Edebiyatın Kısa Tarihi  ve sınır tanımayan edebiyatın sınırları

"Sutherland’in edebiyat tarihini benzerlerinden farklı kılan, akademik dilin makinemsi soğukluğunu barındırmaması, bilakis dilinin son derece samimi ve canlı olmasıdır. Buna “‘ben dili’nin dayanılmaz hafifliği” de diyebiliriz. Riskli, olumsuz eleştirilere gebe, fakat aynı zamanda cesur ve iddialı…"

08 Ekim 2020 19:30

İNGİLİZ AKADEMİSYEN, yazar, editör ve eleştirmen John Sutherland’in ilk kez Yale University Press tarafından 2013 yılında, A Little History of Literature adıyla basılan çalışması Tufan Göbekçin çevirisiyle dilimize kazandırılmış ve Alfa Yayınları etiketiyle 2018 yılından itibaren raflardaki yerini almıştır. Sutherland, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sından günümüzün Nobel ya da Man Booker ödüllü yazarlarına, el yazmalarının üretildiği “scriptorium”lardan Gutenberg’in Mainz’deki matbaa atölyesine, dokunulabilir, koklanabilir fiziksel nesneler olan el yazmaları ve matbu kitaplardan “algoritma ve piksellerden oluşan” dijital kitaplara dek üç bin yıldan fazla zamanı içine alan edebiyat tarihini kırk bölümde minimalize ederek incelemiştir.

Seçim her zaman birilerinin dışarıda kaldığı/kalacağı gerçeğini de barındırır bünyesinde. Hele ki söz konusu alan kadim bir tarihi ve yekûnu olan edebiyat olunca… Ancak bu “kısa tarih”ten sınır dışı edilenler; bir bölümde değinmekle yetinilen –çoğu zaman müstakil bölüm dahi ayrılmadan yeri geldikçe, ismen anılmış– Baudelaire, Proust,[1] Camus ve Flaubert dışındaki bütün Fransız edebiyatı; SSCB hışmına, baskısına uğramakla zikredilen Pasternak ile Solzenitsyn haricindeki tüm Rus edebiyatı ve Almanca yazan Bohemyalı Kafka dışında hemen hemen hiç bahsi geçmeyen Goethe, Hesse ve Mann gibi dünya edebiyatını felsefi altyapısıyla derinden etkilemiş yazar ve şairleri yetiştirmiş Alman edebiyatı olunca, eleştiri ve sorular kaçınılmaz hale geliyor. Sutherland Edebiyatın Kısa Tarihi’nde bilhassa İngiliz edebiyatını ve onun ardı sıra Amerikan edebiyatını merkeze almasına rağmen, “post-kolonyal” edebiyatın temsilcilerine (Salman Rushdie, Monica Ali, Zadie Smith, Ben Okri, Wilson Harris, V. S. Naipaul, Chiuna Achebe…), “büyülü gerçekçilik” akımının membaı olan Latin Amerika’ya ve renkli yazarlarına (Jorge Luis Borges, Gabriel García Márquez, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa…), kurguda yarattıkları bulanık ve kasvetli atmosfer ile şahsına münhasır hale gelen İskandinavya yazarlarına (Henrik Ibsen, Johan August Strindberg, Knut Hamsun…), “geniş topraklarına, nüfusuna ve binlerce yıllık uygarlık geçmişine rağmen çok az büyük yazar” çıkarmakla itham ettiği (s. 337) Çin edebiyatına ve Nobelli yazarı Mo Yan’a, modern Japon edebiyatının “çok satan, saygın” yazarı Murakami’ye[2] kör ve sağır kesilmemiştir. 36 ve 37. bölümlere sığdırılan “sınır tanımayan edebiyat”, seçim dışında bırakılanların diyeti olabilir mi?

Yine de baştan belirtmek gerekir ki, bu denli kapsamlı saha bilgisini içeren bir çalışmayı rafine ederek sunmak hiç kolay değil. Bunda yazarın uzun yılları geride bırakan eleştirmenlik geçmişinin, The Guardian gazetesi ve New Statesman dergisindeki istikrarlı köşesinin, kaleme aldığı biyografilerin,[3] makalelerin, diğer kitapların,[4] İngiltere ve ABD’deki üniversitelerde ders vermesinin payı göz ardı edilemez. Sutherland çalışkan bir “edebiyat dedektifi”dir.[5] (Smith, 2008) Ağırlıklı olarak İngiliz edebiyatına eğilmesi yadsınmamalıdır, zira kitabında da belirttiği üzere, “Viktorya dönemi kurgusu” onun uzmanlık alanıdır. Lakin Dickens’ı “dev”, Shakespeare’i “İngilizce konuşulan dünyanın en büyük yazarı” olarak nitelemesi, Wilde’ın edebi başarılarını etkileyici bulmaması ve edebiyat tarihi hakkında yazarken yazarların cinsel kimliklerini vurgulama gereği hissetmesi tartışmaya açıktır.

 

"EDEBİYAT NEDİR?" sorusuyla başlayıp mit, destan, tragedya ve Shakespeare ile devam ederek günümüzün çok satan, para için yazılan kitaplarına kadar uzanan bu tarihin bölümleri, büyük oranda kronolojiye riayet edilerek, bazen de yazarların mensup olduğu akımlar göz önünde bulundurularak sıralanmıştır. Kitabın içerdiği kırk bölümü ayrı ayrı incelemek bu yazının amacını ve kapsamını aşacağından, bütüncül değerlendirmeler yapıp Bakhtin’in diyaloji kavramı çerçevesinde tartışacağımız bazı pasajlara odaklanacağız.

Sutherland’in edebiyat tarihini benzerlerinden farklı kılan, akademik dilin makinemsi soğukluğunu barındırmaması, bilakis dilinin son derece samimi ve canlı olmasıdır. Buna “‘ben dili’nin dayanılmaz hafifliği” de diyebiliriz. Riskli, olumsuz eleştirilere gebe, fakat aynı zamanda cesur ve iddialı… Fikirlerini ortaya atarken kamusal bir “biz dili”ne vasledip bunun ardına saklanmıyor. Öznel çıkarsamalarda bulunmak, bir yerde “söylediklerimin sorumluluğunu da alıyorum” demektir. Bu tavrı gösterebilecek herhangi birinin fikirlerinin altını doldurabilmesi için tıpkı Sutherland gibi verimli bir kariyere sahip olması gerekir.

Edebiyat tarihi adı altında zikredilen bir dizi yazar-eser onun kitabında tarihe hapsolmuyor; zamanın yontuculuğundan ve eleğinden geçip günümüze ulaşıyor. Edebiyatın “nasıl komünal bir şey olduğu” ortaya konuyor. (s. 37)

Yazarın edebiyatı “zihinlerin buluşması” olarak görmesi Bakhtin’in diyaloji kavramını akla getirir. Sutherland’in üzerinde durduğu ve çalışmasının bütününe yaydığı birinci tip diyalog, okur ile okurdan daha büyük zihin (büyük yazarlar) arasındaki diyalogdur. Kimi yerde açıkça ifade edip kimi yerde sezdirmekle yetindiği diğer tip diyalog ise yazarlar arasındadır ve bir metnin/yazarın başka bir metinden/yazardan devşirdiği kıvılcım, babadan oğula/kıza intikal eden “edebi miras” gibidir. Sutherland adını hiç anmasa da, esasen Bakhtin’in roman kuramı çerçevesinde ortaya attığı diyalojizmin üçüncü biçimini şiire/şairlere tatbik eder: “Bir yazarın diğer yazarlarla diyalogu”. (Bakhtin, 2001)

Örneğin pek çok edebiyat araştırmacısı gibi o da Eliot’ın The Waste Land’i ithaf ettiği Ezra Pound’u 1922’deki modernist devrimin “baba”sı olarak görür. Pound’un Eliot’ın şiirlerinin bir nevi editörlüğünü yaptığını taslaklardan biliyoruz. Sutherland, Pound’un aynı şekilde Yeats’in şiirleri üzerinde de belirleyici bir rol oynadığını ifade eder. Yeats’in şiir sanatını “Kelt Şafağı” atmosferinin dışına çekip “1916 Paskalya Ayaklanması” tarzında İrlanda’nın güncel krizlerini yansıtan bir tarza evirmiştir. (s. 259) Böylece Ezra Pound’un Eliot ve Yeats ile diyaloğu ortaya konmuş olur. Pound’un şiirleri ve poetikası anametinsellik bağlamında “verici” pozisyonda iken, Eliot ve Yeats’in şiirleri “alıcı” konumundadır. Nitekim Ezra Pound, Ulysses romanıyla ilgili bir yazısında şöyle diyor: “Bir yapıtın en iyi eleştirisi, yaratıcı yazardan ya da ardından bir yapıt ortaya koyabilecek sanatçıdan gelir.” (Pound, 1990, s. 20)

Edebi miras zincirinin bir başka halkasını Keats ve Eliot’un savunduğu şair personasını atmayı tercih eden şairlerin (Lowell, Plath, Larkin ve Hughes) “çöküş şiirleri” oluşturur. (Sutherland, 2018) Yirminci yüzyılın sonlarında sahneye çıkan bu şairler, “acı çeken insan”ı konu edinir ve kendileri de hayatları boyunca delirmenin, intiharın eşiğinde yaşamış, eserlerindeki yazgıdan kurtulamamışlardır. Sözgelimi Robert Lowell’ın “Waking in the Blue” (Mavide Uyanmak) adlı şafak şiiri, New England’daki akıl hastanesinin kapalı koğuşunda bir sabahı anlatır. (s. 310) Sutherland’in ifade ettiğine göre, Lowell’ın Boston Üniversitesi’nden öğrencisi Sylvia Plath onun görüşlerini daha uç noktalara taşıdı. Üstelik hem yaşam hem poetika bakımından… Bundan Plath’ın edebi babasının Lowell olduğu önermesini çıkarabiliriz. Aslında “yazan bir kadın” olarak kendinin kıyısında yaşayan Plath’ın mahkûm olduğu yazgı da Virginia Woolf’a benzer. Üstelik Woolf gibi o da birkaç kez intihar girişiminde bulunmuş, ancak dördüncü girişiminde hayatın soğuk sularından ölümün sıcak sularına bırakabilmiştir kendini. Trajik biçimde, zihnindeki zehirli düşünceleri yakmak istercesine… Bu manada, ille edebi ebeveynler arayacaksak, annesinin de Virginia Woolf olduğu söylenebilir.

‘Yine yaptım. / On yılda bir kez / Bunu yaparım.’

Burada kastedilen şey intihar girişimidir. Lazarus, İncil’de İsa tarafından diriltildiği anlatılan kişidir. Plath bu şiiri yazdığında otuz yaşındaydı ve kendini üç kez öldürmeye çalışmıştı. Dördüncü girişiminde başarılı olacaktı. Ölümünden sonra yayımlanan bu şiir bir ‘yaşam’ çalışmasından ziyade ‘ölüm’ çalışmasıdır. Bu şiiri bir ürperti duymadan okumak olanaksızdır. (s. 312)

Aynı kulvardaki çalışmalardan ayrılan özelliklerini ortaya çıkarmak üzere, Edebiyatın Kısa Tarihi’ni Tolstoy’dan Nabokov’a, Hamlet’ten Harry Potter vb. günümüzün çoksatar kitaplarına dek edebiyatı Sutherland gibi geniş bir yelpazede fakat farklı metot ve kriterlerle inceleyen Eagleton’ın Edebiyat Nasıl Okunur adlı eleştirisi ile karşılaştıralım:

Edebiyat Nasıl Okunur, önsöz ve beş bölümden oluşur. Bölümler sırasıyla şu başlıkları içerir: “Açılışlar”, “Karakterler”, “Anlatı”, “Yorum” ve “Değer”. Eagleton çalışmasının “Önsöz”ünde kitabını “edebiyata yeni başlayanlara rehberlik etmesi niyetiyle kaleme aldığını” ifade eder. (Eagleton, 2015, s. 9) Yine de Eagleton’ın metnini kazdığımızda, diğer kuram kitaplarında olduğu gibi, bu çalışmasında da Sutherland’in hitap ettiği “genel okuyucu” kitlesi içinde daha özel/küçük bir grup olan “seçkin azınlık”a yazdığını görürüz. Çünkü Sutherland’den farklı olarak, “biçim” ve “teknik” üzerine eğilmiştir. “Anlatı, olay örgüsü, karakter, edebi dil, kurgunun doğası, eleştirel yorumun sorunları, okurun rolü” vb. kıstaslar üzerinden yargıya varır. Elbette Edebiyat Nasıl Okunur’da da Edebiyatın Kısa Tarihi’ndeki gibi çeşitli yazarlara, akımlara dair değerlendirmeler bulabiliyoruz. Ancak bu önermelere Sutherland’ın “dev”, “İngilizce konuşulan dünyanın en büyük yazarı”, “harikulade” neviinden öznel görüşlerinden farklı olarak, yukarıda izah ettiğimiz kişisel olmayan ölçütler sonucunda varılıyor olması mühimdir. Böylece eleştirinin ayağı yere basar. Daha önce Shakespeare’in eserlerini okumamış septik bir okur, Edebiyatın Kısa Tarihi’nin 7. bölümünü okuyarak Shakespeare’in büyük bir ozan olduğuna ikna olamaz. Zira Sutherland hükümlerini temellendirecek yeterince bilimsel deliller sunamıyor. Böyle bir okurun Eagleton’ın Shakespeare hakkındaki düşüncelerini okuduktan sonra eleştirmene katılması yahut katılmaması daha olasıdır. Eagleton’ın Hamlet üzerine değerlendirmeleri okuru tatmin etmediyse, “kıstasların” da farklı olmasından kaynaklanır. Eagleton’ın Marksizm’e dayalı materyalist eleştirileri bu ayrılıklardan birini teşkil edebilir, lakin Edebiyat Nasıl Okunur adlı incelemesi diğer çalışmalarıyla kıyas edildiğinde (Estetiğin İdeolojisi, Marx Neden Haklıydı?, Eleştiri ve İdeoloji, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi…) ideoloji ve kuramdan nispeten aridir. Sonuç olarak okur olumlu ya da olumsuz “net” bir yargıya varır. Bunun yanında, Sutherland’in tarihindeki Shakespeare bölümü, ozanın biyografisi ve oyunlarının dışında kısmen edebiyat magazinini de içerdiğinden, özellikle sıradan okur (genel okuyucu kitlesi) nazarında daha “merak uyandırıcı” olabilir. Dolayısıyla edebiyat tarihinin –saha uzmanları dışında– halk içindeki dolaşımını kolaylaştırması ve kitleleri bu alanda okumaya teşvik etmesi açısından olumlu bir girişim olduğunu varsayabiliriz. İlgili bölümden bir pasaja göz atalım:

“1610’da henüz 40’lı yaşlarında ve varlıklı biri olan Shakespeare kariyerinin zirvesindeyken emekliye ayrıldı. Londra’dan doğduğu yer olan Stratford’a döndü. Ailesinin armasını gururla sergileyerek bir centilmen olarak yaşamak istedi. Ama ne yazık ki çok uzun yaşamadı. 1616’da muhtemelen tifüsten öldü. Vakitsiz ölümünün alkolden kaynaklandığını ileri süren popüler (ve muhtemel görünmeyen) bir efsane de vardır. (Sutherland, Edebiyatın Kısa Tarihi, s. 68-69)

İki çalışmanın ayrıldığı yöntemlerden bir diğeri, Eagleton’ın romanların açılış cümleleri ile şiirlerin ilk dizeleri üzerinden metin değerlendirmesine gitmesidir.

Eagleton ve Sutherland’in Shakespeare dışında, çalışmalarında yer verdiği ortak yazarlar/şairler şunlar: Melville, Chaucer, Keats, Larkin, Milton, Dickens, Brontë kardeşler, Hardy, G. Eliot, Brecht, Sterne, Joyce, T. S. Eliot, Hemingway, Orwell, Beckett… İnceleme kriterleri yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi değişse de, seçilen isimlerin birçoğu aynıdır. Bir yazar ya da şairin edebiyat tarihini nasıl etkilediğini, metinlerinin hangi bağlamda analiz edilmesi gerektiğini farklı zihinlerden okumak istiyorsak, bu iki yapıt karşılaştırmalı incelemeye müsaittir.

 

İNCELEMEMİZ BOYUNCA “karşılaştırmalı” ve “eleştirel (tenkidî)” yöntemi izledik. Sutherland edebiyatın geçmişten bugüne nasıl evrildiğini anlatırken toplumsal arkaplan, devrimler, savaşlar, ideolojiler, dinî inançlar, otorite baskısı, aydınlanma, Modernizm ve gelişen teknolojik imkânlar ile analoji kuruyor. Böylece değişen edebiyata paralel olarak, farklılaşan “okur tipi”ni ve devraldığı “yazınsal töre”yi bazen karşı çıkarak, bazen kendi birikimiyle dönüştürerek yeni bir hüviyete sokan “diyalog halindeki” yazarları temaşa etmemize olanak sağlıyor. Edebiyat tarihi geçmişte donuk vaziyette duran metinler ve yazarlar mezarlığı değildir. Bilakis canlı bir sahadır ve yeni yazarlar, akımlar, dönüşümlerle kendini inşa etmeye devam eder. Romantikler klasik gerçekçi romanın değişmesine, Pound, Eliot, Joyce, Woolf ile yaşanan modernist devrim ise postmodern anlatının doğmasına zemin hazırlamıştır. Bu akımlar Hegel’in diyalektik yöntem ile formüle ettiği gibi (tez + antitez = sentez) birbirinin devamı ve aynı zamanda karşıtıdır. Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını Sterne’in Tristram Shardy’sinden bağımsız düşünemeyiz. Tıpkı Camus’nün Yabancı’sını Kafka’nınDönüşüm’ünden azade göremeyeceğimiz gibi… Feminist hareketin kutsal kitabı sayabileceğimiz Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını hazırlayan öncü yazarların Aphra Behn, Jane Austen ve Brontë kardeşler olduğunu kim inkâr edebilir?

Edebiyatın Kısa Tarihi’nde değinilip diyalog kurduğu diğer yazarlardan, türlerden ve akımlardan bahsedilmeyen kimi yazarlar da var. Okur, postmodern anlatılar gibi kuramsal ve eleştirel metinleri de bilgisi ve kültürü oranında “yeniden yazar”. Bu manada, Sutherland’in edebiyata yeni başlayanlar için dikkate değer gördüğümüz yapıtına bazı eklemelerde/önerilerde bulunmak, yazının amacına ulaşmasına katkı sağlayacaktır:

Ulysess’ten Odysseia’ya: Evvela çalışmanın sınırları içine dahil edilmiş bir yazara/esere dair düzeltmede bulunmak istiyoruz: Sutherland’in Joyce’un Ulysses’i hakkındaki düşünceleri daha ziyade sık rastlanır cinsten genellemeleri içerir. Özele indiği kısımlarda ise alımlama estetiği bağlamında nitelendiremeyeceğimiz, yer yer hatalı fikirlere rastlanır. En basitinden Ulysses’in Homeros’un destanıyla bağlantılı olduğu görüşünü asılsız kabul etmesi, Pound’un “romanın Homerosçu iskeleti” dediği şeye ve daha önemlisi bizzat Joyce’un Josephine teyzesine yazdığı mektuptaki “Ulysses’i anlayabilmek için önce Odysseia’yı okuması gerektiği” söylemine ters düşer. (Gibson, 2016) Kaldı ki eleştirmenin bir süre sonra Homeros’un hangi destanını kastettiği bile silikleşir. Kâh Truvalı Helen’e, yani İlyada’ya gider kâh Odysseia’ya… Halbuki Armağan Ekici’nin de Edebiyatın Kısa Tarihi hakkındaki eleştiri yazısında (Ekici, 2018) dikkat çektiği gibi, bizi Ulysses bağlamında ilgilendiren sadece Odysseia’dır.

Murakami’nin "yalnızlığı": Sutherland “Edebiyat Cumhuriyeti: Sınır Tanımayan Edebiyat” bölümünde; “dünya çapında hem satış rakamları hem de saygınlığı bakımından başarılı, ünlü Japon romancı” şeklinde tarif ettiği günümüz yazarı Murakami’den ve onun 1Q84 üçlemesinden bahseder. (Sutherland, 2018, s. 338) Eleştirmenin Japon edebiyatını postmodern/büyülü gerçekçi yazar Murakami ile selamlaması dikkate değerdir. Romanlarını Beatles şarkıları ile çeşnileyip[6] Orwell ve Kafka[7] eserlerinin parodisini yapan Murakami Amerikalılaşmış modern Japonya’yı anlatır. Ve devraldığı yazınsal miras, modern Japon edebiyatının kurucusu Natsume Soseki’den gelir. Sokeki yalnız Murakami’yi değil, Mişima, Kavabata, Akutagava gibi Japon edebiyatının büyük yazarlarını da etkilemiştir. Murakami ve diğer yazarlarla kurduğu “diyalog” bağlamında modern Japon edebiyatının “baba”sı kabul edilebilir. Japon edebiyatının Murakami dışındaki damarını ise Bahar Karları, Dalgaların Sesi, Bir Maskenin İtirafları, Yaz Ortasında Ölüm, Denizini Yitiren Denizci gibi eserleriyle Mişima temsil eder. Onun roman kişileri, kimonoları, gelenek ve doğayla kurdukları bağ ve samuray ruhu ile Japon edebiyatının kadim köklerini yansıtır.[8] Dolayısıyla kitabını bölümlere ayırırken dahi “yazarlar arası diyalog”u ön planda tutan Sutherland’in Murakami beraberinde bu isimleri de anması gerekirdi. Nitekim Murakami’nin Japonyası ile Mişima’nın Japonyası arasında dağlar kadar fark vardır. Mişima’nın harakiri yaparak intihar etmesi de ölüm şeklini en az Woolf ve Plath kadar sansasyonel yapar.

“Çin’de yazar kıtlığı”: Eleştirmen yine aynı bölümde Çin’in “geniş topraklarına ve nüfusuna rağmen çok az büyük yazar yetiştirdiğini” vurgulayıp Nobelli yazar Mo Yan’ın The Garlic Ballads (Sarımsak Türküleri) adlı eserinden bahseder. İngiliz ve Amerikan edebiyatından sayısız isme yer veren Sutherland’in “bir elin parmakları kadar” dediği Çinli yazarlardan birkaç ismi daha zikretmesi yerinde olurdu. Örneğin Yaşamak romanı çıkar çıkmaz sansüre uğramış Çinli yazar Yu Hua, James Joyce Ödülü’ne layık görülmesi yönüyle de eleştirmenimiz için biçilmiş bir kaftandır. (Hua, 2017) Zira incelediğimiz kısa tarihin 25. bölümü “Edebiyat ve Sansür”ü, 39. bölümü ise “Ödüller, Festivaller ve Okuma Grupları”nı içermektedir. Yu Hua’nın adı geçen romanında yüzlerce yıldır ekilip biçilen pirinç tarlalarını, acımasız çalışma koşullarını, geçimi tarıma dayalı toplulukların ürettiği mitleri, inanışları ve ritüelleri, komünizm baskısını, fakirliğin çarpıcı yüzünü görmek mümkündür.

1001 Gece Masalları: Eleştirmenin en büyük zaafı, Doğu edebiyatını hemen bütünüyle yok saymasıdır. Sutherland’in “Doğu” kabul edebileceğimiz Rus edebiyatı ile Arap, Fars ve Türk edebiyatına da müstakil olarak yer vermeyişini “Batı” odaklı bir tarih yazmasına dayandırsak bile, “Büyülü Gerçekçilik” bölümünde Borges’i, Marquez’i inceleyip bu yazarların beslendiği yegâne kaynak olan Binbir Gece Masalları’ndan hiç söz etmemesi ciddi bir eksikliktir. Öte yandan, Binbir Gece Masalları’nı es geçerken “İngiliz Öyküleri: Chaucer” başlıklı 5. bölümde, çerçeve hikâye tekniğinin kullanılması bakımından aynı familyadan kabul edebileceğimiz Boccacio’nun Decameron’undan bahsetmeyi ihmal etmemesi ihtilaf yaratır.

Nabokov Amerikan edebiyatının bir parçası değil mi? Postmodern anlatıların işlendiği 31. bölümde (“Sihirbazlık Seti: Karmaşık Anlatılar”); Sterne, Calvino, Ellis, Pynchon ve Johnson beraberinde Solgun Ateş ve Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı romanlarıyla postmodern kurgunun öncü metinlerini yazan Nabokov’un da hatırı sayılır bir alan kaplaması lazım gelirdi. Üstelik Nabokov Rus asıllı olsa da, anılan eserlerini sürgün edildiği ülkesinin diliyle değil, İngilizce yazmıştır ve bugün çoğu eleştirmen tarafından Amerikalı bir yazar olarak kabul edilir. Ayrıca Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği dersler sayesinde, kanona giren yazarların anlaşılması yönünde önemli katkılar yapmıştır. Sutherland’in birçok bölümde dolaylı yoldan üzerinde durduğu Amerikan edebiyatı ve yazarlarına Nabokov’u eklememesinin yanı sıra, bu kısımda da yer vermeyişi ilginçtir.

Almanya da Doğu mu sayılıyor? Edebiyatın Kısa Tarihi’nde Alman edebiyatının izine pek rastlamıyoruz. Oysa şiirleri ve büyük yankı uyandıran Genç Werther’in Acıları ile Goethe’nin, estetik bağlamında Venedik’te Ölüm ile onu takip eden sürgünlük yazar Mann’ın ve modernist romanın Ulysses kadar cesur, deneysel, felsefi örneği Bozkırkurdu ile Hesse’nin de en azından bahsinin geçmesi icap ederdi. Zira bu isimler edebiyat tarihine, akımlara Shakespeare, Dickens ya da Pound kadar yön vermiştir.

Çeviri: Pek çok eser ve yazarla dolu böylesine hacimli bir çalışmanın bağlamdan kopmadan Türkçeye aktarımı şüphesiz hayli çaba gerektirir. Sarf edilen gayreti ve emeği takdir etmekle beraber, şunu da belirtmek gerekir ki, çeviride okumayı zorlaştıran bazı sözdizim hatalarına rastlanıyor: “İnsanlar da Henry Ford’un T model otomobilleri gibi montaj hattında topluca üretilseydi ne olur?” (s. 274) “Sterne, romanın gerçekten yeni olduğu dönemde yazmıştı.” (s. 281) Bir sonraki baskıda metnin gözden geçirilmesi faydalı olabilir.

Ve kitabın adı için bir öneri: Son olarak saydığımız sebeplerden dolayı, Edebiyatın Kısa Tarihi’nin adı “İngiliz ve Amerikan Edebiyatının Kısa Tarihi” olsaydı, amacına ve kapsamına çok daha uygun düşerdi.

 

KAYNAKÇA


  • Bakhtin, M., Romanda Söylem. Karnavaldan Romana: Edebiyat teorisinden dil felsefesine seçme yazılar, çev. Cem Soydemir, der. Sibel Irzık, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001.
  • Eagleton, T., Edebiyat Nasıl Okunur, çev.: Elif Ersavcı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.
  • Ekici, A. (2018). “İlk destanlardan günümüzün çok satan kitaplarına”, erişim tarihi: 15 Mart 2020,
  • Gibson, A., James Joyce, çev. Orhan Düz, İstanbul: YKY, 2016.
  • Hua, Y., Yaşamak. çev. Bahar Kılıç, İstanbul: Jaguar Yayınları, 2017.
  • Pound, E., Ulysses, çev.:Halit Çakır, Adam Sanat. (61), 20, 2018.
  • Smith, J. (2008). Critical Perspective. Erişim tarihi: 25 Mart 2020,
  • Sutherland, J., Edebiyatın Kısa Tarihi, çev. Tufan Göbekçin, İstanbul: Alfa Yayınları, 2018.
  • Woolf, V., Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

NOTLAR

[1] Baudelaire ve Proust Edebiyatın Kısa Tarihi’nde “Dekadans Çiçekleri: Wilde, Baudelaire, Proust ve Whitman”başlıklı 21. bölümde ele alınmıştır. Ancak bu bölümde Wilde’a yaklaşık altı sayfa ayıran Sutherland, Baudelaire’e hemen hemen iki sayfa, Proust’a ise bir buçuk sayfa yer vermiştir.

[2] Sutherland Japon edebiyatından azade, yalnız Murakami’den söz eder: “Edebiyat Cumhuriyeti: Sınır Tanımayan Edebiyat”.

[3] Stephen Spender: The Authorized Biography, The Life of Walter Scott.

[4] Reading the Decades: Fifty Years of British History through the Nation’s Bestselling Books, Victorian Fiction: Writers, Publishers, Readers vd.

[5] Is Heathcliff a Murderer?: Puzzles in Nineteenth-Century Literature, Can Jane Eyre Be Happy?: More Puzzles in Classic Fiction ve Who Betrays Elizabeth Bennett?: Further Puzzles in Classic Fiction… vb. çalışmaları onun “edebiyat dedektifi” olarak tanınmasını sağlamıştır.

[6] Murakami’nin her romanında mutlaka Beatles şarkıları geçer. Hatta romanlarından biri adını direkt olarak Beatles’ın şarkısından alır: Norwegian Wood. Eserin Türkçe çevirisi, İmkânsızın Şarkısı adıyla yayımlanmıştır: Murakami, H. (2015). İmkânsızın Şarkısı, çev.: Nihal Önol, İstanbul: Doğan Kitap.

[7] Murakami’nin yedi öyküden oluşan Kadınsız Erkekler kitabındaki “Âşık Samsa” öyküsü Gregor Samsa’yı anımsatır. Ayrıca yazarın en çok tanınan eseri Sahilde Kafka’nın roman kişisi Kafka Tamura’nın babasıyla olan ilişkisi –babasının kehanetinin bir gölge gibi peşinde dolaşması– Kafka eserlerinin anıştırmasını, parodisini içerir.

[8] Bkz.: Mişima, Y., Dalgaların Sesi, çev.: Zeyyat Selimoğlu, İstanbul: Can Yayınları, 2015.

 

GİRİŞ RESMİ

Sarah Young tarafından yapılmış illüstrasyonlar. Kitaptan alınmıştır.