Abdullah Aysu: Biz bugün sağlıksız gıda üreten, ekolojiyi tahrip eden endüstriyel tarımla birlikte köylü tarımını ve onun bilgi ve bilgeliğini yitirdik. Yaptığımız işe yabancılaştık/yabancılaştırıldık
21 Ocak 2016 12:00
Gıda Krizi: Tarım, Ekoloji ve Egemenlik Türkiye’de tarımın dönüşümü ve çiftçiliğin evrimi üzerine teorik ve pratik çalışmalar yapan, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Kurucu Genel Başkanı Abdullah Aysu’nun imzasını taşıyor. Aysu, “gıda krizi” olarak tanımladığı süreci, küresel ölçekte ve Türkiye özelinde tarımın ve ekolojinin dönüşümü açısından kapsamlı bir şekilde tartışıyor. Eskiden “tarım ülkesi” olan ülkemizde GDO’lu besinlerin hâkim hale geldiği, tarım ve hayvancılığın giderek azaldığı, köyden kente yoğun göç yaşandığı, “organik” trendinin baskın hale geldiği günümüzde, bütün bu konuları derinlemesine ele alan Abdullah Aysu ile görüştük.
Gıda Krizi kitabınızda çok kapsamlı, çok spesifik bilgi ve verilerden oluşan, tablolardan filmlere, öykülere, raporlara uzanan bir çeşitlilikte, zengin bir materyal üzerine çalışmışsınız. Bunca malzemeyi nasıl bir araya getirdiniz? Abdullah Aysu’yu tanıyabilir miyiz?
Tarımla fiilen uygulamalı uğraşıyorum. Yani pratiğini yaparak geçimimi sağlıyorum. Diğer yandan siyasası ile uğraşarak toplumsal bir uğraşı vermeye çalışıyorum. Çalışmanın çeşitliliğine gelince, bu zorunlu… Çünkü tarım dağdaki arıdan denizdeki balığa tüm canlıları ve bu canlılara zemin sunan su, güneş ve toprak ve diğer tüm cansız varlıkları kapsar. Eğer tarımsal üretimden geçimini sağlıyor ve bunun toplumsal mücadelesini veriyorsam, hak arama mücadelesini doğru temellerde ve kapsayıcılıkta vereyim istedim. Bu amaçla okudum, araştırdım. Olup biteni gözlemlemeye çalıştım. Ekolojinin izini sürmeye çalıştım diyelim.
Gıda Krizi aslında ekoloji ve toplum arasındaki ilişkinin temelinde yatıyor. Enerji, kent, toprak, tohum, vb. her şeyi birbirine bağlar görünüyor. Kitabınız bir yandan “gıda krizini” tarif ederken bir yandan da toplum ve ekoloji arasındaki bağlantıya yönelik kapsamlı bir tarif yapıyor. Gıda çerçevesinden bakarak, bu ilişkinin temel dinamiklerini nasıl ifade edebiliriz?
Tarımsal üretim, ekolojiye göbeğinden bağlıdır. Eğer toprak sağlıksızsa tarımsal üretim güçleşir, hatta imkânsızlaşabilir. Su kirletilmişse kullanılamaz olur, susuz üretim verimsiz, beyhude bir çaba olur. Güneş doğru değerlendirilemezse bitkiler gerekli enerjiye erişemez. Bitkiler ihtiyacı olan enerjiye erişemezse, yaşamını sürdürmesi güçleşir, dolayısıyla ürün veremez duruma girer. Nihayetinde, insanların tarımsal ürünlerden sağladığı yaşam enerjisini sağlayabilmesi mümkün olmaz ve insan yaşamı da sekteye uğrar, süremez. Elbette ki tarımsal ürün elde etmek için daha pek çok şey sayabiliriz. Bu söylediklerim üretimin sadece omurgası. Bunlar olmazsa olmazlardır. Üretimde bütün bu bileşenler gerektiği gibi değerlendirilmediğinde ekolojik zincir kopar, ekolojik kriz baş gösterir. Ekolojik kriz tarımsal üretimi olumsuz etkiler. Doğanın tahribine bağlı olarak ortaya çıkan ekolojik kriz küresel iklim krizini tetikler. Bu da tarımsal üretime kuraklık, sel gibi afetler olarak döner, zarar verir. Görüldüğü gibi bütün krizlerin ucu birbirine değmekte, birbirini beslemekte. En nihayet gıda krizi ile insanları yüzleştirmektedir.
Kitabınızda zaman zaman köylü ile çiftçi ifadelerini yer değiştirerek kullanıyorsunuz. Okuyucularınızın daha çok kentli olacağını varsayarsak, Türkiye bağlamı içerisinde düşünerek, köylü ve çiftçi ifadelerini kısaca açabilir miyiz?
Köylü, daha çok kullanım değeri için üretendir. Fazlasını başka ihtiyacı için satarak diğer ihtiyaçlarını karşılayandır. Çiftçi ise pazar için üretendir, yani değişim değeri için üretim yapandır. Bunun kendi içinde de ayrımlar yapılabilir. Küçük ve orta üretici çiftçiler daha çok kullanım değeri için üretim yapan yoksullardır artık. Küçük ve orta ölçekte üreticilik yapan çiftçiler, küçük aile çiftçiliği yapanlar olarak değerlendirilebilir, değerlendirilmelidir.
Ancak şu an dünya genelinde küçük ve orta çiftçiliği ortadan kaldırıp yerine şirket tarımını ikame eden politikalar uygulanıyor. Bu da şirketlere destek veren uluslararası finans kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları dayatmasıyla, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) yaptırımlarıyla gerçekleştiriliyor. Çiftçiler iflas ettiriliyor, mesleğini yapamaz duruma sokuluyor. Yapmak için hâlâ direnenler ise şirketlerin hibrit tohumunu kullanmak zorunda bırakılıyor, hibrit tohumun gerektirdiği kimyasal gübre ve ilacı kullanmak durumunda bırakılıyor. Dolayısıyla ürettiği ürününden tohumunu ayıramaz hale geliyor. Aslında biz, kendi ürettiği ürününden tohumunu ayırabilene çiftçi diyoruz.
Bir de “tarla bekçisi” diye bir ifadeniz var?
Kendi ürününden tohumunu ayıramayan, yeniden şirketlerden tohum alarak üretime devam edenlere tarla bekçisi diyoruz. Tarla bekçisi durumuna sokulanlar, köylü kültürüyle yaşasalar da yaptığı işe yabancılaştığı için artık köylü de değil, meslek olarak çiftçi de değil; tarla bekçisi artık o!
Bir de çiftçiler arasında “küçük çiftçi” ve “büyük çiftçi” ayrımı var. Bu ayrımı neye göre yapmamız gerekiyor? Şirketler bu ayrıma nasıl müdahale ediyor?
Küçük ve büyük çiftçi ayrımı, tanımı birçok biçimde yapılabilir. Örneğin işçi çalıştıranlar büyük çiftçi/kapitalist çiftçi/tarım şirketi şeklinde çiftçilik yapanlardır. İşçi çalıştırmayan ailesinin işgücü ile üreten ve ailesini geçindirmeyi amaçlayanlar küçük çiftçi sınıfına girer. Ayrıca ölçek üzerinden de çiftçiler büyük, orta ve küçük çiftçi olarak tanımlanabilir. Yöresel iklim, yani yağış durumu, toprak yapısına göre ölçekler değişebilir. İç Anadolu’daki toprak ölçeğini baz alırsak Ege de büyük çiftçiliğe denk gelir. Ege’deki büyük çiftçinin sahip olduğu toprak Orta Anadolu’da küçük veya orta ölçek olarak değerlendirilebilir. Şirketler küçük çiftçiliğin iflas etmesini, arazilerin kendi uhdelerinde toplanmasını sağlayacak politikaların uygulanmasını istiyor, bunu da çeşitli örgütsellikleriyle hükümetlere uygulatabiliyorlar. Böylece küçük çiftçi tasfiye olurken yerine büyük çiftçi, yani şirketler geçiyor.
Türkiye’de belki de “köylü milletin efendisidir” sözü en çok tiye alınmış, küçümsenmiş sözlerden biri bugün. Oysa siz kitabınızda “bilge köylü tarımı” gibi günümüz Türkiye’sinde zor bir ifade kullanıyorsunuz. Küçümsenen veya romantize edilen köylü imgesi karşısında “bilge köylü tarımı” ifadesi yeni bir açılım, yeni bir aktör tarifi olarak da düşünülebilir mi?
Kesinlikle düşünülebilir. Çünkü endüstriyel tarım, tepeden tırnağa cahil tarımıdır. Doktor kendisine, “reçetedeki ilaçları sabah aç veya tok karnına, öğlen bir iki tane, akşam yatmadan önce bir veya iki tane kullanacaksın” dediğinde bunu yapabilen herkes endüstriyel tarımı yapabilir. Çünkü tüm girdilerin içine konulduğu çuvalların, tenekelerin ve şişelerin üzerinde nasıl, ne kadar ve ne zaman kullanılacağı yazılıdır. Endüstriyel tarımda kullanılan kimyasal gübre, ilaç ve tohum benzeri girdilerinin kullanımında bilgi gerekmez. Her şey girdilerin ambalajında yazılı olarak yer almaktadır.
Bilindiği üzere bilim, pratik amaçlara değil de yalnızca bilmek için bilmeye yönelir. Böylelikle bilim en yüksek türden bilmedir ve sağladığı bilgi de en yüksek bilgidir. Bilgelik ise pratik bir sürecin işleyişinde aksaklıkları gidermek için önceki pratiklerden edinilen bilgilerin kullanılması, tekrar tekrar sınanmasıdır. Yani biz bir şeyi nedenleri ile, ilk ilkeleri ile bildiğimizde tam anlamı ile bilebiliriz; bize bu türden bilgiyi sağlayan da bilgeliktir.
Bilgelik, cahil tarım olarak isimlendirilen endüstriyel (veya kimyasal tarım) ortaya çıkana kadar var olan ve uygulanan; ıslah metotlarıyla gelişmeyi (veya geliştirilmeyi) bekleyen köylülerin yaptığı tarımdı. Bilge köylü tarımı şöyle bir şeydi: Köylü gözlem yapar; böcekleri izler, ilaç kullanmadan, öldürmeden irite ederek doğal avcısıyla nasıl buluşturacağını belirler ve uygular. Böcekleri irite etmek için kendisi evde ilaç yapar, ürününden uzaklaştırır, doğal avcısıyla buluşmasını sağlayarak ekolojik dengeyi sağlar. Bu bilgileri paylaşarak, deneylerini aktararak dayanışma içine girer.
Biz bugün sağlıksız gıda üreten, ekolojiyi tahrip eden endüstriyel tarımla birlikte köylü tarımını ve onun bilgi ve bilgeliğini yitirdik. Yaptığımız işe yabancılaştık/yabancılaştırıldık. Bugün anahtarı, tam da kaybettiğimiz yerde, yani burada aramalıyız.
Kimler “bilge köylü tarımı” yapıyorlar peki?
Bilge köylü tarımı için geçmişi olduğu gibi almak gerekmiyor, oradan başlayıp çiftçinin, bilim insanlarıyla (araştırmacılarla) birlikte tarlada (laboratuarlarda değil) çalışarak, çeşitli ıslah yöntemlerini deneyerek, elde edilen sonuçları başkalarıyla paylaşması, deneylerini aktarması sayesinde sağlayabiliriz doğayla barışık, sağlıklı bir verim artışını. İşte bunun için “Bilge Köylü Tarımı” gereklidir. Buna sıfırdan başlanmayacak elbette, bir geçmişi var. Bilge köylü tarımının geçmişi köylü tarımıdır; köylüler (biraz önce bahsettik, hepsi değil elbette) bilge köylü tarımı yapageldi bugüne kadar. Elbette salt geçmişe dönmeyeceğiz, çünkü daha geliştirecek bulgular, gelişmeler, kat edilmiş mesafeler var. Ama, endüstriyel tarımdan peyderpey çıkmalı, “bilge köylü tarımına” dönmeliyiz. Ekolojinin yeniden onarılması, insanların sağlıklı ürünle beslenebilmesi, küremizin soğuması için Bilge Köylü Tarımı fantezi değil, zorunluluktur.
Peki, bugün gıda krizinin ortasında olduğumuzu düşünürsek, geri dönüş ne kadar gerçekçi sizce? Kitabınızda bunun mümkün olduğunu söylüyorsunuz. Bu bilimsel ve toplumsal olarak ne kadar mümkün sizce, bunca tahribattan sonra?
Endüstriyel tarımın başlangıçtaki gibi verimliliği arttıran değil, azaltan işlev gördüğünü gören Birleşmiş Milletler 2014 yılını “Küçük aile çiftçiliği,” 2015 yılını “Toprak yılı” ilan etmişti. Çünkü küçük aile çiftçiliğinin sağladığı verim artışını endüstriyel tarım sağlayamıyor, endüstriyel tarım toprağı ve suyu kullanılamaz kılıyor. Yeni başlayan 2016 yılı ise yine BM tarafından “Baklagil yılı” olarak ilan edildi. Baklagil yılının içindeyiz, neden?
Baklagiller havadaki azotu toprakla buluşturma özelliğiyle doğal toprak besin maddesi görevi görüyor. Baklagiller hem insan beslenmesinde sağladığı bitkisel protein için gerekli hem de havadaki azotu toprağa sabitleme becerisine sahip, toprağı besleyip onardığı ve kimyasal azot gübresinin kullanımını azalttığı için de doğayla barışmayı sağlıyor.
Endüstriyel tarıma karşı BM’nin ardı ardına açıkladığı bu temsili yıllar, ileriye dönük tehlikeye dikkat çekme amaçlı bir çığlık olarak algılanmalıdır. Yani BM aldığı bu kararlarla sağlıklı gıda, gıda güvencesi ve ekoloji için bir bakıma üst üste çığlık atmaktadır. Bu çığlığı duymalıyız. Buna göre üretimden kullanıcıya, kullanıcıdan üretime zincir her iki taraftan yeniden tesis edilmeli, aracılara ve kimyasallara bu yeni yapılanmada yer vermemeliyiz. Bunu yaptığımız sürece geri dönüş mümkün, gıda krizinden çıkabilir, gıda egemenliğimizi kazanabiliriz. Çünkü doğa da bizden yana.
Ama kitabınızda da bahsettiğiniz üzere, karşımızda birçok küresel aktör, şirket egemenliği, hükümetlerin ve devletlerin bu egemenliği desteklediği gerçeği bulunuyor. Nasıl mümkün olacak? “Geri dönüş”ten ziyade bir sistem değişikliği; bu açıdan aslında alternatif bir paradigma olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dünya genelinde çiftçiliği ortadan kaldırmaya, yerine şirket tarımını ikame etmeye yönelik bir politika hız kesmeden devam ediyor. Şirket tarımıyla girdileri sağlayıcı tarım ve ecza şirketleri tarımda egemenlik kuruyor. Üretim sürecinde ilaç, GDO’lu tohum, hibrit tohum, kimyasal gübre ve yoğun enerji kullanımını alabildiğine arttırmak için çabalıyorlar. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel örgütler de onlar için çalışıyor. Hükümetlere endüstriyel tarım politikalarını dikte ediyor ve uygulattırıyorlar. Tarımsal ürünlerin ticaretini şirketlerin tek başına engelsiz belirleyici olduğu serbest piyasa belirlesin diye hükümetlere yasal düzenlemeler yaptırıyorlar. Genel tablo böyle.
Bu tablo karşısında, küçük aile çiftçiliği yapanların, (88 ülkede 164 örgütüyle birlikte) küresel örgütü olan “La Via Campesina” (Çiftçi Yolu) var. Türkiye’den Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) da bu örgüte üye. Doğadan, ekolojiden ve halk sağlığından yana bir mücadele, La Via Campesina şemsiyesi altında sürüyor. La Via Campesina dağınık, şirketler karşısında yalnızlaştırılmış çiftçilerin, dünya genelindeki küçük çiftçileri şirketlere karşı bir araya getiren küresel örgütleri. La Via Campesina, Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı Seattle’da, Doha’da, Cancun’da, Hong Kong’da yapılan Bakanlar Konferansı’nı diğer mücadele örgütleriyle birlikte kuşatarak adı geçen yerlerdeki bu toplantıları etkisiz kılmıştı. Daha birçok küresel eylemler gerçekleştirerek doğa için, sağlıklı gıda için ve küresel iklim değişikliği gibi olumsuzluklara karşı dünya genelinde granitten bir duvar örmeye çalışıyoruz. Birçoğunda başarılı da olunuyor. Türkiye’den Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu, La Via Campesina’ya 2004 yılında üye olmuş, 2008 yılında Via Campesina Avrupa Kurucu üyesi olmuştur. 2016 yılının Şubat ayı içerisinde La Via Campesina’ya bağlı 88 ülkeden gelecek olan küçük çiftçi örgütlerin düzenleyeceği Yarı Yıl Konferansı’na ev sahipliği yapacaktır. ÇİFTÇİ-SEN’in LVC’ye üyeliği Türkiyeli çiftçilerin yerel örgütlenip, küresel düşünmesini getirmiş, güç katmıştır, diye düşünüyorum.
Bir de kentten kıra göç eden bir kesim söz konusu. Bu kıra göçen kesim nasıl bir kesim? Bilge köylü tarımı yanında “permakültür” vb. değişik türevlerde tarımsal üretimlerden bahsediliyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kesim daha çok hobisttir. Küçük köylü tarımı yapan köylüler gibi yoksulluğu iliğinde yaşayan bir kesim değildir. Daha çok gıdanın sağlıklılığı ve ekolojinin tahribi konusunda kaygı duyan bu kesim tarımdan geçimini sağlayıp yaşamıyor. Bu kesimin çoğunluğu geçimini kentten kazanmış, yüzünü (köye) tarıma dönmüş olanlardır. Dolayısıyla köy onlar için yaşam biçimi değil; hatta birçoğu kendini köye “bilinç götüren” olarak konumlandırarak, köylüyü eğitmeyi iş bile edinebiliyor. Bu yüzden bu durum zaman zaman onur kırıcı bir hal alabiliyor. Tarımın sorunları yüzyıllardır birikmiş sorunlardır. Şunu bilelim, tarımın ve tarımcının bu hale gelmesi sistemden kaynaklanıyor. Bu nedenle, bu sorunu ancak sisteme alternatif başka bir sistemi tesis ederek çözebiliriz. Dolayısıyla bir köyde farklı bir üretim uygulamak iyidir, ancak yeterli değildir. Sisteme karşı çıkmak değil, fikir uçuşturmaktır sadece. Unutmayalım ki; Nazım’ın köylüler için dediği gibi, “onlar, topraktan öğrenen, kitapsız bilenlerdir.” Yani “Bilgedirler!”
Hobistler sürece, kendilerini kitabi bilgileriyle köylünün üstünde konumlandırmadan, kendi yaptıklarını mütevazı bir yaşam biçimi olarak görerek katılmaları, bilgi paylaşımı ve dayanışma halkalarına eşit biçimde dahil olmaları halinde katkı sağlayabilir. Aksi durumda küçük ve orta ölçekli çiftçiler onlarla da karşı karşıya gelebilir. Endüstriyel tarımcılar ile küçük köylü tarımı yapanlar arasında bir yerde, bir ayaklarını şehre diğer ayaklarını kırsala basarak konumlanabilirler. Bunu zaman ve mücadele gösterecektir. Bekleyelim ve görelim.
Bir de, kentlerde yaşayan, bu gıda sistemine mahkûm olan büyük bir çoğunluk var... Kitabınızın son bölümünde, “Dağıtım” başlığı altında bu konuyu inceliyorsunuz. Temaslı sistem, “katılımcı garanti sistemi” altında, kentte yaşayan bu kesim, gıda egemenliği için somut olarak ne yapabilir?
Endüstriyel sistemin ve aracılı pazarlama kanallarının mucidi ve destekleyicisi hükümetlerdir. Dolayısıyla onlardan Bilge Köylü Tarımı’na dönüşe destek vermesini bekleyemeyiz. Bunun karşısında “tüketim kooperatifleri” bir çözüm olabilir. Ama, bunların çözüm olabilmesi için genel adıyla “tüketici” olarak ifade edilen, bazılarının “türetici” dediği, bizimse ticari amaçla değil beslenme amacıyla gıda satın alan “kullanıcılar” dediğimiz kesimin, yani kentlilerin, köylülerin üretimini tercihleriyle yönlendirerek “yarı üretici” durumuna gelmeleri halinde üretici ve yarı üreticiler kazanabilir. “Kullanıcılar” tercihleriyle ve üretimin değişmesine destek verme amacıyla doğrudan-aracısız biçimde üreticiden ürün almalılar, fakat aracısız ürün de koşulsuz alınmamalıdır. Yani satın alıcılar “ben senin ürününü alacağım, ama sen de artık kimyasal kullanma, kimyasal kullanmayacağın süredeki verim kaybının önüne geçmek için aracıları kaldırıyoruz ve senin ürününü market fiyatından, yani yüksek fiyattan alacağız, verimlilikteki kaybını vereceğimiz yüksek fiyatla destekleyeceğiz” diyerek dönüşmelerine, endüstriyelden Bilge Köylü Tarımı’na dönmelerine destek verebilir. Bu gerekiyor. Bu konuda BÜKOOP (Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi) ve Kadıköy Tüketim Kooperatifi Girişimi örnek olarak gösterilebilir. Bu durum zaman içerisinde üreticilerle satın alıcı kesimi kooperatif çatısı altında örgütleyeceği için, toplumsal örgütlenmeye de hizmet edecektir. İşte o zaman şirketler ve endüstriyel tarım yapanlar kaybedecek. Köylüler ve kentliler beraber kazanacak.