 1932 Dünya Güzeli Keriman Halis’in öyküsü yok aslında aklımda. Türk Tarih Tezi’nin en ateşli zamanlarında bir Türk kainat güzeli seçildi diye sevinen rejimin, kraliçenin Çerkes olduğunu öğrenmesiyle ne yapacağını şaşırması ve belli ki Keriman’a kimliğini açıklamayı yasaklaması ve fazla ortalığa çıkmasına da izin vermemesi aslında komik ya da daha doğrusu, gülünç. Keriman Halis için bu bir trajedi, onun farkındayım tabii.
Benim Adım 1864 içerisinde acı verici pek çok kadın yaşamı mevcut. Bana en çok dokunanlarından biri “Meli”de köydeki ilkokulda bir türlü Türkçe öğrenemediği için öğretmenin kızılcık sopasıyla dövdüğü Goşe’ninki. Benim annem de kendi köyünde benzer bir hikâyeyle ilkokulu bırakmak zorunda kalmış. Evet o Türkçeyi öğrenmiş sonra ama bu tür öyküler tüm yaşamları etkiliyor. Bu konu bir yana, kitaptaki öykülerde tüm Çerkeslerin her zaman birbirlerine “Nıbjoğ” demediğini de görüyoruz. Gelenek bazen hayatları karartmış. Devam edilen ya da yeniden icat edilen biçimleri bile bunu yapma eğilimi gösterebiliyor.
Sonuçta Benim Adım 1864, gerçekten de orijini ortak ama ilerleyişi farklılaşan Çerkes Hikâyeleri anlatmakta. 2006’da yayımladığım “‘Hain Çerkes Ethem’ İmgesi Kimlerin Sorunudur?” başlıklı bir yazıda, Çerkes kimliğini damgalamak için kullanılan bu söylemin Çerkeslerin değil, paranoyak ve tahakkümcü yaklaşımların sorunu olduğunu söylemiştim.7 O yazıyı, Türkiyeli Çerkesleri bireysel, ailesel, yerel ve ülkesel öykülerini görmeleri bunu birlikte yaşadıkları diğer insanlara da anlatmaları çağrısıyla sonlandırmıştım. Oysa bu da yeterli değildi, çünkü Ayhan Kaya, 2011’de yayımladığı Türkiye’de Çerkesler: Diasporada Geleneğin Yeniden İcadı başlıklı önemli kitabında Türkiye’deki Çerkes diasporasında homojen bir Çerkes kültüründen söz etmenin mümkün olmadığını ortaya koymuş ve bir zehre dönüşmeden gelişecek bir kimlik bilgisinin olasılık ve olanaklarını Çerkesler üzerinden ama tüm Türkiye’ye dönük olarak tartışmıştı.8
Elbruz Aksoy’un Benim Adım 1864’ü tam da bunu yapıyor. 150 yıllık bir tarihe dağılan Çerkes yaşamlarının öyküleri üzerinden, kimliklerimizi ve bizi eğip büken fantezilerimizi yeniden düşünebileceğimizi bize göstermiş oluyor. Kimliklerin sözleşmelere ve kilitlere dönüşmemesi gerekiyor. Bu anlamda Aksoy’un kitabı hem Çerkes hem de öyle olmayan tüm Türkiyeli okurlar için çok kıymetli bir kapı. Kapıyı aralayan Aksoy’a minnettarım. Aralanan kapının kapanmaması artık Benim Adım 1864’ün okurlarının elinde. Umalım ki kapılarımız hep açık olsun, kapanmasın...