Arap edebiyatı dendiğinde ne anlarız, ya da Yedi Askı Şiirleri’nin düşündürdükleri

"Şairler arasında çapkınlığı ve evli kadınları ayartmasıyla da ünlü olan İmruul-Kays, muallakasında sevişmek için çadırların içine sızmayı, karanlık geceyi, ipeksi kadın tenini yoğun bir şekilde anlatır. Öyle ki, şehvet duygusu insanı harekete geçirecek, yaşam sevinci aşılayacak denli güçlüdür. İkinci şair Tarafe bin el-Abd kendi muallakasında yiğitlik, mertlik övgüsü ile dikkat çekerken, Antara bin Şeddad’da daha imge yoğunluklu bir şiirle karşılaşırız."

08 Ekim 2020 18:30

İslâm tarihiyle az da olsa haşır neşir olmuş kişilerin zihninde olumsuz imaj ve gösterenlerine rağmen İslâm öncesi Arap toplumunda şiir güçlü bir yer tutar. Hatta Kuran’ın kendini sürekli karşısında konumlandırdığı ve eş tutulmak istemediği tür de şiirdir; haliyle şiir, şarkı olmadığını sürekli vurgular. Dolayısıyla şiirin sadece İslâm öncesi Arap toplumundaki önemini değil, aynı zamanda Kuran’ın kendini türsel olarak konumlandırdığı alanı anlamak için de Cahiliye dönemi şiirine bakmak ilginç olabilir. Kendi deneyimimden yola çıkınca, Cahiliye dönemi şiirine dair çocukluk yıllarımda zihnime nakşedilmiş tek isim İmruul-Kays’dı. İsminin verdiği ses benzerliğinden dolayı çocuk zihnimde uyandırdığı İrem cenneti, bahçeleri bir yana, bu büyük şairin önemini ancak çok daha sonraları, şiiri ciddiye almaya başladığım vakitlerde, yoğun Adonis okumalarımda anlamaya başlayacaktım. Elbette Adonis’in kendi şiirini oluşturma ve çağdaş Arap şiirini dönüştürme çabalarında belli bir muallaka şairinden ziyade klasik Arap şiirinin bir bütün olarak etkili olduğunu vurgulamakta fayda var. Dolayısıyla karşımızda İslâm ve öncesi ve sonrası dahil tüm Arap şiirinin önemli ve belki de paha biçilmez bir öğesi olarak “Cahiliye” şiiri ya da başka bir deyişle onlarla özdeşleşen Muallakalar yani Yedi Askı Şiirleri bir bütün olarak kendini gösterir.

Arap edebiyatı içerisinde yazan, okuyan ve düşünen biri için İslâm öncesi/Cahiliye edebiyatının Arap kimliğinde bütünlüklü, belki de Freudyen bir tabirle bastırılmış bir alan olduğu varsayımı yapılabilir, belli bir noktaya kadar bu tarz bir yaklaşım anlamlı da olabilir. Ama bu edebiyatın ve kimliğin de kısmen –kültürel ve dinî olarak Müslüman olmamdan dolayı– dışında kalan biri olarak, Arap edebiyatı çoklukla İslâm kültürü ve Kuran’la bir şekilde hemhal bir edebiyat olarak benim ve belki de birçoklarının zihninde sıkı bir yer edinmiş. Sanki başka türlüsü çoğumuz için mümkün değil gibidir. Necib Mahfuz, Tayyib Salih, Yahya Hakkı, Neval Sa’dâvi ve Mahmud Derviş’ten Alâ el-Asvani’ye kadar modern Arap yazarlara baktığımızda ya İslâm’la çok iç içe metinler görürüz ya da İslâm’ın haklar ve kadınlar üzerinde yarattığı baskılara cevaben yazılmış metinler – bazen de İslâm’ın çok az görünür olduğu metinlerin ortaya çıktığı görülebilir. Bugün ister solcular, komünistler ister liberaller savunsun, Filistin meselesi çoklukla bir İslâm meselesi gibi algılanır dünyada. O yüzden komünist olsa da, Filistin’den dolayı Mahmud Derviş ile ilgili sanki tüm Müslümanların şairiymiş gibi bir algı söz konusudur demek çok da abartıya kaçmaz. Belki de çarpıtılan hakikatler, manipülatif bilgiler yüzünden zihinlerimiz bu şekilde işlemektedir.

Diğer yandan Halil Cibran, Corci Zeydan, hatta Fransızca yazan Amin Maalouf gibi Arap Hıristiyanların metinleri de İslâm’la çok iç içe olduğundan, kültürel olarak diğer Müslüman milletlere çok yakın eserler gibi durmaktadırlar. Bunun somut, en yoğun ve güçlü bir örneğine yakın zamanda okuduğum Ahmed Faris Eş-Şidyak’ın Malta Seyahatnamesi’nde denk geldim. Kitabın önsözüne baktığımızda, daha sonra İslâm’a geçtiğini öğrendiğimiz yazarın misyoner okullarında eğitim görmek için Hıristiyan olarak gittiği ve çok uzun yıllar kaldığı Malta’yı anlatırken, orada kaldığı yıllardaki deneyimlerini hangi noktalarda bir Hıristiyan olarak yazdığını ve yorumladığını kestirmek gerçekten çok zor. Ancak Müslüman bakış açısı ve tonu metnin bütününde çok belirgin bir şekilde işlenir. Ki yazar seyahatnamesinde Arap diline dair engin bilgisini kendinden emin bir şekilde, Malta dilinin kökeninin Arapçadan geldiğini ispatlamak adına dile getirirken de Arap dili ve kültürü ile kurduğu yoğun ilişkiden beslenir. Bunda şaşılacak bir yan yok gibidir. Çünkü yazar zaten Arap’tır ama Hıristiyan bir Arap iken daha sonra Müslüman olunca sanki kimliğinden bir şey kaybetmiyor gibi bir imaj oluşur okurun zihninde. Yahut metnin içerisinde anılar çok daha ileri bir tarihte, Müslüman olduğu bir zaman diliminde kaleme alındığından dolayı mı tek milli kimlik içerisinde iki din arasındaki salınımın yarattığı boşluklar görünmez bir hale geliyor, kestirmesi biraz zor. Ancak Arap edebiyatının ne olduğunu kültürel ve dinî kodlar çerçevesinde düşündüğümde, ister Hıristiyan ister Müslüman, ister ateist veya komünist olsun, hep bir şekilde İslâm’la birlikte anılacak –ister yanında ister karşısında olsun– bir edebiyatın varlığı ortaya çıkıyor. Bu biraz da, dürüst olmak gerekirse Arap edebiyatı okumalarımda deneyimlediğim ciddi bir önyargıydı benim için.

Bu önyargıyı kırdığım ilk kişi 10-11. yüzyıllarda yaşamış, bedbin, deist, vejetaryen Arap filozof-şair Ebu’l-Alâ el-Maarri’ydi. Dinlere eleştirel yaklaşan bir şair olan el-Maarri’yi okurken Arap olduğunu, haliyle kültürel de olsa Müslüman olduğunu unutuyordum. Daha sonra bu çerçevede denk geldiğim farklı sesler, üzerinde kültürel İslâm’ın izleri yoğun olsa da Mısırlı Sunullah İbrahim’in O Koku’su ile Suriyeli Nihad Sîris’in Sessizlik ve Gürültü adlı romanlarıydı. Her iki eser de mastürbasyon, şehvet dolu sahnelerle beraber bireyin yalnızlığı ve kalabalıklar içerisindeki çaresizliği ile İslâm’ın çizdiği toplumcu yapının dışında kalan bireyleri ele alıyordu. Fakat bununla beraber mesela Mısır’ın çok renkli, milletli ve sesli yapısına göndermeler yapsa da, benzer durum el-Asvani’nin metinlerinde pek görünmez. Birey çokça olsa da, karakterlerin Müslüman bir toplumda yaşadığı duygusu yoğun olarak hissedilir, belki de bu baskının ete kemiğe bürünmesinden dolayıdır. Meseleden uzaklaşmayayım, elinden geldiği kadar bu edebiyatın bir takipçisi ve okuru olarak deneyimlediğim şey şu: İster Hıristiyan ister Müslüman veya dinsiz olsun, çok kaba bir genelleme ile söylersem, İslâm’dan sonra yazılmış Arap edebiyatında Müslüman topluma değinsin ya da değinmesin, bu metinleri her zaman İslâm olgusu üzerinden okumaya meyilli oluşumuz… Bir bariyer gibi önümüze dikilmiş bu durum. Sanki İslâmi çerçeveyi tamamen unutarak okumak imkânsız ve hiçbir zaman mümkün olmayacakmış gibi. Sanki tüm metinler hep o kültür içerisinde, onunla fazla özdeş ya da ona karşı bir manifesto şeklinde kendini gösterecek, ya da göstermek zorundaymış gibi. Ancak iş Cahiliye şiirine geldiğinde, yazılı metinlerin olmadığı Arap toplumunda sadece Kâbe duvarına “asıldıkları” için değil, aynı zamanda muhtemelen sözlü olarak ezberlenip hafızada “askıda kaldıkları” için de Yedi Askı Şiirleri olarak bilinen Muallakalar, okuru istese de istemese de kendi önyargısından kurtarıyor. İslâm’a geçmiş bir şair dışında bu şiirlerin hiçbirinde İslâm’ın izleri görünmez. Belki de tüm kurgu milliyetçilikler gibi “saf Arap milletinin” kalbinin attığı yer bu şiirlerdir. Çölün merkezindeyizdir; tüm önyargılar ve bariyerler yıkılmış ve bedevi Arap kültürünün ortasına düşmüşüzdür.

Muallakalar Neden Önemli?

Arap şiirinin yaşayan en büyük şairi, Suriyeli Adonis, Yedi Askı Şiirleri'nde (Muallakalar) yer alan “Sunuş” yazısında Cahiliye şiirini ve bu şiirin çizdiği dünyaya dair anlamlandırmaları ortaya serer. Cahiliye şiirinin dış dünyaya, nesnelere olduğu gibi baktığını ve bu açıdan masum bakış ve bir tanıklık taşıdığını söyler. Nesneleri bu şekilde algılama biçimi bildiğimiz, duyduğumuz ya da bilmek istediğimiz Arap imgesine uymuyordur. Adonis yazısının devamında Cahiliye insanının doğada kendi korkunç yalnızlığını gördüğünü ve yiğitliğinden başka dostu olmadığını ilave ederek, bu sözleriyle garip bir şekilde kendini sürekli yalnız hisseden modern insan için bir tür özdeşleşme alanı kuruyormuş hissi uyandırır. İslâm ve Arap edebiyatı bağlamında, Cahiliye şiirinin bu denli yoğun şekilde dünyevi olması ve nesnelere olduğu gibi bakmasıyla ilgili olarak, “Cahiliye şairi hikmetinden şüphe duyulmayan ve tartışılamayan erdemli bir yaratıcı ilahın sonsuz gücünü görmez dünyada” der Adonis.[1] Cahiliye şiirinde nesneler gerçekçi çizilmiştir, sürekli arzulanırlar ve sürekli bir devinim içerisindedirler. Cahiliye şirinde çizilen dünyanın sezgiselliği ile birlikte maddiliğini de vurgulayan Adonis, Cahiliye insanını, yaşadığı varoluşu ve o dünyayı İslâm’ın gelişi ile birlikte geride kalmış bir medeniyete ait, belki de Sartre’cı sözlerle ifade edersem, çölün ortasına fırlatılmış bir insan portresi olarak çizer. Buradaki imge daha çok basit, sıradan ve sıradanlığı içerisinde kendisi olan bir insan varoluşudur; madde ile iç içedir, onu hisseder, deneyimler ve dönüşür ama uhrevi bir dünyaya açılmaz. Maddeyle, kılıçla, yiğitlikle hemhal Cahiliye şairi kadınlarla kurduğu ilişkide de ruhtan ziyade bedeni önceler. Hep maddi yan önceliklidir, madde kendisini olduğu gibi dayatır. Bu varoluşsal dünyanın portresinden yola çıkan Adonis, Cahiliye şiirinin bir medeniyet şiiri olmasına ilaveten tekil ve homojen bir yapıya indirgenemeyecek kadar çoklu bir yapıya sahip olduğunun altını çizer; bazen romantik, bazen rasyonel, bazen fantastik bazen gerçekçi, bazen geleneklerle uyumlu, bazen de aykırıdır.[2]

Yedi Askı Şiirlerinin çevirmeni ve aynı zamanda Adonis, Mahmud Derviş, Ahmed Şehavi, Nizar Kabbani ve Muhammed Bennis gibi şairleri de Türkçeye kazandıran Mehmet Hakkı Suçin’in Türkçe baskıya dair yazdığı önsöz, çeviri yapılırken takip edilen yol ile şimdiye kadar var olan Muallaka çevirileri ve uyarlamalarına dair genel bir resim çizer. İki dilli olarak basılan muallakalarda çizilen dünyaya vâkıf olmamızı sağlayan en temel unsurlardan biri de özenli bir Türkçe ile çevrilmeleridir. Bu açıdan, daha önceki çevirilerini de okumuş ve takip eden biri olarak çevirmen Mehmet Hakkı Suçin’in emeğinin metnin bütününde görünür olduğunu ifade etmek isterim.

Muallaka Şairleri ve Anlattıkları

Yedi muallaka şairleri kitaptaki sıralarına göre şunlardır: İmruul-Kays, Tarafe bin el-Abd, Antara bin Şeddad, Zuheyr bin Ebi Sulma, Lebid bin Rabîa, Amr bin Kulsûm, el-Hâris bin Hillize. Birçoğu birbiriyle aynı zaman diliminde yaşamış, ömürlerinin sonlarında veya başlarında birbirlerinin hayatlarına temas etmiş ya da Amr bin Kulsûm ve el-Hâris bin Hillize gibi birbirleriyle şiir düellosuna girişmiş kişilerdir; ki bu düellonun örneği son muallakada belirgin şekilde mevcuttur. Kitap boyunca muallakalara geçilmeden önce şairin yaşamına dair tek sayfalık bilgilendirici, biyografik bir metin verilmiş, daha sonra muallakalar sunulmuştur ve gerekli görülen yerlerde, bağlamın net anlaşılması için abartıya kaçılmadan, ölçülü bir şekilde bilgilendirici dipnotlarla şiirlerin çizdiği anlam dünyası zenginleştirilmiştir.

Bu şairlerin kim olduğuna ve şiirlerinde yarattıkları dünya, imge ve ele aldıkları konulara kısaca baktığımızda ilginç bir dünya ile karşılaşırız. Şairler arasında çapkınlığı ve evli kadınları ayartmasıyla da ünlü olan İmruul-Kays, muallakasında sevişmek için çadırların içine sızmayı, karanlık geceyi, ipeksi kadın tenini yoğun bir şekilde anlatır. Öyle ki, şehvet duygusu insanı harekete geçirecek, yaşam sevinci aşılayacak denli güçlüdür. Şairin Bizans İstanbulu’na kadar uzayan ve Ankara’da son bulan trajik hikâyesi de bir o kadar sarsıcıdır ve sanki şiirini bu bilgiler olmadan okumak imkânsız gibidir. İkinci şair Tarafe bin el-Abd kendi muallakasında yiğitlik, mertlik övgüsü ile dikkat çekerken, Antara bin Şeddad’da nesnelerin olduğu gibi sunulması veya tahkiye edilmesine nazaran daha imge yoğunluklu bir şiirle karşılaşırız.

Karganın kanat tüyü kadar kara renkleri
Kırk iki sağmal deve vardı kervanın içinde

Öpüşleri lezzetli güzel bir ağız
Esir alıyordu aklını o sırada keskin beyaz dişleriyle

Sanki bir aktarın ıtır torbasındaki güzel kokular
Senden önce ulaşmıştı ağzındaki dişlere[3]

Şairlerin biyografilerine ve muallakalardaki bilgilere bakıldığında Cahiliye Arap toplumunda şairlik biraz da ata mesleği olarak görülüyor gibi. Bunun en güçlü örneklerinden biri Zuheyr bin Ebi Sulma’dır. Toplumsal tınının daha belirgin olduğu bu şairde, kabile savaşları, barışın önemi, yiğitlik ve muallakanın sonunda dikkat çeken bilgece öğütler vardır. Lebid bin Rabîa diğer şairlerin yanında istisnai olarak sonradan Müslüman olmuş tek muallaka şairidir. Yine sade ve kolay anlaşılır beyitlerden oluşan muallakasında doğa, yitmişlik gibi temalarla beraber dişi bir eşeğin tahkiye ile anlatılan hikâyesi dikkat çeker. Tuhaf olan şu: Dişi eşek hikâyesini okurken, Adonis’in de belirttiği gibi mecazi ve üstü örtük, ima edilen bir dünyanın varlığı hiç hissedilmez; aksine, doğada olan bir olayın güzelliğinin veya hüznünün eşeğin hikâyesi ile orada olduğunu anlarız. Keza çölde yağan yağmur da çokça tekrarlanan bir imge olarak dikkat çeker bu şairde. Aynı çağda yaşamış ve birbirleriyle Hîre kralı Amr bin Hind’in sarayında kralın desteğini almak için atışmış olan Amr bin Kulsûm ile el-Hâris bin Hilize kitaptaki son iki muallaka şairidir. Amr bin Kulsûm’da bolca geçen şaraplar, dilberler, kılıçlar, mızraklar, cenk sahneleri, kaş kafa yarmalar, tehditler, güç gösterileri atalar kültü ile yoğun bir şekilde işlenmiştir. İtibar, şeref, namus, yiğitlik, zafer ve ataları övmenin yanında diğer muallakalarda olduğu gibi bol develi imgeler de söz konusudur. Diğer şairlerin aksine, muallakası dışında başka şiirleri bugüne dek ulaşmayan tek şair el-Hâris bin Hillize’nin muallakasında ise deve, çöl, erkeksi dünya, yiğitlik, kabile anlaşmazlıkları, savaşlar, kendi kabilesinin yiğitliği, dürüstlüğü, kahramanlığı ve güçlü ve gurur dolu bir tarih anlatılır.

Yedi Askı Şiirleri’ne (Muallakalar) hakkıyla baktığımızda, muallakaların varlığı Arap edebiyatına dair kıramadığımız önyargıyı otomatik olarak geçersiz kılıyor. Bu tarz bakış açısını düşündüğümde aklıma hep Filistinli bir Hıristiyan olan Gâde Kermi’nin anılarında bahsettiği bir olay gelir. İsrail’in kurulması ile birlikte ailesiyle beraber ülkelerini terk edip İngiltere’ye yerleşen Kermi, Fatma’yı Ararken adlı kitabında Hıristiyan Arap olduğunu İngiltere’de dile getirdiğinde insanların şaşırmasına karşılık olarak, “Bu insanlar İsa’yı Avrupalı zannetmiyorlar herhalde” diyerek tepkisini dile getirirmiş. Arap kimliğinin ve edebiyatının İslâm’la bu kadar çok özdeş olarak kurgulanması ve okunması, bu edebiyatın çoğulcu yapısını anlamamızın önündeki en büyük bariyer kanaatimce. Bu bariyeri İslâm kimliğinin dışında veya karşısında yazan yazarlarla kırmak zor olabilir ama Cahiliye dönemi edebiyatına, özellikle muallakalar ile Arap edebiyatı dediğimiz fenomene yeniden baktığımızda kendimizi çok farklı bir medeniyet ve kimliğin içerisinde buluruz. O yüzden muallakaların yeniden çevrilmesinin ve basılmasının bizim zihinlerimizdeki Arap imgesini ve Arap edebiyatı önyargısını kıracak güçte olduğunu düşünüyorum. Başka türlü ifade edersem, Arap edebiyatına çok farklı bir gözle bakma imkânı veren, Arap edebiyatına dair ön kabullerimizi geçersiz kılabileceğimiz bir zemin sunuyor muallakalar. Bu şiirler aynı zamanda İslâm ve İslâmi kimlik bir yana, bir milletin tarihinden, 16, 17 yüzyıllık bir geçmişten süzülerek günümüze ulaşmış edebi metinlerin zevkini çıkarma imkânı da veriyor.

NOTLAR:


[1] Adonis, “‘Cahiliye’ Şiirini Okumak”, Yedi Askı Şiirleri (Muallakalar), çev.: Mehmet Hakkı Suçin, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 2020. s. 8.

[2] Adonis, s. 24-25.

[3] “Antara bin Şeddad Muallakası”, Yedi Askı Şiirleri (Muallakalar), çev.: Mehmet Hakkı Suçin, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 2020. s. 79.

 

KAYNAKÇA

  • Ahmed Faris Eş-Şidyak, Malta Seyahatnamesi, çev. Uğur Boran, Ömer İshakoğlu, Büyüyen Ay Yayınları: İstanbul, 2019.
  • Ebû l-’Ela el-Me’errî, Fîlozofekî Reşbîn û Bêdîn, çev. Husein Muhammed, Dîwan: İstanbul, 2012.
  • Ghada Karmi, Fatma’yı Ararken, çev. Mefkure Bayatlı, Everest Yayınları: İstanbul, 2003.
  • Nihad Sîris, Sessizlik ve Gürültü, çev. Rahmi Er, Jaguar Kitap: İstanbul, 2015.
  • Sunullah İbrahim, O Koku, çev. Rahmi Er, Jaguar Kitap: İstanbul, 2013.
  • Yedi Askı Şiirleri (Muallakalar), çev.: Mehmet Hakkı Suçin, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 2020.

GİRİŞ RESMİ


Yedi Askı şairlerinden Antara bin Şeddad’ın, XIX. yüzyıla tarihlenen cam üzerine yapılmış bir resmi.