Chimamanda Ngozi Adichie'ye göre güzellik, yere sağlam basıp dik dururken kimseye boyun eğmeden, içinden geleni yapmak, dışa vurmak ve kendin olmak ile ilgiliydi ve toplumsal normlara tabi olmamalıydı...
05 Ocak 2017 14:50
2016 yılının Mart ayında Ai Weiwei, Yunanistan- Makedonya sınırında yer alan İdomeni mülteci kampında, mültecilerin acılarına dikkat çekme amaçlı bir eylem gerçekleştirdi: Bir sandalyeye oturdu, kamp sakinleri arasından bir berber buldu ve saçını kestirdi. Weiwei bu girişimden, “Elbette ki sembolikti. Yaptığımız her şey sembolik. Benim nezdimde bu, saçlarımın daimi olarak burada, yerde kalacağı anlamına geliyor, bu saçlar asla geri gelmeyecek,”[1] diye bahsediyor ve bir tür kırılganlık durumuna işaret ediyordu. Sanatçı, on dört bin mültecinin yaşadığı kampta üç yıldır piyano çalmamış bir başka sığınmacıya bir piyano resitali düzenlemek ya da Almanya’daki tarihî Konzerthaus Berlin binasının girişini on dört bin adet can yeleğiyle kaplamak gibi eylemlere de imza atacak, saçıyla imlediği İdomeni kampı ise bu olaydan birkaç ay sonra boşaltılıp kapatılacaktı.
Dinî ve kültürel tabular, Samson’dan Rapunzel’e uzanan pek çok mit ve söylence saçları konu etmişti. Çağdaş sanatçılar bir yana, zamanımızın yeni kuşak romancılarından Chimamanda Ngozi Adichie, “Saç politiktir, siyahlara dair her şey politiktir” diyerek bahsettiği ve Laos’tan ABD’ye, sonra geriye uzanan bir göç hikâyesi anlattığı Amerikana (Çeviri: Zeynep Çiftçi Kanburoğlu; Can Yayınları) adlı romanını, Afrika kökenlilere yönelik bir kuaför salonunda saçını ördüren bir kahramanın ekseninde kurguluyordu. Adichie, bir insanın tek bir tanıma -göçmen/ mülteci/ zenci- indirgenmesine itiraz ediyor ve kültürel bir kategori olduğunun altını çizdiği ırka dair tespitlerini, görünürde bir aşk ve göç öyküsü anlatan Amerikana’ya ince ince işliyordu. Suriye’deki savaşa değindiği ve kendi ailesinin Nijerya- Biafra savaşında çektiği acılardan bahsettiği bir konuşmasında Adichie, basit öykülere karşı çıkıyor ve hiç ama hiç kimsenin sadece mülteci ya da sadece göçmen olamayacağını, bu tanımlamaların reddedilmesi gerektiğini söylüyordu. Öyküler, tıpkı kimlikler gibi katmanlı, göreceli ve çokluyken onları basite indirgemek en hafif deyimle abesti.
Belki yazarın bu husustaki hassasiyetinden, belki de salt teknik tercihlerinden dolayı Amerikana, birden fazla katmanı bulunan ve girift motifler içeren bir roman. Saçını ördürmeye giderken tanıştığımız Ifemelu’nun ABD’deki göç macerası, Laos’ta kalan Obinze’nin İngiltere’deki göç macerası ve sonraki yaşantısıyla kaynaşıyor; bir başka düzlemde de romana özgün bir dinamizm katan, “Irk’ıncı ya da Amerikalı Olmayan Bir Siyahın (Daha Önce Zenci Olarak Bilinen) Amerikalı Siyahlara Dair Muhtelif Gözlemleri” adlı blog’un yazıları yer alıyor. Ifemelu’nun tuttuğu ve başına gelen ya da gözlemlediği şeylerden hareketle yazdığı yazılardan oluşan blog, Amerikan toplumuna hâlen yabancı olan göçmen kahramanın liminal varlığını meşrulaştıran bir mecra; olay örgüsüne paralel gitse de ona bel bağlamayan, kahramanı kendine has bir yetkeyle donatan bir alan... Öyle bir alan ki, Adichie’nin anlattığının salt bir aşk, salt bir göç ya da göçmen öyküsü olmasını engelliyor; kâh Afrikalılara hizmet veren bir kuaför salonunun koltuğundan kâh Obama’nın başkan olduğu gecenin içinden görünen Amerika manzarasını, kurmacadan azade, hakikatleri belgelermişçesine gözler önüne seriyor.
Amerikana, Ifemelu’nun özel bir bursla okuduğu Princeton’dan kalkıp Trenton’a, kuaföre gidişiyle açılıyor ve Ifemelu’nun kuaför salonunda oturuşu, romanın büyük bir bölümüne yayılıyor. Saç, ırk meselelerinden, siyahların uğradığı irili ufaklı adaletsizliklerden ve ayrımcılıktan bahsederken ufuk açmak için ideal bir alan: Michelle Obama’nın saçı neden hep düz ya da Beyoncé[2] -her ne kadar artık bir pop ikonu olmaktan çıkıp kültürel bir ikona dönüşmüş olsa da- neden asla saçının doğal halini göstermiyor veya Afrika kökenli bir birey, bir iş görüşmesine doğal, kabarık saçlarıyla gittiğinde başına neler geliyor gibi sorular, kuaför salonunun uyuşuk ortamının -Afro kıvırcığı saç söz konusu olduğunda ortalama bir saç örgü işlemi, altı ile yedi saat sürüyor- uğultusuna karışıyor. Yazarın niyetini, yan karakterlerden biri olan ve kendi yaşamıyla ilgili bir kitap kaleme alan Shan’ın beyanlarından da okumak mümkün; Shan, editörünün ona yazdığı kitap hakkında, “ırk meselesini aşmasını sağlayalım ki sadece ırk üzerine bir kitap olmasın” dediğini belirtiyor ve ekliyor: “Yani ırk meselesi üzerine yazacaksan, bunu lirik ve ince bir şekilde yap ki okur satır aralarını çözemesin ve ırkla ilgili olduğunu anlamasın (...) Bu ülkede ırk hakkında dürüst bir roman yazamazsın.” Gelgelelim Amerikana, ırk hakkında dürüst bir roman ve saçla başlayıp aşkla bağlanırken bir göçmenin gözünden çifte standartları, adaletsizlikleri ve mikrodan makroya sosyal dengesizlikleri gözler önüne seriyor.
Ifemelu’nun göçmen statüsü, onu farklı bir bakışla donatan bir güç sembolü aynı zamanda; öyle ki bu sayede, yaşadığı ülkedeki yabancılığı ona antropolojik bir mesafe, hatta yetke kazandırıyor. Ifemelu, ten renginin farkına Afrika’dayken değil, Amerika’da varmak zorunda kaldığını belirtiyor ve ancak o zaman siyah olduğunu idrak ettiğini söylüyor. Burada sözcükler, onlara yüklenen anlamlarla ağır ve Ifemelu bunun farkında; “şişman” kelimesinin ABD’deki çağrışımlarının (olumsuz) Nijerya’dakinden (olumlu) farklı olması, ya da siyahlara has bir tür saç dokusunu tanımlayan “sert ve kıvırcık”[3] anlamındaki kelimenin kimin, hangi bağlamda kullandığına bağlı olarak incitici bulunması, buna birkaç örnek. Bu başlıkla[4] kaleme aldığı ve bilhassa siyah çocukları saçlarıyla barışık kılmayı amaçladığı çocuk kitabı ırkçılığa alet edilmekle suçlanan[5] yazar Carolivia Herron, sert ve kıvırcık anlamındaki kelimenin rencide edici olduğunu düşünmediğini belirtiyor örneğin, ne var ki kelimeler de hegemonyanın kullanımı doğrultusunda yüklü, kullanana göre renk değiştirebiliyor... Irkçı olan, Afro kıvırcığını betimleyen kelime değil aslında, onu olumsuz manada kullanagelmiş olanlar ve bu nedenle, Adichie’nin gözünde, bugün, ABD’nin ilk siyah first lady’si Michelle Obama’nın saçını düz kullanma tercihi, kişisel bir seçimden öte bir anlam taşıyor[6] – Amerikana, işte bu ve benzeri buzdağlarına ışık tutmaktan, altlarında yatanları sorgulamaktan çekinmiyor.
Gerçek hikâye: Esmin Elizabeth Green adlı bir kadın, 2009 senesinde, tıbbî yardım almak üzere gittiği Kings County Hastanesi’nin psikiyatri acil servisinde beklerken öldü ve cesedi saatlerce yerde kaldı. Green, doksanların sonunda ABD’ye ayak basmış, vatanı Jamaika’da bıraktığı altı çocuğuna bakmaya çalışan ve depresyondan mustarip bir göçmendi. Ciğerine yürüyen bir pıhtı anî ölümünü açıklasa da yardım almak üzere geldiği acil serviste bir saatten uzun süre yerde öylece uzanan cansız bedeniyle neden kimsenin ilgilenmediğini açıklamak mümkün değildi. Bu olayı anma amacıyla 2016’da Bekleme Odası adlı bir sergi düzenleyen sanatçı Simone Leigh, boyun eğmenin siyahlar için bir hayatta kalma mekanizması olduğunu belirtecek ve toplumun bilhassa siyah kadınların acılarına karşı duyarsız olduğunu söyleyecekti. Leigh’nin elinde istatistiksel veriler de vardı ve bunlara bakılırsa, doktorlar, aynı şikâyetlerle gelen beyazlara kıyasla siyah hastalara daha az ilaç yazıyor, dolayısıyla siyahların acılarını beyazlarınkine kıyasla hafife almaya yönelik bir eğilim sergiliyordu. Leigh, Bekleme Odası’nı bir sergi alanından ziyade “sembolik bir şifa alanı” olarak kurgulamıştı ve bu alanın Kara Panterler’in siyahlara bedava hizmet veren klinikleri ya da kölelik yıllarına uzanan ve siyahlara gönüllü sağlık hizmeti vermeyi amaçlayan the United Order of Tents gibi oluşumlarla aynı sembolik çizgide yer aldığını belirtiyordu. Yüzlerce yıllık köleliğin, sömürünün mirası, usul usul ilerleyen pratiklerde yaşıyordu: Siyahların mahkûm olduğu sosyoekonomik koşullar bir yana, yazılmayan ilaçlarda mesela ya da polis kurşunuyla ölme ihtimallerinin diğer ırk kategorilerindeki bireylerden yüksek olmasında veya bir hastanenin acil servisinde yere yapıştıklarında bile tıbbî yardım alamamalarında, vs.
“Siyah Güzeldir!” Bu slogan, altmışlı yıllarda, siyah hareketinin belkemiği olmuş, yetmişlerde Kara Panterler’in söylemlerinin de temelinde yer almıştı. Nobel Ödüllü Toni Morrison, 1970 yılında kaleme aldığı En Mavi Göz’de yürek parçalayan bir öykü anlatmış ve ona -ten rengi ve dolayısıyla yaşam şartları bağlamında- atfedilen çirkinliklerden kurtulmak üzere dünyanın en mavi gözlerine sahip olmak için dua eden, unutulmayacak bir çocuk karakter yaratmış, ırkçılığın ne denli yıkıcı olduğunu böylelikle göstermek istediğini belirtmişti. Gerçi şimdi şimdi dinamikler daha değişikti; Afrika kökenli yazarlar, yayıncılık endüstrisinin kendilerine dayattığı beklentilere karşı çıkıyor, romancının görevinin haber kanallarında sıklıkla bahsi geçen sorunlara parmak basmak ve stereotipleri onaylamak değil, okuru manşetlerin ötesine taşımak olduğunu söylüyordu.[7] Bugün, güzellik bir nebze daha göreceliydi belki, ama Adichie’nin Amerikana’da dikkat çektiği üzere, siyahlar ne moda dergilerinde ne de anaakım filmlerde kendi estetikleri, kendi doğal hâlleriyle ön planda yer alamıyordu. Kimi zaferler de vardı öte yandan, örneğin Obama’nın teni eşinden daha açıktı ve siyah bir başkandan daha iyi olan yegâne şey, başkanın ondan daha koyu tenli olan eşinin first lady olmasıydı: nihayet, Afrika kökenli birine verilen nadir başrol.[8] Kese kâğıdı testleri[9] artık alenen uygulanmıyordu ama ayrımcılığın öyle kolay kolay deva bulan bir hastalık olduğu söylenemezdi. Güzel olan neydi? Amerikana’nın yan kahramanlarından Kosi, örneğin, yazarın betimlemesine göre genel anlamda güzeldi, nezaket kurallarına harfi harfine bağlıydı, elmacık kemikleri çıkık, teni yumuşaktı; gelgelelim karşıtı sayılabilecek Ifemelu’nun patavatsızlığa varan dürüstlüğü, düzleştirici kimyasallardan yanan saçlarını doğal hâlinde gururla taşıyacak özgüveni ve mücadele direnci, Kosi’nin toplumsal standartlara uygun güzelliğini sönük, neredeyse sıkıcı, hatta bunaltıcı gösteriyordu. Her siyah kadının güzel olmak zorunda olmadığını belirten Adichie, söyleşilerinde kendi teninde rahat etmenin önemini vurguluyor, hatta ciddiye alınmayacağı korkusuyla bir zamanlar makyaj yapmaktan çekindiğini açıklarken bugün İngiliz kozmetik devi Boots’un reklam yüzlerinden biri olarak karşımıza çıkıyordu. Yazara göre güzellik, yere sağlam basıp dik dururken kimseye boyun eğmeden, içinden geleni yapmak, dışa vurmak ve kendin olmak ile ilgiliydi ve toplumsal normlara tabi olmamalıydı.
New York Times, geçtiğimiz ABD seçimlerinin öncesinde yayımladığı bir makalede adayları saçları üzerinden kıyaslayıp Kanada’daki son seçimlerde adayların saçlarının büyük rol oynadığını[10] belirtiyor, François Hollande’ın saçına ayda on bin dolar harcadığını ekleyerek kadın-erkek ayrımı yapılmadan, adayların saçlarına harcadıkları özene bakılarak seçmene ne gibi bir mesaj vermek istediklerinin anlaşılabileceğini iddia ediyordu. Clinton’ın omuz hizasındaki cansız saçlarının, Trump’ın kafasından fışkıran turuncu öbeğin yanında sönük kaldığı ve bunun da son seçimin sonuçlarına yansıdığı iddiaları azımsanacak gibi değil şimdi. Saç ve ırk bağlamında söyleyecek epey sözü olan Amerikana, Obama’nın seçilme sürecini ve başkanlık yıllarını geri plana aldığından belli bir optimizm yansıtıyor, oysa bugün, Ku Klux Klan gibi ırkçı oluşumlardan destek gören, göçmenleri ülkeden atıp sınıra bir duvar öreceğini iddia eden Donald Trump bu koltuğa oturmak üzere. Seçimlerde Clinton’a açıkça destek verenlerin arasında olan Chimamanda Ngozi Adichie, başkan adayının, bir erkek söz konusu olduğunda çoğu zaman olumlu bakılan bir meziyet olan hırs ile suçlandığını hatırlatarak iktidar iddiası bulunduğunda kadınların tabi tutulduğu çifte standarda dikkat çekiyor. Adichie, seçimlerden önceki yaz aylarında, Mrs. Dalloway’e selam çakan ve Melania Trump’ı merkeze alan bir öykü[11] yayımladı: Başından fışkıran turuncu, neredeyse ürkütücü, gür saçlarıyla Trump’ı insan-üstü bir varlıkmış gibi tasvir edenlere inat, yazar, onu burada solgun ve göbekli bir adam olarak tahayyül ediyor ve sırtındaki sert kıl öbeklerine odaklanıyor.