Rovelli’ye göre kesinliği kabul etmeme kabiliyeti sayesinde bilim dünyaya her defasında yeni bir gözle bakabiliyor. Başkaldırının nasıl bir erdem haline gelebileceğini ve eleştiriye açıklığın yaratıcı sonuçlarını hatırlatmasıyla bile okunmayı hak ediyor
13 Ekim 2016 14:00
Miletli Anaksimandros MÖ 6. yüzyılda her şeyin sudan geldiğini öne süren “ilk filozof” Thales’in öğrencisidir. Anaksimandros’un öğrencisi Anaksimenes ise her şeyin havadan geldiğini, havanın yoğuşma ve genleşme sonucu su, toprak ve ateşe dönüştüğünü söyleyerek şeylerin kaynağına ve oluşumuna dair yeni bir açıklama getirir. Aristoteles’in “fizikçiler” dediği, doğayı doğaüstü unsurlara başvurmadan açıklayan İyonyalı Thales, Anaksimandros, Anaksimenes üçlüsü arasındaki en orijinal ve devrimci düşünür, Carlo Rovelli’ye göre, Anaksimandros’tur. İtalyan fizikçi Rovelli, Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu[1] kitabında çıkış noktası olarak Anaksimandros’tan bugüne kalan tek yazılı parçayı temel alıyor:
“Her şey kaynağını birbirinde bulur ve birbirinde yok olur, zorunlulukla. Her şey birbiriyle adil kılınır ve gayriadilliği birbiriyle dengeler, zamanın düzenine uygun olarak.”
Rovelli bilimsel düşüncenin doğuşunu Anaksimandros’un (MÖ 614-525) bu fragmanına götürüyor. Peki burada bilimsel olan ne? Rovelli’ye göre:
1) Varlıkların doğaüstü bir neden olmaksızın “kaynağını birbirinden alması”.
2) Oluş ve yokoluşlarının doğaüstü buyrukla değil “zorunlu” doğa yasalarından ileri gelmesi.
3) Birbirleriyle etkileşimlerinde belirli ölçüler ve sınırlamalarla dengelenmesi (“adil” ve “gayriadil”).
4) Bütün bu oluşum ve ilişki yasalarının zamana tabi olarak, “zamanın düzenine uygun olarak” değişmesi.
Rovelli’ye göre bilim de tam da bu dört temel prensip üstünden çalışmaktadır: 1) doğaya içkin nedenlerle açıklama 2) doğada tekrar eden zorunlu yasaları bulma 3) doğadaki etkileşimlerin ölçülerini bulma 4) değişimi zaman içinde ölçme. Kısaca, doğayı ve işleyişini doğaüstü ve doğadışı değil doğaiçi nedenlerle açıklama.
Peki açıklamasını aynı şekilde pozitif unsurlara dayandıran Thales veya Anaksimenes değil de neden Anaksimandros? Thales dünyanın su üstünde dengede duran bir disk olduğunu söyler. Anaksimenes ise dünyanın havadan yastık gibi destek alarak askıda durduğunu söyler. Onlara göre, böyle olmasaydı dünya doğadaki şeyler gibi aşağı düşerdi. Anaksimandros ise şunu söyler: Dünya boşlukta asılı durur, kozmosun merkezinde durduğundan, uzay boşluğunda her yere eşit mesafede olduğundan düşmesini gerektirecek aşağı ve yukarı doğrultusu yoktur – tıpkı çemberin orijinin tam ortasında olmasının asla değişmemesi, aşağı ve yukarı doğrultularının göreli olması gibi. Demek ki kozmosun merkezindeki dünyanın dengede durmak için hiçbir şeyin desteğine ihtiyacı yoktur, dolayısıyla hiçbir şeyin hâkimiyeti altında değildir.
Rovelli’nin Antik Yunan’a dair en önemli kaynaklarından ikisi Jean-Pierre Vernant’ın Yunan Düşüncesinin Kökenleri[2] ve Greklerde Mit ve Düşünce[3] çalışmaları. Antik Yunan’da felsefe ve pozitif düşüncenin doğuşunu sosyal-tarihsel-politik yapılar bağlamında açımlayan Vernant, Anaksimandros’un kozmos tasavvurunun Grek toplumuna özgü kaynaklarına dikkat çeker. Greklerin özgün politik yapılanması polis (şehir-devlet), herkese eşit uzaklıkta olan bir merkezilik veya ortaklık çevresinde örgütlenmiştir. Düzen birinin desteği veya egemenliği sayesinde değil, tam da yasaların ve erkin kamuya açık olarak ortada/merkezde (en mesoi) olmasından ileri gelir. Yurttaşlar bir kralın buyruklarına ve yaptırımlarına tabi değildir, bizzat kendi oluşturdukları meclislerin ve mahkemelerin yaptığı yasalar ve aldığı kararlarla yönetilir. Polis’te yaşam, yurttaşların özerkliği, yani erki kendi kendilerine bölüştürmeleriyle şekillenir. Öte yandan yurttaşlar siyasetin öznesi olmalarıyla beraber nesnesidirler: Bir yandan yurttaşların bizzat kendi kararları yasama, yürütme ve yargıyı belirler, diğer yandan yurttaşlar da kendi yaptıkları ama artık kimsenin egemenliğinde olmayan bu ortak yasalarla belirlenir. Özetle “polis’te yaşam”, yani “politika” yurttaşlara, yurttaşlar da politikaya tabidir – müşterek tabiiyetle belirlenen, gücün merkezde, ortada, açıkta olmasıyla dengede duran bir düzen. İşte hiçbir şeye yaslanmadan, tek birinin egemenliğine girmeden ayakta duran bu politik düzenin bir benzerini Anaksimandros kozmos tasavvuruna yansıtır. Yunan şehir-devletinde yasalar nasıl merkezde, ortada, agora’daki kamusal alanda belirleniyor ve şehir nasıl kimseye ait olmayan, kimseye yaslanmayan ama herkesi belirleyen bir merkezin dengesinde duruyorsa, dünya da bir şeye tabi olmadan, yaslanmadan kozmosun merkezinde dengede durabiliyor.
Anaksimandros doğa için de benzer bir tasarım oluşturur. Doğada dış bir kuvvet olmaksızın kendiliğinden dengede duran bir düzen olduğunu düşünür ve ilksel unsuru (arkhe’yi) adından menkul “belirsiz” bir ilke olarak tasarlar: apeiron [a- (-sız) + -peras (sınır-)]: “sınırsız” ya da “belirsiz”. Bu belirsiz ilke, düzenli evrenin kaynağıdır ama hiçbir şeye egemen değildir. Apeiron –şehir-devletteki yasalar gibi– bir düzen ilkesi olmasının yanı sıra düzen ilişkisidir. Şeyler bu ilke ya da ilişki prensibi dahilinde soğuk-sıcak, yaş-kuru temel karşıtlıklarıyla devinir: Birbirleriyle olan ilişkilerinde “hak verdikleri” (uyuştukları) ve “haksızlık ettikleri” (çatıştıkları) ölçülerde. Nasıl ki dünya kozmosun ortasında olması itibariyle hiçbir şeye gerek duymadan ortada asılı duruyorsa, doğada da düzen için temelleyici egemen bir ilkeye gerek yoktur. Doğadaki şeylerin birbirleriyle karşıtlıkları ve benzerlikleri bağlamında zorunlu bir işleyişi, oluşumu, değişimi vardır. Kısaca doğada düzen, dışarıdan değil içeriden gelir, varlıkların birbirleriyle ilişkisiyle doğar ve yenilenir.
Rovelli’ye göre bu doğa ve düzen anlayışı bilimin serüvenini günümüze kadar belirleyen bir temel oluşturmuştur. Thales’le başlayan, Anaksimandros’la anahatlarını kazanan historia peri phuseos, doğayı doğa içre unsurlar ve nedenlerle açıklama çabası, Aristoteles’in, İskenderiye biliminin, Batlamyus’un, Arap bilimcilerin, Kopernik’in, Galileo’nun, Newton’ın, Einstein’ın devrimlerine zemin hazırlamıştır. İşte Rovelli’nin izlediği arterlerden biri de, Anaksimandros eşliğinde bilimsel devrimlerin tarihini yeniden değerlendirmeyi amaçlıyor. Bu girişimini ilk bölümde şu sözlerle ifade ediyor: Bilimin “dünyayı yeniden icat etme yönündeki çabası, bilimsel bilgi arayışının asli bir veçhesiyse, bu durumda serüven Newton’ın senteziyle veya Galileo’nun öncü deneyleriyle yahut da İskenderiye astronomisinin ilk matematiksel modelleriyle başlamamıştır. Çok daha erken, insanlık tarihinin ilk büyük “bilimsel devrimi” diye adlandırılmaya uygun düşen olayla başlamıştır: Anaksimandros devrimi.”
Anaksimandros’un düşüncesi modern bilimdeki gibi matematiksel formülasyon ve empirik uygulama karakteri taşımıyordu. Öte yandan bilimin dayandığı ve sayesinde geliştiği prensipleri kapsayan bilimsel düşünce yapısını ilk o ortaya koymuştur. Anaksimandros’un sözünü tekrar hatırlayalım:
“Her şey kaynağını birbirinde bulur ve birbirinde yok olur, zorunlulukla. Her şey birbiriyle adil kılınır ve gayriadilliği birbiriyle dengeler, zamanın düzenine uygun olarak.”
Doğanın açıklamasının doğada olması, doğada zorunlu yasaların olması, şeylerin belirli ölçülerle devinmesi, bu değişimin zamana göre ölçülmesi. Böylelikle bilimsel düşüncenin en temel ilkeleri Anaksimandros’un düşüncesinde toplanmış oluyor. Rovelli de Anaksimandros’ta bulduğu bilimsel araştırmanın temel ilkelerinden yola çıkarak bilimsel düşüncenin çalışma biçimini anlatıyor. Ayrıca bilim tarihinde Anaksimandros’tan günümüz kuantum fiziğine bilimin yol haritasını çıkarıyor; başlıca Batlamyus, Kopernik, Newton ve Einstein’ın dünya ve evren anlayışımızda nasıl büyük devrimler yarattığını bilimin “dünyayı sürekli yeniden icat etme” karakteri üzerinden yeniden okuyor. Bilimsel düşünce verili ve hazır kavramları gözden geçirerek, radikal devrimler söz konusu olduğunda topyekûn yenileyerek, yani oyunu kurallarına göre oynamayı bırakıp “oyunun kurallarını değiştirerek” dünyayı sürekli yeniden görmemizi, düşünmemizi ve düşlememizi sağlıyor. Tarihsel olarak bilimin bu karakterine ve “dünyayı yeniden icat etme” denen radikal jestine ilk Anaksimandros’ta tanık oluyoruz; Anaksimandros ustası Thales’in pozitif tasarımını takiben kendinden önceki mitsel dünya tasarımını bir kenara bırakmakla kalmıyor, Thales’i eleştirerek doğaya dair yeni bir tasarım ortaya koyuyor. Rovelli’nin Anaksimandros ile Thales arasındaki usta-çırak ilişkisinin biricikliğini ifade ettiği pasaja uzunca yer verelim, zira edinilmiş bilgiyi sorgulamaya dayanan bu tartışmacı ethos, Rovelli’ye göre, bilimin Yunan düşünce geleneğini takip eden Batı’da bugünkü hale evrilmesinin en kritik sebeplerinden biri.
“Antik dünyada nice düşünce Ustası ile öğrencisi vardır: Mesela, Konfüçyus ile Mensiyüs, Musa ile Yuşa, İsa Mesih ile Tarsuslu Pavlus, Buddha ile Kaundinya. Ama Thales ile Anaksimandros arasındaki ilişki, andığımız bu düşünce ustaları ile “koca öğrencileri” arasındaki ilişkilerden derin biçimde farklıdır. Mensiyüs, Konfüçyus’un düşüncelerini zenginleştirir ve derinleştirir, ama ustasının iddialarını sorgulama konusu yapmaktan kesinlikle sakınır. Tarsuslu Pavlus Hıristiyanlığın teorik temellerini kavrar, ama İsa Mesih’in öğretilerini eleştirmez ve tartışmaya açmaz. Peygamberler Tanrı Yehova’nın ve onun halkıyla bağının tasvirine derinlik kazandırır, ama bunu yaparken Musa’nın hatalarıyla hesaplaşmaya kalkışmaz. Ustası Thales’in mirası karşısında Anaksimandros’un tavrı ise yepyeni bir tavırdır. Anaksimandros, ustasının problematiğinin dört dörtlük bir takipçisidir: Onun ana sezişlerini, düşünme tarzını, entelektüel ufkunu devralır. Ama ustasının iddialarını cesurca eleştiriden geçirir. Thales’in öğretisini topyekûn tartışır. Thales dünya sudan meydana gelmiştir derken Anaksimandros bunun yanlış olduğunu savunur. Thales Arz’ın suda yüzdüğünü söylerken Anaksimandros bunun da yanlış olduğunu savunur. Thales depremlerin, Arz’ın bulunduğu yüzeydeki dalgalanmadan kaynaklandığını söylerken Anaksimandros buna da itiraz ederek Arz’daki kırılmalardan kaynaklandığını savunur. Pisagorcuların Pisagor’a, Mensiyüs’ün Konfüçyus’a, Tarsuslu Pavlus’un İsa Mesih’e mutlak teslimiyetçiliği ile kendisinden farklı düşünen kişinin fikrini kabaca reddetme arasında, Anaksimandros üçüncü bir yolu tutmuştur. Anaksimandros’un Thales’e saygısı açıktır ve de ustasının entelektüel ufkuna ve başarılarına sırtını dayadığı besbellidir. Ama bununla beraber, Anaksimandros, Thales şu şu konularda yanıldı, daha iyisini yapabilirdi demekte tereddüt etmez. Ne Mensiyüs ne Tarsuslu Pavlus ne de Pisagorcular bu üçüncü dar yolun bilgiye giden patika olduğunu anladı. Bütün modern bilim, bu üçüncü yolun etkililiğinin keşfedilmesinden doğup gelir. Bu üçüncü yolun kavranması, altında yatan örtük ve sofistike bir bilgi teorisi sayesinde mümkün olmuştur: Hakikate basamak basamak yükselerek ve bilinenleri sürekli daha rafine kılarak ulaşıldığı şeklindeki bir bilgi teorisi.”
İşte Rovelli’nin bilimin en karakteristik özelliği olarak gördüğü tam da bu bilgi teorisi: Hiçbir kuralı ve kavrayışı değişmez, daimi, kesin kabul etmemesi. Tam da kesinliği kabul etmeme kabiliyeti sayesinde bilim dünyaya her defasında yeni bir gözle bakabiliyor. Anaksimandros’un mitsel düşünceyle ilişkisinde olduğu gibi, bilimsel düşünce de devraldığı bilgi birikimini sürekli sınayıp dünyaya dair algımızı ve bilgimizi kökten değiştirebiliyor; şeylerin yapısını keşfettikçe halihazırdaki kesinliklerini ve formüllerini değiştirip dönüştürebiliyor. Rovelli bu konuda Thomas Kuhn’un bilim paradigmaları anlayışını da eleştiriyor. Paradigma değişiminin halihazırdaki bilimsel teorilerin tasfiyesine yol açmadığına dikkat çekiyor. Bilimsel devrimlerin radikal olduğunun yanlış olmadığını ama dönüşümün ancak önceki bilgi birikimi üzerinden kümülatif olarak sağlanabileceğini gözden kaçırmamamız gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla söz konusu olan hem radikal bir kopuş hem de önceki bilgiye yaslanan bir revizyon. Sözgelimi Kopernik dünyanın evrenin merkezinde olmadığını, güneş etrafında döndüğünü açıkladığında büyük oranda Batlamyus’un Almagest’teki evren tasarımına bağlı kalmıştı, onu tamamen değil bir ölçüde yanlışlamıştı. Keza Einstein, Newton’ın sabit boş uzayına karşı uzayın bükülebilir olduğunu açıkladığında, Newton yasalarının mikrokozmik düzeyde geçersiz olduğunu göstermiş ama makrokozmik düzeyde geçerliliğini ilga etmemişti.
Gelgelelim Rovelli bilimde ustaya teslim edilmesi gereken kıymeti harbiyenin yanı sıra asıl olarak ustaya başkaldırmanın erdemine dikkat çekiyor. Nitekim bilimsel bilginin ve buluşların Antik Yunan’dan iki bin yıl önce başladığı Çin’de göksel araştırmaların sistematik bilimsel araştırmaya dönüşmemesini, Çin biliminin evrenin yapısını açıklamada başarısız olmasını ustanın sorgulanmamasına, öğrenilmiş bilgiye başkaldırmanın eksikliğine bağlıyor. Zira Anaksimandros Thales’ten öğrendiklerine, Kopernik Batlamyus’tan öğrendiklerine, Einstein Newton’dan öğrendiklerine kuşkuyla yaklaşmaktan ve başkaldırmaktan çekinmeyerek evrene dair bilgimizi ve algımızı değiştirmişti. Rovelli bu konuları tartıştığı “Başkaldırı Erdem Olduğunda” başlıklı, kitabının atardamarı denebilecek bölümün sonunda şu sonuca varıyor:
“Klasik bir teze göre, Batı’da gerçekleşen devrimle mukayese edilebilir bir bilimsel devrim, birçok bakımdan asırlar boyunca hayli üstün olmasına rağmen Çin düşüncesinde usta asla eleştirilemediğinden, asla tartışma konusu edilmediğinden Çin uygarlığında gerçekleşmemiştir. Çin düşüncesi zenginleşerek ve derinleşerek gelişmiştir, entelektüel otoritenin sorgulanması yoluyla değil. Bu bana makul bir hipotez gibi geliyor; büyük Çin uygarlığının, Cizvitler gelip de onlara açıklamadan önce Arz’ın yuvarlak olduğunu kavramayı başaramamış olmasına (bu inanılmaz duruma) yönelik başka bir açıklama bulamıyorum. Belki de Çin’de asla Anaksimandros ayarında biri çıkmadığından. Zaten çıksaydı da muhtemelen imparator onun kellesini vurdururdu.”[4]
“Doğulu” düşünce yapısı ile “Batılı” düşünce yapısı arasındaki kontrastlardan beslenen atardamar bu aşamada kitabın teninde iyiden iyiye kabarıyor. Rovelli Doğu’yu dinsel düşünce perdesini ve biat ağlarını yırtamayan bir tarihsel-toplumsal zihniyet yapısına oturtuyor. Batı’nın pozitivist ve kuşkucu erdemlerinin ışıltısı yine Doğu’nun mitsel ve siyasi tutuculuğunun karanlığıyla olan diyalektik kontrastında parlıyor. Bir bakıma Avrupalı araştırmacı, çok da yabancısı olmadığımız bir jestle, Doğulu kültürleri kendini yeniden tanıyacağı bir aynaya, negatif imgeye çeviriyor.
O halde şöyle bir parantez açmakta yarar var: Son yüzyılda Antik Yunan’ın, dolayısıyla Avrupa’nın Yakın Doğu’daki kökenlerine dair başlıca F.M. Cornford, Walter Burkert, Martin Bernal gibi araştırmacılar tarafından olmak üzere yeterince eleştirel çalışma üretildi[5] ve Batı coğrafyasının tarihsel-düşünsel haritası Yakın Doğu’ya genişledi. Dolayısıyla artık Yakın Doğu tarihinin ve kültürlerinin Avrupa için kolayca bir kontrast kutbu haline gelemeyeceği anlaşıldı. Keza 1970’lerin sonundan itibaren Said ve takipçilerinin oryantalist ve Avrupamerkezci söylemleri aşındırmasıyla da Batılı’nın Doğu’da kendini anlama kariyeri malumun ilamı oldu. Denebilir ki Avrupa yaklaşık otuz kırk yıldır kendini anlamak için Avrupa dışı yeni bir iç bükey ayna arayışına girdi ve pusulasını bu kez en uzağındaki doğuya, Uzak Doğu’ya, Çin’e çevirdi. Zira Hellenist Geoffrey Lloyd’un Antik Çin ile Antik Yunan’ı karşılaştırdığı çalışmaları tam da seksenlerin sonunda başlar. Öte yandan yine seksenlerde Çin düşüncesini Yunan düşüncesiyle karşılaştırarak okuyan Sinolog François Jullien’in ilk olarak 1989’da yayımlanan Süreç mi Yaradılış mı?[6] çalışmasında Avrupalı insanın kendini anlama ajandasının artık oryantalist ve Avrupamerkezci bakışa ve söylemlere düşmeden, bir otokritik imkânı olarak rücu edişini görebiliyoruz.[7] Ne var ki Jullien’in Çin’e bakışı menfaatsiz bir ilgiden ibaret de değil; bu ilgi, Batı düşüncesindeki başat kavramları Çin’deki negatif imgeleriyle karşılaştırma, içinden çıktığı düşünce geleneğini yeni yollara itme amacı da taşıyor. Böyle bir ajandanın kaçınılmazlığını, bir tür klişe olduğunu kabullenerek küçük bir ironiyle şöyle ifade ediyor: “Kimliğin ancak ötekiyle temas yoluyla algılanabildiğini kabul etmek beylik bir iş: Demek ki, bizim bütün dağınıklığımızı nihayet dışarıdan derleyip toplamak ve bize kendi mantıklarımızın keşfi için dış referans olmak ‘Çin’e düşüyor.”[8]
Aslında “kendini anlama” çabası olarak “yabancı sistemlere yolculuk”un billurlaşmalarından birine 19. yüzyıl başında, Novalis’in bilgiyi irfana dönüştürme arayışında Doğu’daki Sais kentine yolculuğu sembolleştirdiği Sais Çırakları’nda[9] ve Fragmanlar’ındaki bir maksiminde tanık olabiliriz: “İnsan yabancı sistemleri kendi sistemini bulmak için inceler.”[10] Tabii Jullien gibi günümüz düşünce seyyahları için halihazırda kurulmuş ve tamamlanmış Batılı sistemlerin mutlakiyetinin karşılaştırmalarla aşındırılması ve yeni düşünce imkânlarının açılması söz konusu. Peki ya hâlâ sistem yaratma buhranında olanların yabancı sistem yolculukları? Bugün erken modernleşme mantığının bir parçası olan “sistem yaratma” gibi bütüncül projelerden söz etmek zor. Keza bugün bir sistemi bir başka sistemden “ileri” veya “geri” olarak konumlandırmak Aydınlanma tipi mutlak doğru bir gelişim güzergâhı varsaymak olur. Öte yandan uzun yıllardır kendi sistemini oluşturma çabasından çok, soluk soluğa “ileridekiler”e yetişme gayretiyle yabancı sistemleri öğrenmeye uğraşan kültürler için Rovelli’nin farklı düşünce sistemlerinin tarihsel gelişimine ilişkin vardığı sonuçlar değilse de sorduğu sorular bilhassa meşruiyetini koruyor.
Rovelli’nin bakış açısı bilimi ve bilimsel bilgiyi mutlaklaştırıp dogmalaştırmaktan kaçınıyor; bilimin kesinliğe ve mutlaklığa bel bağladığında tam da koptuğu mitsel-dinsel düşünme yapısına ricat edeceğinin farkında. Dolayısıyla Rovelli bilimsel bilginin erdemini güvensizlik, kesinsizlik ve boşluk hissini benimseyebilmesinde görüyor. “Kesinlikten Yoksunluğa Methiye” başlıklı bölümde şunları söylüyor:
“Dönüşümü bitmek bilmiyorsa, bilimsel bilgi niçin inanılmaya değer bir şey olsun? Yarın eğer dünyayı Newton’dan veya Einstein’dan farklı şekilde düşüneceksek, dünyanın güncel bilimsel tasvirini neden ciddiye alalım? Aslında bilimin güvenilirliğini zedelemekten uzak bir özelliği olan değişebilirlik veçhesi tam da onun güvenilirliğinin gerekçesidir. Bilimsel cevaplar nihai cevaplar değildir, ama onlar neredeyse tanımı icabı, şu an sahip olduğumuz en iyi cevaplardır. Bilim haklı olarak en iyi cevapları sunar, çünkü cevaplarını kesin surette doğru cevaplar gibi görmez; işte bu nedenle öğrenmeye, yeni fikirleri kabule her zaman hazırdır. Diğer bir deyişle, bilim, bilginin sırrının, öğrenmeye hazır bulunmaktan ibaret olduğunun keşfidir. Nihai hakikate eriştiğimize inanmamaktır. Bilimin güvenilirliği kesinliğe dayanmaz: Kesinliğin radikal yokluğuna dayanır. Eleştiriye açıklık kapasitesine dayanır.”
Rovelli’nin, bilimsel araştırma yöntemi kökenlerini neden Antik Yunan’dan devraldı ve tarihsel güzergâhında bugünkü bilime nasıl evrildi, sorularına verdiği yanıtın temelinde bu “eleştiriye açıklık kapasitesi” duruyor. Çin gibi gelişmiş antik uygarlıklarda bu kapasitenin neden Antik Yunan ve mirasçılarındaki doğrultuda gelişmediğine cevaplar bulmaya çalışıyor Rovelli. Bu denli geniş bir soruşturmaya girişirken yaslandığı kaynakların sınırlarını teslim ediyor, ama nedense Doğu’da modern bilimsel araştırma yöntemine evrilen bir düşünce biçiminin gelişmeme nedenlerine dair vardığı sonuçlarda yer yer “kesinlikten yoksunluk” erdemini unutuyor, yargılarını tarihsel olgular olarak kabul etmekten alamıyor kendini. Öte yandan Antik Yunan’dan günümüze Batı’da bilim ve düşünce tarihindeki kırılmaları yeniden değerlendirmedeki eleştirel yetkinliği de su götürmez. Keza başkaldırının nasıl bir erdem haline gelebileceğini ve eleştiriye açıklığın yaratıcı sonuçlarını hatırlatmasıyla bile okunmayı hak ediyor.