Zebercet’ten Cumhuriyet’e “Anayurt Oteli”nde alt başlıklar halinde incelenen temalar, bir yakın okumaya girişecekler için “geriye ne kaldı” dedirtecek denli geniş bir yelpazede...
21 Ocak 2016 12:30
Ele alacağım kitap, Milli Eğitim Bakanlığı’nın müstehcen içeriği dolayısıyla 2008 tarihinde “100 Temel Eser” listesinden çıkarttığı Anayurt Oteli üzerine, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde verilen Türk Edebiyatı dersinin bir ürünü: Zebercet’ten Cumhuriyet’e “Anayurt Oteli,” dersin hocası Murat Belge’nin kitabın neredeyse yarısını kaplayan incelemesi ve derse katılan öğrencilerin yazılarından oluşuyor. Belge’nin de belirttiği gibi Anayurt Oteli okunmadıysa, “eserle bu ayrıntı düzeyinde ilgilenen bir kitaptan anlam çıkarmak zaten zor bir şey. Onun için kitabın her halükârda okunmuş olması zaten gerekiyor.”
Yusuf Atılgan’ın, “çok karanlık şeyler yazıyorum herkes şaşıracak” diyerek haber ettiği eseri Anayurt Oteli, Orhan Koçak’ın tespitine katılırsak, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın başlattığı Türk modernist yazınının kapanışını gerçekleştirmiştir. Üzerine Türkçe edebiyat eleştirisinin öne çıkan isimleri tarafından çeşitli metinler yazılmış olsa da, bu çalışmalar arasında teorik bağlamların ya da karşılaştırmaların boğmadığı bütünlüklü bir “yakın okuma”ya rastlamak oldukça zor. Öne çıkan değerlendirmelerde genellikle psikolojik bakış ve varoluşçu edebiyat karşılaştırmaları baskın. Örneğin Berna Moran, “Aylak Adam’dan Anayurt Oteli’ne” başlıklı metninde, Zebercet’i toplum dışına itilmiş, toplumdan bambaşka bir karaktere bürünmüş, “güçsüz, korkak ve gülünç bir zavallı” olarak anlatırken diğer taraftan Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili adlı çalışmasında Anayurt Oteli’ne dair yaptığı analizde, yeraltı edebiyatı klasikleriyle karşılaştırarak varoluşçu gömleği metne giydirmeye çalışır. Ömer Kavur’un Anayurt Oteli filmi de Enis Batur’un ifadesiyle Zebercet’i “zavallı bir küçük sapığa” dönüştürmüştür. Batur da kitaplarında değerli yakın okuma notları çıkartmış olsa da, bütünlüklü bir çalışma sunmaz. Tüm bunlar göz önüne alındığında özellikle Belge’nin incelemesinin, daha genel ifadeyle bu kitabın, önemli bir boşluğu doldurmaya aday olduğu söylenebilir.
Kitabın kendi yapısına uyar şekilde, esas olarak Murat Belge’nin İnceleme’sinde, sonrasında kitabın genelinde önemli gördüğüm noktalara değineceğim. Çalışmayı şiddetle tavsiye edebilecek olmama karşın bu noktalar çoğunlukla sorunlu bulduğum hususlarda olacak.
Murat Belge, Anayurt Oteli’ni kendi deyimiyle iç içe geçmiş halkalara, temalara ayıran alt başlıklarla inceliyor. Bu temalar, bir yakın okumaya girişecekler için “geriye ne kaldı” dedirtecek denli geniş bir yelpazede: Metnin anlatı yönteminden cinsellik, aile, simgeler, siyasi tarih gibi konulara kadar. İncelemenin bir çeşit “ders notları” niteliği taşıdığını da söylemek mümkün: Temalar boyunca Belge, kendi yöntemine ve teşhislerine dair açıklamalarda da bulunuyor. Özellikle akademi dışı okuyucunun metni bir başka kaynağa ihtiyaç duymadan okuyabilmesi açısından bu açıklamaların önemli olduğu kanısındayım.
Anayurt Oteli, iç içe geçmiş parantezlerdeki cümlelerle bezeli, kimin hangi zamandan konuştuğunu anlamanın oldukça zor olduğu, aynı zamanda kitabın diline dair de önemli ipuçları sunan sayfalarla başlar. Modernist edebiyatın iç monolog, bilinçlilik akışı gibi tekniklerine alışık olanlar için bile zorlu olan bu sayfalara ve kitabın anlatım tekniğine eğilmek isteyenler için “Anlatı, Anlatı Yöntemi, Anlatıcı” başlıklı kısım, değerli bir giriş sunuyor. Belge, anlatıcı kişi ve yazarın geri çekilişi gibi klasik ve modernist edebiyat arasındaki önemli farklara değinmekle birlikte Anayurt Oteli’nde anlatı tekniği açısından sorunlu bulduğu parçalardan da bahsediyor. Bu girişin açılabileceği noktaları Nergis Öztürk’ün “Anayurt Oteli’nde Anlatımın Gücü” başlıklı yazısında bulmak mümkün. Anayurt Oteli’ne dair referans niteliği taşıyan çalışmalarda anlatı yönteminin detaylarına büyük oranda inilmemiş olduğunu göz önüne aldığımızda bu yazıların önemi daha da artıyor.
Alt başlıklara genel olarak bakıldığında, “Zebercet ve Dürüstlük” gibi bazı bölümlerin oldukça zayıf kalması bir yana, konuların düzenlenişiyle ilgili bir dağınıklık göze çarpıyor. Belge, konu edilen eserin yapısı ve temalara ayrılarak işleniyor olmasından kaynaklı olarak ileri-geri gidişlerin ve tekrarların kaçınılmaz olarak var olduğunu kendisi de belirtse de, “ders notları” niteliğinin etkisiyle olsa gerek, “kaçınılabilir” sorunlar da göz ardı edilmiş gibi. “Cinsellik” ve “Kadınlar”ın arasına “Obsesyon ve Rutin” başlığının girmesi ve birkaç konu sonrasında “Zebercet ve Rutinleri” diye bir başka başlığın aynı temanın başka detaylarından bahsediyor olması ya da “Sonuçlar”ın varlığıyla birlikte “Son Birkaç Söz” bölümündeki notların zaten bahsedilmiş ya da ilgili başlıklarda bahsedilebilir olması, düzenleme problemlerine örnek gösterilebilir. Yetkinliği tartışma götürmez Belge’nin, kimi yerlerde kararsız kaldığı noktalardan bahsetmesi takdire şayan. Fakat bu bahsedişlerden biri burada açıklamaya çalıştığım kaygıyı ispat eder nitelikte bir örnek sunuyor. Belge, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının ve Emekli Subay’ın bıraktığı havlunun aynı olması problemine dair kararsızlığını üç kez, üstelik birbirine çok benzer vurgularla tekrarlıyor: “Benim halen çözemediğim bir olayla karşılaşıyoruz” (s. 21), “…biliyor musunuz, benim de söylediğime fazla aklım yatmıyor” (s.35) ve “…çok iyi anladığımı söyleyemeyeceğim şeyler var romanda” (s. 63).
Belge, Anayurt Oteli’nin, Fredric Jameson’un “Üçüncü Dünya Edebiyatı” hakkındaki genellemesine uyduğunu, yani bir “ulusal-politik alegori” olduğunu’ söylüyor: “Zebercet, baştan aşağıya, bir ‘toplumsal ürün’dür.” (Burada ironik bir şekilde Vedat Türkali’nin o zamanlar arkadaşı Atılgan’ı romanında toplumsal meselelere değinmediği için eleştirdiğini not edelim). Jameson, genellemesinde bütün üçüncü dünya ülkelerinde yazılan romanların alegori biçimine dönüşen siyasi bir boyut yansıttığını iddia etmiştir. Belge, incelemede diğer yöntem açıklamalarının aksine bu teoriye ilişkin başka bir yazısı olduğunu dile getirmiş fakat detay vermemiş. Bu noktada referansı belirtilmeyen metnin Edebiyat Üstüne Yazılar kitabındaki “Üçüncü Dünya Ülkeleri Edebiyatı Açısından Türk Romanına Bir Bakış” başlıklı metin olduğunu ilgililer için belirtelim.
Ulusal-politik alegori yaklaşımının etkisini kitabın başlığındaki “Zebercet’ten Cumhuriyet’e” ibaresiyle birlikte tüm temalarda hissedebiliyoruz. “Zebercet’in Siyaset ve Tarihle İlişkisi” ile “Simgeler” başlıkları hem bu açıdan hem de diğer temalara oranla yoğunlukları yönüyle de öne çıkıyor. Bahsi geçen yaklaşımın kimi yerlerde bazı zorlama yorumlara sebep olduğu iddia edilebilir. Fakat olası iddiaların çoğuna Belge’nin şu ifadeleriyle cevap vermek mümkün: “Eserlerinde simgeye geniş ve belirleyici yer veren bir yazar, yazdıklarının ‘aşırı’ yorumlanması tehlikesine göğüs germek zorundadır… Yazarın kendi eseri üstüne yaptığı açıklamaları dahi kabul etmek zorunda değiliz. Önemli olan, yapılacak yorumun tutarlı, geçerli, inandırıcı olması.” Belge’nin koşulu uyarınca, kanaatimce ulusal-politik alegori yaklaşımını sürdürme eğiliminin sebep olduğu, geçerlilik ve tutarlılık sınırını aşan bir noktadan bahsetmek istiyorum.
“Cinsellik” bölümünde, Zebercet’in öldürdüğü kedi ile ilişkisini yorumlayan Belge, “Türklerin hayvanlara karşı oldukça yaygın sevgisizliği”ni çıkış noktası yapıyor. Zebercet’in iki kez tekmeyle savuşturmaya çalıştığı, üçüncüde öldürdüğü kediye karşı davranışını “ülkede geçerli pedagojik terbiyenin bir sonucu” olarak gördüğü “hayvan düşmanlığı”na bağlıyor. Türkiye üzerinden yaptığı tespitleri oldukça tartışmalı bulmakla birlikte, kedinin metinde oynadığı simgesel rolün metnin kendisinde zaten verili olduğu düşüncesindeyim. Kitapta, Necdet Berk Özler’in Anayurt Oteli’ndeki semboller ve karşıtlıkları sistematik olarak serimlediği yazısında da belirttiği gibi, Zebercet’in kediyle karşılaşma anları, işlediği günahlara denk gelir. Bu bağlamda Zebercet, kedinin oynadığı “vicdan” rolüne karşın onu öldürür. Rüyasında Ortalıkçı Kadın’ı değil de kediyi öldürdüğü için yargılanmasıyla bu yorum yerli yerine oturur.
Diğer bir nokta da “Simgeler”de Zebercet ile İsa arasında kurulan ilişki. Belge, Zebercet’in 33 yaşında ölmesi ve yeni doğduğunda otele dört ziyaretçinin gelmesinin “yazarın aklında İsa simgesinin olduğu konusunda bir şüphe bırakmadığı”nı söylüyor. İsa’nın 33 yaşında çarmıha gerilmesi, Belge için yeter sebep oluyor. Öyle ki İsa’yı yeni doğduğunda dört değil üç kişinin ziyaret ediyor oluşuyla ortaya çıkan tutarsızlığı, yazarın “fazla mekanik olabileceği için” bu rakamı değiştirdiği şeklinde bir yorumla savuşturuyor. Üzerinde düşünülebilir olmakla birlikte “şüphe bırakmayan” bir gerçek olarak bu yorumun sunulmasının, Belge’nin kendi yaklaşımına uymadığı kanaatindeyim.
İncelemede Zebercet’in Ekrem’le olan yakınlaşmalarına dair kullanılan “eşcinsel” ifadesi, açıkçası nasıl bir yönde değerlendireceğime dair kararsız kaldığım bir husus oldu: “Eşincsel midir Zebercet? Değildir, ama büsbütün kayıtsız da değildir. Her an olabilir.” (s. 17), “Eşcinsel duygular duyduğu Ekrem…” (s. 22), “Zebercet’te eşcinsel potansiyel olduğunu görüyoruz” (s. 16) ve kitaptan bir başka metindeki “eşcinsel kurtuluş” (s. 125) ifadesi. Murat Belge’nin, Türkiye’de eşcinsel hareketin ilk filizlendiği zamanlarda da destekleyici ve duyarlı açıklamaları, dolayısıyla konuya yaklaşımı göz önüne alındığında politik doğruculuk üzerinden yapılabilecek eleştirileri dışarıda bırakabiliriz. Fakat yine de bir dönem için oldukça önemli olan seslendirme, görünürlük gibi ihtiyaçların, bugün artık aşıldığı göz önüne alınarak, heteroseksüel bir ilişkinin tanımlanmaya ihtiyaç duymayışı gibi “eşcinsel” ifadesine gerek duymamak belki daha uygun olabilirdi.
Dikkatimi çeken bir başka ufak detay, literatürde genelde “bilinç akışı” olarak anılan tekniği, Belge’nin “bilinçlilik akışı” (stream of consciousness) olarak tercüme etmesi. William Faulkner, James Joyce gibi bu tekniğin kâşiflerinin eserlerini çeviren, İngilizce edebiyat üzerine üstatlığı aşikâr Belge’nin tercihinin daha doğru olduğu kanaatindeyim. Ben de yukarıda bu şekilde kullandım. Terime aşina olmayanları uyarmak adına belirteyim: İlk baskıda bazı sayfalarda (38, 40, 46) bir yazım hatası olmuş “bilinçlilik,” “biliçlilik”e dönüşmüş.
Yukarıda da değindiğim Özler’in semboller ve karşıtlıkları işlediği “Anayurt Oteli’nde Okların Yönü” ve Öztürk’ün “Anlatımın Gücü ve Kadın Olmak” metinleri dışında, kitapta yer alan diğer metinler, ya oldukça ham ya da Belge’nin incelemesinin gölgesinde kalıyor. Herhangi bir kavramsal, teorik yaklaşım ya da referansla beslenmemelerinin yanı sıra yakın okumada da Belge’nin sınırlarını pek aşamadıkları söylenebilir.
Örneğin, “Anayurt Oteli’nde Mekân Kullanımları” başlıklı metninde Zeynel Abidin Budak, romanın geçtiği mekânları dört türe ayırarak incelemeye niyetlenirken, metnin yarısını kaplayan, romanda geçen mekânların dökümü ve bağlamdan koparak politik bir değerlendirmeye dönüşen son sayfa ile çalışma oldukça ham halde kalıyor. Kitabın yapısı itibariyle de mekânların dökümünün EK 3’teki “Cinsellikle İlgili Değinmeler Dökümü”ne benzer bir ekte neden verilmediği sorusunu da sormadan edemiyorum.
Kitabın tümü için değinmek istediğim son husus da Anayurt Oteli metnini incelerken, kendi yer ve kişi adlarına sadık kalınmaması. Ortalıkçı Kadın’ın, Ortalıkçı Zeynep, Gündelikçi Zeynep olarak; Kasaba’nın Manisa olarak anılması gibi. Bu anmaların belki de en tehlikelisi, Özler’in metninde gerçekleşiyor. Romanda herhangi bir özel adla bahsedilmeyen park, Özler tarafından Ulupark olarak anılıyor. Hem de herhangi bir açıklama yapmadan: “Zebercet, çıkışta vakit geçirmek için Ulupark’a gidip bir banka oturur.” Kitabın sonundaki Manisa fotoğraflarına henüz bakmadıysanız benim gibi Anayurt Oteli metnine geri dönüp Ulupark’ı arayabilirsiniz.