Erkeklerin üstünlüğüne dayalı iktidar yapıları tüm dünyada çöküyor. Popüler kültür ile edebiyatın ise bu konuda bir öncü görevini üstlendiği söylenebilir. Amerikalı öykü yazarı Lorrie Moore bu isimlerden biri...
03 Mart 2015 12:00
Düş kırıklığının ve ihanetin sonu gelmeyecek mi, diye sormayın, hikâyeler uzun sayılmaz ve sonunda bitiyorlar nasıl olsa. Böyle bir espriyle özetleyebilirim, Amerikalı öykü yazarı Lorrie Moore’un sanatını. Hiciv denecek kadar acı bir mizahla, karanlık konuları hafif yazma yeteneği var.
Geoff Dyer onun için, tanıdığımız en ağır hafif yazar, diyor; Lorrie Moore gerçekten de bir ağır abla, üslubundaki hafiflik yanıltıcı. Kimi eleştirmen de başlarda iyiydi, artık kabak tadı verdi kanısında. Ama benim amacım Moore’u değerlendirmek değil, Amerika neden boşanıyor diye sormak.
Moore’un son öykü kitabı Bark (Kabuk), neredeyse bir akımın parçası; daha çok kadın hikâyeciler, ama erkekler de azınlıkta değil, aşkta hüsran, aldatma ve yıkılan evlilik, şok, acı ve intikam duyguları, boşanma travması, yeni hayat arkadaşı arayışının utanç verici komiklikleri, yenilgi, ihanet ve acımasızlık üzerine destan döktürüyor, ağıt yakıyor, kara mizah üretiyorlar.
Bekâr anneler, dul babalar, ikinci evlilik girişimleri, aldatma öyküleri, öfke ve çaresizlik. Margaret Atwood’un son öykü kitabı Stone Mattress (Taş Döşek) de orta yaşı geçmiş olanların azalan hayat beklentilerine odaklanmış, ama aldatma, boşanma, yeniden evlenme yahut acı patlıcana dönüşme hikâyeleri gene merkezde; bu sefer yaşanmışlıklar hatırlanıyor. Acımasızlık aynı, neredeyse karikatür düzeyinde. Kuzey Amerika baş döndürücü bir hızla boşanıyor. Türkiye de baş döndürücü bir hızla öldürüyor, bu arada.
Biraz abartıyorum tabii; Thomas Bernhard, “Abartmadan hiçbir şey söylenemez” demişti. Elbette Amerika da epey öldürüyor, Türkiye de bolca boşanıyor; ama ağırlık merkezleri şimdilik başlıktaki gibi.
Bu ağırlık merkezinden yazan Kuzey Amerikalı kadın öykü yazarlarını okuyorum, uzun bir süredir. Alice Munro ve Ann Beattie de bunların arasında.
Dediğim gibi, beni ilk çarpan şey boşanma veya ayrılma öykülerinin ezici çoğunlukta olması. Aldatma, terk etme, tek başına çocuk büyütenler, yeni eş bulmak için tekrar o boğucu flört döngüsüne girenler, boşanmışlar, dullar. Yani hayattaki en temel vaat olan kişisel mutluluk vaadinin boşa çıkması. Derin yalnızlıklar ve korku; mizah dolu öfke ve çaresizlik krizleri; kimsenin mağduru olmamaya çabalayıp sürekli mağdur olan kadınlar; ve tabii erkekler, daha az da olsa.
Türkiye’de ise, edebiyata henüz pek yansımasa da, bir boşanamama hali var, veya boşanınca öldürülme hali. Bizde böyle bir hal baskın şimdilik. Kadın boşanıyor. Erkek vay, sen kim oluyorsun, beni nasıl boşarsın, diyor, saplıyor bıçağı, basıyor kurşunu. Türkiye’nin bu sendromuna ayrı bir yazıyla değineceğim diye umuyorum. Şimdi şu boşanan Amerika’ya ve kadın yazarlarına bir bakalım.
Amerika bugünlerde daha çok kadın yazarların gözüyle boşanıyor, çünkü kadınlar artık erkeklerin onları aldatmasına normal gözüyle bakmıyorlar, o dünyaya karşı çıktılar.
Tam o son cümleleri yazmıştım ki, beynimde bir şimşek çaktı ve her iki sorunun da cevabının aynı olduğunu fark ettim: Erkeklerin üstünlüğüne dayalı iktidar yapıları çöküyor, erkeklerin üstünlüğüne hizmet eden güç ilişkileri çatırdıyor. Amerika bu nedenle sürekli boşanıyor ve Türkiye aynı nedenle, boşandıkça öldürüyor.
Amerika bugünlerde daha çok kadın yazarların gözüyle boşanıyor, çünkü kadınlar artık erkeklerin onları aldatmasına normal gözüyle bakmıyorlar, o dünyaya karşı çıktılar. Eskisi gibi evlilikleri yahut çocukları uğruna her şeyi sineye çeken kadınlar iyice azaldı. Aldatanlar ve terk edenler ise hâlâ daha çok erkekler.
İlginçtir, eskiden erkek gözüyle yazılan edebiyatta aldatma çok işlenirdi; evli kadınlar da kocalarını aldatıyorlardı tabii, ama aldatma ağırlıklı olarak bir erkek sporuydu, erkekler ava çıkıyordu ve edebiyat daha çok aldatan erkeğin gözünden yazılıyordu, John Updike, Philip Roth, Norman Mailer, John Cheever, Adam Ross gibi yazarların öyküleri tamamen bu konudaydı. Şimdi aldatılan kadının gözüyle yazılıyor öyküler.
Terk edilme ve boşanma da hep vardı elbette, hatta Saul Bellow’un Herzog romanı, karısı tarafından terk edilen bir adamın öfkesi ve mağduriyeti üzerine kurulu nefis bir komedidir. Ama Herzog kendisini terk etti diye karısını öldürmez. Sadece büyük ve yerleşik kurumlara öfke dolu, acayip mektuplar yazar. Ve şimdi düşününce o romanın büyüklüğü bir kez daha çarpıyor gözüme. Herzog’un mektup yazdığı kurumların hepsi, ataerkil düzenin temel taşlarıdır ve mektupları giderek gülünçleştikçe, Herzog’un da ataerkil gücünün elinden alındığını anlarız; onun durumu sonuç olarak bütün patriyarkanın çöküşünü simgeler.
Erkek üstünlüğünün giderek aşındığı bir dünya yansıtılıyor bugünkü Amerikalı kadın öykücülerin yapıtlarında. Bu öykülerde yansıdığı şekliyle, Amerikalı erkeklerin iktidarı kaybetmeye karşı başlıca tepkileri, kadınları daha kolay terk etmeleri. Türkiye’de ise erkeklerin ataerkil gücü kaybetmeye şimdilik başlıca tepkisi, öldürmek.
Aynı duruma şimdi öbür taraftan, kadının gözüyle bakıyoruz. Erkek üstünlüğünün giderek aşındığı bir dünya yansıtılıyor bugünkü Amerikalı kadın öykücülerin yapıtlarında. Bu öykülerde yansıdığı şekliyle, Amerikalı erkeklerin iktidarı kaybetmeye karşı başlıca tepkileri, kadınları daha kolay terk etmeleri, duygusal açıdan acımasız davranmaları, her tür sorumluluktan hızla kaçmaları. Türkiye’de ise erkeklerin ataerkil gücü kaybetmeye şimdilik başlıca tepkisi, öldürmek.
Amerikan edebiyatındaki önce ve sonra arasında ilginç bir fark daha var. Ataerkil düzenin en önemli iktidar simgelerinden birisi içki içmekti. Hemingway’den beri, Amerikan erkeği ve Amerikalı erkek yazar, mutlaka içki içer.
Amerikan erkeği, hem yazar hem roman kahramanı, sarhoş da olsa, zavallı duruma da düşse, içerek erkekliğini kanıtlar. Bizde de, erkek gibi içiyor, deyimi vardır, ataerkil düzende içmek erkeksi bir eylemdir. Bugüne baktığımızda, içkinin yerini uyuşturucunun aldığını görüyoruz. İçkinin tersine, uyuşturucuda erkeksi hiçbir yan yok, sosyal bile değil, tek başına bir kaçış. Patriyarkanın çöküşüyle uyuşturucunun kesin zaferi neredeyse eşzamanlı.
Moore’un iki öyküsünde, terk edilen iki kadın, aniden düşman kesilen kocalarına, uyuşturucu mu aldın, diye sormadan edemiyorlar mesela. İkisinde de cevap, evet. Öykülerin birinde (“Paper Losses” / Kâğıt Üzerinde Kayıp) kocasının uzaylıya dönüştüğü, ya da beyninde tümör olabileceği, kadının düşünebildiği diğer seçenekler. Çünkü erkeğin davranışı akıl alır gibi değil.
Aniden boşanma kâğıtları çıkıyor postadan. Adam konuşarak değil, avukat mektubuyla haber veriyor karısına boşanacağını. (“Evlendiği yakışıklı hipiye ne olmuştu? Dikenli, mesafeli, öfkeden içi boşalmış.”) Kadının hayat felsefesi hazin: “Bir kadın, mutsuzluğunu özenle seçmeli. Hayattaki tek mutluluk, mümkün olan en iyi mutsuzluğu seçebilmek; bir yanlış adımla, her şeyi kaybedebilirsin.”
Yirmi yıl evlilik boyunca biraz kilo aldığı için, kocasına, “ya nikâh yüzüğüm parmağımdan çıkmazsa” diye son bir kez nazlanıyor; kocasının cevabı: “Parmağını kestirince faturayı bana yolla.”
Evet, ataerkil düzenin yıkılışına erkekler böyle tepki veriyor, Lorrie Moore’un öykülerinde: hızlı ve acımasız boşanmak, işine gelince terk etmek, yeni bir kadınla evlenmeye hazırlandığını, yeni bir ev satın aldığını şimdiki karına haber bile vermemek, gizlice hazırlanmak.
İktidarı elinden alınan erkekler kalleş ve çıkarcı. İstediklerini öyle elde edemezlerse, böyle elde ediyorlar. Para kazanmayıp kadın sırtından geçinenler. Para kazanıp kadının başına kakanlar. Para kazanıp başka kadına yedirenler. İstediği olmazsa çekip gidenler. Erkeklerin güçsüzleşmesi bir zulüm haritası.
Ataerkillik çöktükçe, yerini amansız bir kadın düşmanlığına bırakmış. Daha doğrusu hep var olan kadın düşmanlığı, eskisi gibi kamufle edilemeyip iyice sırıtmaya başlıyor. Kadın yazarların böyle bir Çin Duvarı karşısında yazı yazdıklarını hissediyorsunuz.
Bu acımasızlık haritasında kadınlar da büsbütün masum değiller elbette ama onların romantik ideallere daha bir inanmış ve yeni uyanır halleri var. Erkeklerinkine kıyasla kadınların düş kırıklığı daha bir can alıcı.
Hikâyeleri okudukça sebebini fark ediyorsunuz. Ataerkillik çöktükçe, yerini amansız bir kadın düşmanlığına bırakmış. Daha doğrusu hep var olan kadın düşmanlığı, eskisi gibi kamufle edilemeyip iyice sırıtmaya başlıyor. Kadın yazarların böyle bir Çin Duvarı karşısında yazı yazdıklarını hissediyorsunuz. Erkek yazarların ise bu duvar yokmuş gibi yapmak için giderek ilişkiler hakkında yazmamayı seçtiğini anlıyorsunuz.
Kadın- erkek, çoluk- çocuk, eş- dost, ilişkilerin kaydını kadın yazarlar tutuyor artık; erkekler hayatın başka bir anlamı varmış gibi bir arayıştalar; kadınlardan büsbütün kurtulamıyorlar tabii ama geyik avlamak, başka erkeklerle güç yarışına girmek, her fırsatta kadınları aşağılamak yahut kötülemek ve ille şiir yazılacaksa, “ciddi” şiir yazmak onların işi.
Margaret Atwood’un birbiriyle ilintili üç hikâyesi, böyle şair bir işe yaramaz adamın ve birlikte olduğu üç kadının çevresinde dönüyor. Bugün herkes yaşlanmış. Kalpsizce aldattığı ilk aşkı, gençken kimsenin ciddiye almadığı bir kadın, en büyük yeteneği sevmekmiş, ama bugünkü dünyada çok değer verilmeyen bir yetenek. O kadın sonunda çok ünlü bir yazar oluyor; kendini teselli etmek için sığındığı hayal dünyası Tolkien benzeri bir efsaneye dönüşüyor, kitapları yok satıyor. Aldatan şair de vaktiyle hatırı sayılır bir ün yapmış, şimdi köşesine çekilmiş, ölüm döşeğinde ilk aşkını hatırlıyor.
O aşkı uğruna feda ettiği kadın, tam bir acı patlıcana dönüşmüş, tanıdıklarının cenazelerinde tatmin arıyor, çoktan ayrılmışlar. Adam üçüncü bir kadınla evlenmiş, ona karşı düşmanca hisler besliyor, tam bir mantık evliliği. Sonunda şair ölünce üç kadın cenazede buluşuyorlar. Patriyarka çökünce, değişime ayak uyduramayan kadınların da boşlukta kaldığını anlıyorsunuz, erkeklere biat etmeyince, yapacak işleri kalmıyor, birbirlerini yemek dışında. Bir tek, sevmeyi bilen o kadın, ilk aşkı olan işe yaramaz şairin anısını bağrına basıp, romanlarındaki hayali cennete götürüyor beraberinde.
Kara mizahla işlenmiş bu masalsı ve iç içe üç hikâyede, Margaret Atwood yıkılan düzeni hem hicvetmiş, hem de cinslerin manasız savaşında boşu boşuna yitirdiğimiz mutluluğa ağıt yakıyor.
Ann Beattie’nin “New Yorker Öyküleri” adlı koleksiyonunda, “Dünyadaki Kadınlar” adlı hikâye, gene yıkılmakta olan düzenin harabelerinde gezdiriyor bizi. Öykünün ismi bir Bruce Springsteen şarkısından: “Ben Dünyadaki Kadınlar İçin Nimetim”. Bu erkek böbürlenmesi, hikâyede herhangi bir ironi olmadan işlenmiş; genç koca, annesinden boşanmış eski üvey babasına hayran; sabık üvey babanın genç üçüncü karısı hamile, ama kadın düşmanı kocasına söylemeye cesaret edemiyor; komşu evdeki kadın bir gece saldırıya uğrayınca, herkesin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Maine eyaletinde bir yerlerdeyiz. İstanbul’da veya Timbuktu’da da olabilirdik.
Lorrie Moore’a dönüyoruz. Bark (Kabuk) adlı kitabındaki ilk uzun öykünün adı “Debarking” (Kabuk Dökmek). Karısından boşanmanın şokunu henüz atlatamamış bir adam, yeniyetme oğluyla yaşayan boşanmış bir kadınla flört etmeye çalışıyor, fakat kadın kendini oğluna adamış, kalbinde başka kimseye yer yok, geleceğin acımasız ve bencil erkeklerinden birini daha yetiştiriyor böylece. Şaşkın erkek kahramanımız da, nikâh yüzüğünü bir türlü şişmiş parmağından çıkartamıyor. Bu yüzük meselesi Moore için adeta bir simge olmuş. Ama asıl simge, yaşlanıp düş kırıklığına uğradıkça, insan yüreğini ağaç gibi bağlayan kabuklar elbette.
Amerika boşanıyor, Türkiye öldürüyor, çünkü patriyarka çöküyor ve erkek iktidarı aşınıyor demiştim. New York Times’da bir süre önce okuduğum bir makale, bunu başka bir açıdan doğruladı. Sinema eleştirmeni Anthony Oliver Scott, kültürel tavırların değişimini ele alıyor. Mad Men, Breaking Bad ve The Sopranos gibi televizyon dizilerinde, erkek egemen düzenin yıkılışına tanık olduğumuz kanısında.
Tony Soprano, Walter White ve Don Draper gibi karizmatik karakterlerin, aslında erkek üstünlüğünü doğal sayan ve bu üstünlük ellerinden alındıkça, buna karşı direnip savaşan tiplemeler olduğunu öne sürüyor. Tıpkı Tony ve Walter gibi, Don Draper’in de dizinin sonunda öleceğini, bu dizilerin eski tarz erkek tipine hem son bir ağıt hem de ilginç bir eleştiri olduğu görüşünde.
Kuşkusuz, patriyarka çöküyor diye, kadın- erkek eşitsizliği sona ermedi, feminizm yarın zafer kazanacak değil, kadın düşmanlığı, tıpkı ırkçılık gibi, hâlâ insanlığın önemli sorunları arasında. Ama popüler kültürün ve tabii ki edebiyatın, burada bir öncülük yaptığı söylenebilir. Okuduğum Amerikalı kadın yazarların öyküleri de bana kalırsa bu yeni kültürel iklimi yansıtıyor.
Scott aynı yazısında, ataerkil gücün ellerinden alınmasına karşı erkeklerin çocuklaşarak tepki gösterdiğini, büyümeyi reddeden erkek tipinin yeniden ön plana çıktığını, Hollywood’un romantik komedilerinde olsun, ciddi edebiyatta olsun, böyle bir eğilim gördüğünü söylemiş. (New York Times Magazine, 11 Eylül 2014) Makalesinin adı da “Amerikan Kültüründe Yetişkinliğin Ölümü.”
Sanırım, sadece güçsüzleşen erkekler değil, çoğumuz çocuklaşmaya çok yatkınız. Lorrie Moore’un kitabında olduğu gibi, narsist kendini tatmin etme güdüsü ve sorumluluk almayı reddetme, erkeklerde daha çok görülüyor olabilir ama genel bir eğilim bence. Bugünün dünyası da, yetişkin olmak için çok cesaret verici bir yer değil, kabul etmek lazım.
Eski rollerin erimesi, alıştığımız güç ve iktidar biçimlerinin elimizden kayıp gitmesi, elbette korkutucu gelişmeler. Kendimize yeni davranış biçimleri ve yeni roller bulmakta hepimiz zorlanıyoruz ve edebiyat da bu durumu yansıtıyor.
Lorrie Moore, Ann Beattie, Alice Munro, Margaret Atwood ve daha niceleri; son birkaç yılda okuduğum bütün Amerikalı kadın yazarların öykülerinde beni en etkileyen şey, erkek karakterlerin sevgisizliğiydi, şefkatsiz olmalarıydı.
Gabriel García Márquez, Kolera Günlerinde Aşk romanında, sevmeyi bilmek bir yetenektir, Allah vergisidir, herkeste bulunmaz demişti. Bunda bir doğruluk payı var. Ama ben şimdi kendimi teselli etmek için, farklı bir düşünce geliştiriyorum. Sevdiklerimizi daha iyi sevmek, öğrenebileceğimiz bir şey ve bunun için hiçbir zaman çok geç sayılmaz diye düşünüyorum. Belki o zaman hem daha gerçek hem de daha eşit yetişkinler olabiliriz.
Bu arada gene bir espriyle bitireyim. Kim ne demiş diye Google tararken Toni Morrison'un bir söyleşisine rastladım. Kendisi de boşanmış bir kadın olarak farklı görüşte. Herkes niye bu kadar ah vah ediyor anlamadım, dünyanın sonu değil, boşanmak çok da olumlu bir şey ayrıca, demiş. Yani her şey biraz da nereden baktığınıza bağlı galiba.