Annemin Kaburgası: göç, yönelim ve cinsiyet

"Kuir edebiyatın zengin yanlarını, aykırılığı, farklılığı ve çeşitliliği vurguluyan Tetik’in öykülerinin genel çerçevesi kadınlığa, cinsiyet çeşitliliğine, cinsel yönelime ve göçmen olmaya dair... Kuir edebiyat Türkçede bir tahayyül olmaktan çıkıp Tetik’in öyküleriyle cisimleşiyor."

06 Mayıs 2021 07:17

Burçin Tetik imzalı Annemin Kaburgası öykü kitabı 2020 yılının sonlarına doğru İletişim Yayınları tarafından basıldı ve okurlarla buluştu. Yazarın ilk öykü kitabı bu. Tetik’in öykülerinin genel çerçevesi kadınlığa, cinsiyet çeşitliliğine, cinsel yönelime ve göçmen olmaya dair. Bazı öykülerde bu temalar ayrı ayrı, bazılarındaysa bir arada işlenmiş.

İlk olarak, kitaba adını vermiş “Annemin Kaburgası” öyküsü karşımıza çıkıyor. Öykünün kahramanı anladığımız kadarıyla vegan/vejetaryen bir kadın ve annesine çorba yapmak için bir kasap dükkânından alışveriş yapmak durumunda kalıyor. Yazar bu çelişkili durumu şu cümleyle özetlemiş:

“Para verip canlıların kesilmiş bedenlerini satın almak son derece gündelik bir iş.” (s. 9)

Gündelik hayat pratiklerine dair bir sorgulamaya götürüyor bu bizi… Lefebvre’in kategorize ettiği üzere gündelik hayat iki biçimdedir: çizgisel olan ve döngüsel olan. Lefebvre çizgiseli acımasız tekrar edişler olarak görürken, döngüseli ritmik anlardan ibaret görür.[1] Buradaki tekrarın acımasızlığını öyküdeki acımasızın tekrarıyla bağdaştırmak mümkün. Gündelik hayatımızda yaptığımız eylemlerin acımasızlığı çoğu kez gözden kaçırılıyor yahut göz ardı ediliyor. Bu açıdan yazar tek bir cümleyle hayata dair sorgulamaların önünü de açıyor.

Öykünün devamında kahramanın Sibel adında bir kadınla ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Karakter Sibel’le beraber yaşarken, annesinin ameliyat olmasıyla beraber onun yanında kalmaya başlıyor ve bu dönemde Sibel’le birlikteliğinin sebebini sorgularken şöyle diyor:

“Kadınların babalarına benzeyen adamlar aradıklarını iddia edenler, aynı kadınların annelerine benzeyen kadınlarla olduklarını da söylerler mi?” (s. 11)

Burada halk arasında yaygın olan heteronormatif bir kanı yazar tarafından bozuma uğratılmış, sonrasında karakterin eski sevgilisi Murat ile Sibel karşılaştırılma yoluna gidilmiş:

“Murat’tan sonra Sibel’in yanında olmak ailesi boşanınca hafta sonlarını babasının yanında geçirip de kendi evine, annesinin yanına döndüğünde sonsuz bir rahatlama hisseden bir çocuk olmak gibiydi. Babanızla eğlenebilir, kuralların dışına çıkabilir, kahkahalar atabilirdiniz. Ama bir süre sonra yetmez olur bu. İnsan güvende olmak, kendisine bakıldığını hissetmek ister. Herkes için böyle midir bilemem, ama ben Sibel’e annemin yanına döner gibi gittim.” (s. 11-12)

Annelik bir sığınak, bir güvenli liman olarak tanımlanmış oluyor böylece. Babalıksa kuralların dışında olan, eğlendiren, ancak annelik kadar güvenlikli olmayan bir olgu. Karakterin Sibel’i seçişindeyse “kendi annesi” gibi olması değil, “anne” gibi olması yatıyor. Kendi annesiyle olan çalkantılı ilişkiyi sevgilisi Sibel’e şöyle açıklıyor telefonda:

“Beni annemden kimse kurtaramaz Sibel. Doktor doğumda göbek kordonumu iyi kesmemiş olacak, hâlâ ne zaman ucundan çekiverse annemin yanında buluyorum kendimi.” (s. 14)

İkinci öykü “Yabanperi”de yazar bizde çocukluğa ve cinsel yönelime dair bazı yönleri çok üzerinde durmadan, ancak güçlü bir biçimde sezdiriyor. Kahramanımız Beril oğlanları koşuda ve bilek güreşinde yenebildiğiyle övünen, saçlarını kısa kestirip “oğlanlar gibi” kolsuz atletler ve şortlar giyen bir çocuk. Beril bilek güreşine dair şunları düşünmekten çekinmiyor:

“Belki diğer kızlar da katılsalardı bilek güreşine, onlar da oğlanları yenebilirdi, ama nedense bizi uzaktan izlemekle yetiniyorlardı hep.” (s. 22)

Beril bir gün babasını annesinin kıyafetleriyle görünce, bunun neden sorun olabileceğini anlamlandıramıyor:

“Hangi çocuk istemez annesiyle babasının tek bedende karışmasını? En azından ben isterim. Ama benim içimi ısıtan duygular, onları korkutuyordu belli ki. İkisi de kendi yalnızlığında ağlıyordu işte. O günden sonra babamı bir daha annemle aynı yatakta görmedim.” (s. 22)

Beril bu olaydan birkaç ay sonra, bir piknik sırasında ormanda yalnızken Yabanperi adlı mistik bir yaratıkla karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonucunda bu sefer kendisine yönelik sorgulamalara giriyor. Misal, Serap neden onu Cem’den kurtaran kendisiyle değil de Cem’le ilgileniyor, bunu da anlayamıyor Beril. Sara Ahmed’e atıfla şunu diyebiliriz ki, yönelimli olmak, kendi yolumuzu bulacağımız yerlere/nesnelere yönelmek anlamına gelir.[2] Böylece söz konusu öyküde heteronormatif bir dünyada yönelimin hem çocuklar açısından hem de yetişkinler açısından önemi vurgulanmış oluyor. Öykünün ana karakteri Beril’in “içini ısıtan duygular” da bunun bir kanıtı aslında.

“Müllerstraße’de Bir Ev” ve “Frau Mahler’in Mektubu” gibi öyküler göçmenlik olgusunun yoğun işlendiği öyküler olarak karşımıza çıkıyor. “Müllerstraße’de Bir Ev”de yalnızlaştırılmış ve ötekileştirilmiş bir çocukluk yaşayan Şener’in ve onun görücü usulü evlendiği eşi Şebnem’in hikâyesini dinliyoruz. Ayrıca öyküde aile normlarına eleştirel vurgular da mevcut. Şener’in annesiyle babası ondan önce Almanya’ya gidiyorlar, Şener ise sonradan gidiyor ve bir kardeşi olduğunu öğreniyor. Böylelikle Şener’in Türkiye’de süren yalnızlığı Almanya’da da devam etmiş oluyor:

“Anne, baba, çocuk; onsuz da pekâlâ tam olan bir aileye fazlalık Şener. Bu yüzden bir yanı hep evsiz kalıyor.” (s. 36-37)

Şebnem’se 17 yaşında Şener’in annesi Makbule Hanım’ın onu beğenmesiyle Almanya’ya göçüyor, hiç görmediği bir insanla evlendiriliyor. Oğluna düşkün birisi Şebnem; çocuk yapmakla ilgili normatif bakış açışını devam ettiriyor denebilir. Oğlunu yoldaş belliyor kendine ve “oğlu yokken bir türlü tam olamıyor.” (s. 37) Yalnızlığını dağıtmasını beklediği çocuğu, aksine, yalnızlık duygusunu perçinliyor.

Sara Ahmed’e tekrar dönersek, göçle beraber yönelimini kaybetme (disorientation) ve yeniden yönelmeden (reorientation) söz edebiliriz.[3] Öyküden anlaşıldığı kadarıyla karakterlerimiz yönelimlerini kaybettikten sonra yerlere veya nesnelere yeniden yönelimde başarısız oluyorlar, dolayısıyla kendi yollarını bulamıyorlar.

“Frau Mahler’in Mektubu” öyküsünde ise göçmenlikle ilgili olarak daha çok dil vurgusu var. Frau Mahler’in Almanca bilmeyen Hasan’a içini dökmesi, ancak Hasan Almancayı öğrenince bu konu hakkında konuşmamaları öykünün genel çerçevesini oluşturuyor. Dilin önemi anlam yaratma ve iletişimde yatıyor esasında, bu sebeple toplumsal bir pratik ve bu pratiğe sosyolojik bir mercekle bakabilmek önem arz ediyor. Bauman’ın “sosyolojik merceklerini” kullanarak diyebiliriz ki, bilgi edinme yollarımız dünyanın kavranmasına yönelik ürettiğimiz çerçevelerdir bizim için ve bu yollar dil ile deneyim arasındaki ilişkilerde işlenir.[4] Nitekim adı geçen öykülerde hem dil hem deneyim ayrı ayrı, derinlikli bir biçimde işlenmiş. Bu bir çocuğun, bir transın, bir lezbiyenin veya bir kadının deneyimi olabiliyor. Fenomenolojik bir sosyoloji anlayışıyla konuşursak, bu öykülerde konu edilen kimselerin toplumsal yaşama atfettikleri anlamları ve toplumsal yaşama pratiklerini görüyoruz. Dille ilgili olarak sadece göçmenlikten bahsedilmiyor. Örneğin Keramet isimli öyküde de Lubuncadan izler görüyoruz.

“Beden Göçü”, “Yarım Saat” ve “Keramet” öyküleri büyük oranda translık deneyimleriyle ilişkili. Ancak tamamen bunlarla ilgili demek yanlış olur. Örneğin “Beden Göçü”ndeki karakterimiz trans bir erkek ve aynı zamanda bir göçmen. Onun hikâyesinde ailesiyle olan mücadelesini, daha doğrusu kendini kabul ettirebilme mücadelesini görüyoruz. Öyküde beden ve göç kavramları hem ayrı ayrı hem birlikte işleniyor. Yine burada da dile dair izler görüyoruz. Trans veya non-binary deneyiminin önem arz eden bir noktası olan zamir konusu gibi. Eşi Vera’yla ve kendi deneyimiyle ilgili düşünürken zamir meselesi ön planda. Göçmenlikle dil değiştirmenin bağlantısı da yine burada vurgulanan bir başka nokta. Örneğin ana karakter Sedat bir yerde şöyle geçiriyor içinden:

“Başka bir bedene göçerken arkamda koskoca bir ülke bırakmıştım işte. Belki de her göçmenlik nihayetinde kendi yüklerimizden kaçmaktı. Ben de eski ismimden, sırtıma yük memelerimden, beni taşıyamayan tüysüz bacaklarımdan yeni bir bedene kaçmıştım.” (s. 74)

Nitekim yaptığı bir söyleşide de şunları söylüyor Burçin Tetik:

“Bir ülkeden diğerine göçmeyi yaşamamış kişiler de çocukluklarını bambaşka bir ülke gibi anarlar. Hepimiz zaman göçmeniyiz; arkada bıraktığımız, bizi biz yapan ve artık dilini konuşamadığımız bir çocukluktan şimdiki hayatımıza, bedenlerimize göçtük.”[5]

Trans olmak ve trans deneyimi yerleşmiş kalıplara ve cinsiyet ikiliklerine vurulan en sert darbelerden biridir. Nitekim Selin Berghan’ın transseksüel günlük hayat pratiklerine değinen çalışmasında belirttiği üzere, kadın-erkek ikiliği erkeğin lehine işleyen bir ikiliktir ve biyolojik indirgemecilik böyle bir toplumsal cinsiyet dikotomisini besler.[6] Bu bakımdan “Yarım Saat” isimli öykü özellikle sonu açısından oldukça vurucu. Trans kimliğinin ve deneyiminin toplumsal cinsiyete ve bu nevi ikiliklere vurduğu sert darbeyi okuyucuya oldukça sert ve hisli bir biçimde indiriyor.

Özetlersek, Tetik’in öyküleri kuir edebiyatın zengin yanlarını, aykırılığı, farklılığı ve çeşitliliği vurgulamakla beraber, geleneksel norm ve pratiklerin yok sayılmadığı bir anlatı olarak ortaya çıkıyor. Yazar ilk öykü kitabıyla etkileyici ve vurucu bir giriş yapıyor edebi yazın evrenine. Yalnızca içeriksel açıdan değil, bakış açıları ve çıkış noktaları açısından da kuir bir edebiyat sunmuş oluyor bize. Böylelikle kuir edebiyat Türkçede bir tahayyül olmaktan çıkıp Tetik’in öyküleriyle cisimleşiyor.

 


[1] Henri Lefebvre ve Catherine Regulier, “The Rhythmanalytical Project”, içinde Rhytmanalysis, s. 73 Londra: Continuum, 2004.

[2] Sara Ahmed, Queer Phenomenology, s. 1 Durham: Duke University Press, 2006.

[3] Sara Ahmed, Queer Phenomenology, s. 9 Durham: Duke University Press, 2006.

[4] Zygmunt Bauman ve Tim May, Thinking Sociologically s. 2 New Jersey: John Wiley & Sons, 2019.

[5] Ayfer Feriha Nujen, Burçin Tetik ile söyleşi: "Hepimiz Zaman Göçmeniyiz", T24.

[6] Selin Berghan, Lubunya: Transseksüel Kimlik ve Beden, Metis Yayınları, 2007, s. 17.