Joyce, Queneau ve Carroll çevirileriyle tanıdığımız Armağan Ekici bu kez deneme yazılarını topladığı Lacivert Taşından Tabletler kitabıyla karşımızda. Armağan Ekici ile deneme ve çeviri üzerine Çağlayan Çevik konuştu...
03 Mart 2016 15:00
Lacivert Taşından Tabletler’in, okuru, bilhassa “denemesever” okuru fazlasıyla dürtükleyen metinlerle dolu olduğunu belirterek söze girmek gerek. Ancak ne olursa olsun, çok farklı bir formasyondan gelip, Biçem Alıştırmaları-Ulysses-Alice Harikalar Diyarında gibi birbirinden “sıradışı” metinlerin çevirmenisin. Diğer taraftan da, farklı yayınlarda farklı zamanlarda denemeler kaleme alıyorsun… Buraya elbet geri döneceğiz ama, Ocak ayının sonunda usta bir edebiyatçıyı, iyi bir çevirmeni ve olağanüstü bir deneme yazarını, Tahsin Yücel’i kaybettik. Önce Yücel özelinden sormak istiyorum ne yalan söyleyeyim. Ne söylersin onun yapıtları, çevirileri ve denemeleri ile ilgili? Hislerin, düşüncelerin neler…
Tahsin Yücel çok yararlandığım, minnettar olduğum bir edebiyatçı. Yalan’ın Türkçenin en önemli romanlarından biri olduğunu düşünüyorum. Yapısalcılığın ne olduğunu Tahsin Yücel’in kitapçığından öğrendim, Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’nı, Bouvard ile Pécuchet’yi, Proust’u, Barthes’ı ilk onun çevirilerinden okudum. Salaklık Üstüne Deneme, Tartışmalar gibi deneme kitaplarından çok yararlandım (“Salaklık Üstüne Deneme” bence müthiş bir metin). İnşaat bazlı büyüme modelimizden bahseden romanı Apartman’ı bugünlerde okumak istiyorum. Bunlara rağmen, Tahsin Yücel’in yapıtını geniş kapsamıyla yeteri kadar tanımadığımı düşünüyorum; zamanında çok etkili olmuş eski romanlarını, öykülerini okumadım henüz.
Türkçe edebiyatla ciddi olarak uğraşan herkesin Tahsin Yücel’e (öztürkçeciliğine katılmasalar da) saygı ve minnet duyması gerekiyor bence. Gerçek bir misyon anlayışıyla ömürlerini edebiyata, dilbilime, çeviriye vermiş bir kuşağın en önemli temsilcilerinden. Sadece kendi akademik alanına yaptığı katkıyla bile Türkiye’nin çıkardığı en önemli değerlerden biri.
Tahsin Yücel’in deneme üslubuna çok imrenirim. Yücel, Nurullah Ataç’ın açtığı yoldan giderek, çok duru bir düşünceyi aynı durulukta, temizlikte bir dil ve mantıkla aktarmanın örneklerini vermiş. Sırf üslubundaki bu berraklığa, temizliğe yaklaşmaya çalışmak için bile Tahsin Yücel’in dilini çalışmak gerek.
Tahsin Yücel’in öztürkçeciliği sık sık tartışılır, bu yüzden bazen epey aşağılayıcı sözler de duyarız. Bu konuda Yücel’e kızanların dilde özleşme meselesi üzerine yazdıklarını okumaları, böylece en azından tam olarak neye kızdıklarını öğrenmeleri gerekiyor bence. Dil tartışmalarından haberdar olmayan bir okurun karşısına “ideoloji” anlamında “düşüngü” gibi kelimeler çıkınca şaşırmasını anlıyorum, ama o okurların da şaşkınlıklarını biraz yenip, bunun da Türkçenin bir akımı olduğunu, bu kelimeleri bilmenin de bir zenginlik olduğunu farketmeleri gerekiyor. Kaldı ki, Tahsin Yücel’in yazıları, dilde özleşme çabasının büyük ölçüde başarılı olmuş olduğunu ispatlıyorlar; bugün bir Tahsin Yücel yazısındaki kullanımdan düşmüş (ya da kullanıma girememiş) kelime sayısı, Tanpınar’ın, Sabahattin Ali’nin ya da Hâşim’in yazılarındaki kullanımdan düşmüş kelime sayısından çok daha az.
Denemelerin tarihlerine baktığımız zaman 2003-2005 arası sıklıkla Geceyazısı’nda çıkmış metinler var, arada uzun bir –sessizlik mi demeli- boşluk ve 2013’ten bugüne nispeten daha düzenli ve “sık” kaleme alınmış denemeler yer alıyor… Aradaki yaklaşık 10 yılı sormak istiyorum… Mecra meselesi miydi sadece yoksa biriktirmek, bir şeylerin peşine düşmek gibi endişeler miydi buna sebep?
2008-2012 arasını açıklamak kolay, o yıllar Ulysses çevirisiyle geçti, zaten başka pek bir şeye vakit kalmıyordu. Bir soluklanma, muhasebe çıkarma dönemi olduysa 2006-2007 civarında olsa gerek. 2003-2005 arasında Geceyazısı gerçekten önemli bir mecraydı, çok ilginç, dolu ve iddialı bir projeydi. Geceyazısı için yazdığım yazılarda (başardım mı bilmiyorum ama) kendimi hep daha iyisini yapmak için zorlamış, çıtamı yükseltmeye çalışmıştım. Aradaki sessizliğin nedeni, mecra meselesinden çok, “şimdiye kadar neler yaptım ve başka neler yapmam gerek” diye düşünme gereği duymam oldu; yoksa, yazınca mecra bulunuyor. İşte bu soluklanma döneminden “yalnızca canımın istediği ufak ölçekte işlerle yetinmemem, daha büyük ölçekli bir işe girişmem gerek” düşüncesiyle çıkarak Ulysses’e giriştim.
Aslında kitaba adını veren ilk denemeyi okuduğumuzda önce basitçe sonra detaylarıyla ve tarihsel planıyla hipertekst kavramını masaya yatırıyorsun. Diğer taraftan son paragrafı, aslında denemelerin için de bir önsöz, daha doğrusu ne yaptığının izahı gibi…
O yazı Kırtıpil’in hipertekst dosyası için yazılmıştı. Yazının kurgusu sağ gösterip sol vuran bir retorik oyuna dayanıyor; hipertekstin tarihçesinden, çağdaş edebiyat tekniklerinden bahseder gibi başlayıp sonra tarihleri durmadan geriye atarak şunu demeye getiriyorum: Aslında tüm insan düşüncesi hiperteksttir, hele deneme sanatı ilk gününden beri hiperteksttir. Teknoloji değişebilir, kullanalım tabii, ama biz asıl işimize bakalım.
Buradan bakınca bir metin/kavram üzerinden birçok durağa uğruyorsun. Örneğin Frank Zappa da çıkıyor karşımıza, Simpsons dizisi de, oradan bir başka durağa geçiyoruz… Metinlerarası bağ kurmaktan, disiplinlerarası bağ kurmaya kadar varıyor iş… Bu biraz deneme “tavrı” ile ilgili sanırım. Ne demek istersin?
Bence işin püf noktası bağlantı kurmayı, kurulmuş bağlantıları görmeyi seven mizaçta. Bu türden bağlantıları ve geçişmeleri görmek, zihnimizde kelime oyunlarının yaptığı etkiye benzer bir etki yapıyor; beklenmedik bir yerde bağlantılı ama uyumsuz bir unsur görünce, örneğin Simpsons’da sırf matematikçilerin anlayacağı bir şaka ya da bir Kubrick filmi göndermesi farkedince keyifleniyoruz. Deneme formu böyle daldan dala atlayarak yazmaya özellikle uygun bir form.
Söze Tahsin Yücel’den girdik ama son soru ve cevabı da akla Enis Batur’u getiriyor. Onun denemeleri, paragraf yazıları da benzer biçimde bir kavramın yer aldığı metinleri, onu didikleyen adları, sanat eserlerini aktaran arkeoloji çalışmaları gibidir. Bu bağlamda senin denemelerinin de zengin referans noktaları olduğunu görüyoruz…
Tabii, Enis Batur’u çok sevdiğim, hemen hemen (!) tüm kitaplarını okumuş olduğum malum. Kendisi de bu “bağlantı” meselesi üzerine çok çalışmış zaten. Bunun yanında, kendisini referans noktası olarak alanlar için bir sorun da yaratıyor, çünkü kültür, müzik, görsel sanatlarda, özellikle edebiyatta Enis Batur’un hiç anmadığı ilginç bir şeyler yakalamak pek kolay değil.
Az önce arkeoloji çalışması dedik, ama Enis Batur bir denemesinde “edebiyat detektifine ihtiyacımız var” diyerek, kimi adların, eserlerin izini sürmek gerektiğini, edebiyat tarihinin bu şekilde daha güçlü yazılabileceğini işaret eder. Lacivert Taşından Tabletler’de de yakın bir anlayışla, bilgi detektifliği uyguladığını söylemek ne kadar doğru olur sence?
O tür edebiyat detektifliği benim gibi amatörlerin olanaklarını aşan, tam zamanlı icra edilmesi gereken bir iş. Kütüphanelere, arşivlere, tozlu kitap depolarına gireceksiniz, dergi koleksiyonlarını tarayacaksınız... Bu türden belgeler dijital ortamlara aktarıldıkça oturduğunuz yerden yapabileceğiniz detektiflikler artıyor, bunlara çeviri yaparken ya da yazılarda çok sık başvuruyorum. Mesela çözemediğiniz bir ifadeyi dönemin gazetelerinde arayıp tam nüansını bulabiliyorsunuz ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ömrü boyunca Cumhuriyet gazetesinde hangi haberlerde geçtiğini inceleyebiliyorsunuz. Kitapta Vladimir Dixon’ın mektubunun tıpkıbasımını bulup çıkarmam ufak bir detektiflik uygulaması örneğin, zaten Enis Batur’un kısa bir metnindeki bir ipucunu takip ediyor. Ama benim yaptığım amatör işi, yazıda da andığım makaleye JSTOR’da ulaşmaktan ibaret; asıl detektiflik, kullandığım makaleyi yazarken o kâğıt parçasına da ulaşan araştırmacının yaptığı.
İşin yazı kısmından çok söz ettik ama kaleme aldığın denemelerdeki önemli unsurların başında müzik geliyor. Müzik için de bir hipertekst demek mümkün mü ve senin de ilgini –tıpkı Oulipocular gibi- bu sıradışı matematikle mi çekiyor yoksa başka şeyler mi?
Müziğin tam olarak niye bizi büyülediğini hâlâ bilmiyoruz. Sesleri böylesine düzenli yapılar içinde sıralamak ve iç içe geçirmek belli ki beynimizde bir tür uyuşturucu, keyif verici madde etkisi yapıyor. Müziğin de hipertekstüel tarafları var, ama cazibesinin asıl kaynağı ritim, bazı aralıkların doğal olarak kulağa uyumlu gelmesi, melodilerin kontürleri, gerilim-boşalma düzenleri, benzer yapıların hafif çeşitlemelerle tekrarlanması ya da yer değiştirmesi türünden unsurlar gibi görünüyor.
Bunun devamı olarak hiç sözünü etmediğin bir yazıda bile sanki Bach dinlememiz gerektiğini işaret eder gibisin. Bach’a özel bir ilgi ve merak/araştırma var mı?
Sebebini açıklamak zor. Bu konuyu benden çok daha iyi bilen insanlar, örneğin John Eliot Gardiner gibi hayatı boyunca Bach’ın eserlerini kaydetmiş, Bach’ın hayatı üzerine kitap yazmış bir şef bile “Tam olarak ne yaptığını anlayamıyoruz, yapıtının özüne ulaşamıyoruz” diyebiliyor. Yine emektar Bach uzmanlarından Frans Brüggen, ömrünün sonlarında, artık 90’ına yaklaştığında hâlâ niye Bach’ın Si Minör Missa’sını yönettiği sorulduğunda “Çünkü dünyadaki en iyi müzik bu” demişti.
Bir örnek daha vereyim: Richard Dawkins, kendini ateizm propagandasına vermiş durumda, bu yüzden Twitter’da insanlarla kavga edip duruyor. Dawkins bile iki ateist tweet arasında Bach’ın Matta Pasyonu’nu tavsiye edip ateizm kavgasına geri dönebiliyor; oysa Matta Pasyonu bir yandan da dünyadaki en etkili Hıristiyanlık propagandası araçlarından biri. Bach’tan başka hiçbir bestecinin gücünün Dawkins’e Hıristiyanlık propagandası tavsiye ettiremeyeceğini tahmin ediyorum.
Ben de Bach’ı on yıllardır çok severim, çok dinlerim. Elimden geldiğince eserlerini çalmaya ve öğrenmeye de çalışıyorum. Klasik gitarla uğraşıyorum, klasik gitar repertuarının önemli bir kısmı Bach’ın viyolonsel, keman ve lavta eserlerinin transkripsiyonları; ama tabii bizim gibi amatörlerin yapabildiği bir ummanın kıyısında çimmekten ibaret. Bach, anladığım kadarıyla, müzik tekniğinde öyle bir düzeye ulaşmış ki, her istediğini yapacak hâle gelmiş. Normal insanlar için sokakta yürümek ne kadar kolaysa, onun için de herhangi bir tonda herhangi bir armoniyle dört-beş bağımsız sesi olan müzik yazmak, bunu istediği kadar uzatmak o kadar kolay gibi görünüyor. Müziğinin içine dehşet verici teknik oyunlar koymuş, ama göze batmıyorlar; işin aslını bilmezseniz, oyunu hiç farketmeden huzur içinde dinleyebiliyorsunuz. Mesela meşhur Goldberg Çeşitlemeleri’nde 3., 6., 9... çeşitlemelerin aslında kanon olduğuna, iki sesin birbirini birebir tekrarladığına amatör dinleyicinin dikkatini çekmek gerekir, yoksa “ah ne kadar sakin ve hoş bir piyano müziği” diye kaptırıp gitmek çok kolay.
Bach’ın müziğini efendi, dinlendirici, ders çalışırken dinlemeye uygun vs. olarak görebiliriz, ama, şunu da iddia ederim; bir kere kulak alışkanlığı edinince, büyük ölçekli koro yapıtlarında yarattığı gerilim ve coşku ya da org eserlerindeki heyecan, değme Hollywood bestecisini ya da heavy metalciyi suya götürüp susuz getirecek düzeydedir.
Bach’ın başka bir özelliği, bitmeyen, biter gibi olup bambaşka motiflere bağlanan, müzisyene, şarkıcıya nefes alacak zaman bırakmayan müzikal cümleleri. Bazen ben de aşırı uzun cümlelerle yazma eğilimimle Bach sevgisi arasında bir bağlantı olduğundan şüpheleniyorum. Ama yine de cümleleri kısaltmaya çalışıyorum.
Kitapta sadece kavramlar, yazarlar, müzik eserleri üzerine denemeler yer almıyor. Örneğin kapanan kitapçılar, Morrissey’in kitabının Penguin Classics serisinde yer alması nihayet Tanpınar’ın “sorunlu” çevirileri gibi güncele değin meseleleri de kaleme alıyorsun. Bu sadece düzenli yazmak meselesiyle ilgili olmasa gerek, bir yazar olarak endişelerin etkisi var sanırım…
Evet, kendim de “nerede o eski enginarlar,” tuzağına düşmekten korksam da, edebiyatın, kültürün günümüz toplumunda gerilemekte olduğu endişesini taşıyor ve bu endişeyi sık sık ifade ediyorum.
Aslında sabahtan beri deneme türünün yapısına dair konuların etrafından dolaşıyoruz. Bu açıdan bakınca Salâh Birsel’i anmak gerekiyor diye düşünüyorum. Zira diğer türlerden denemeye geçmiş (kronolojik olarak) bir yazar ve edebiyatımızda “deneme”nin kaderini, seyrini değiştirmiş bir yazar… Ne söylemek istersin?
Salâh Birsel konusunda şanslıyım, çünkü “1001 Gece Denemeleri” serisini yazdığı yıllarda birebir takip ediyordum, serinin tamamının 80’lerde alınmış baskıları var bende. Charlie Parker’ı tek bir notasını duymamdan yıllar önce Salâh Birsel’in Bir Zavallı Sarı At’ından öğrenmiştim. Salâh Birsel çok ilginçtir. Bir kere, Türkçenin en kişilikli üslupçularından biri; kullandığı o tuhaf kelimeler uyduruk değil, onları hep bir yerlerden, eski argodan, Osmanlıca metinlerden, tarama sözlüklerinden vs. derlemiş, ama denemenin içinde hafifçe başka bir anlam vererek kullanıyor; bu yolla hem o üslubu, o mizahı yaratıyor hem de okuyucuyu kelimenin tam anlamını araştırıp öğrenmeye kışkırtıyor. Arka arkaya geniş zaman kipinde cümlelerden bir temelin üzerine tamamen kendine has bir sözdizimi, bir ritim de kurmuş, bunu da oturup çalışmak gerekir. Konu zenginliği açısından da çok ilginçtir, denemeleri büyük bir araştırmaya dayanır. Meşhur üslup özellikleri hiç olmasaydı, bir Salâh Birsel denemesini kupkuru bir üslupla yazsaydık ortaya ne çıkardı diye bakarsak, içerikle de ne çok uğraşmış olduğunu, nasıl bir araştırma yaparak, nasıl fişler çıkararak bu denemeleri yazdığını görebiliriz. Konularını nasıl seçtiğine, nasıl birbirine bağladığına, bir denemedeki nükte, tuhaf bilgi, çarpıcı alıntı gibi unsurları nasıl sıraladığına bakmak deneme tekniği açısından öğreticidir.
Hakkında yazı kaleme aldığın konularda Oulipo ekibi ve bilhassa Joyce ve eserleri dikkat çekiyor. Ki belki hâlâ bilmeyen kaldıysa, Oulipocu Queneau’nun Biçem Alıştırmaları’nı, Joyce’un Ulysses’ini Türkçeye çevirdin. Üçüncü çevirdiğin metin de Alice Harikalar Diyarında. Üç kitabın da “metin” olarak farklı özellikleri var ve biraz “cesaret” işi kalkışmalar… Bunları seçme sebebini merak ediyorum.
Çevirinin analoji tarafını özellikle seviyorum. Bir dildeki meramı, ruh halini başka bir dilde aktarmak; bir deyimdeki nüansı başka bir dilde bulmak; bir dildeki bir dil oyununu başka bir dilde tekrarlamak gibi meseleler, “Doğunun Paris’i Erzurum’sa, Kuzeyin Sao Paolo’su nedir?” türünden analojileri çözmeye benziyor. Bu analoji meselesini Douglas Hofstadter çeviri tekniği üzerine kitabında çok güzel anlatır. Queneau, Joyce ve Carroll’ın çeviri açısından en önemli ortaklıkları, çevirmeni bu türden sorunları çözmek zorunda bırakmaları bence.
Bu bağlamda, kaleme aldığın yazılarla çevirini bir arada düşündüğümüz zaman Ulysses’in hep gözardı edilen, “mizahî” yönü daha belirgin ortaya çıkıyor. Bu vakte kadar “okusan da anlamazsın” fikri yaratmasının sebebi, sadece mizahının gözardı edilmesi miydi peki?
Korkarım, bu “okusan da anlamazsın” mistifikasyonu yüzünden kitabın aslında komik bir kitap olduğuna bile hâlâ gelemedik. Bu durumu yaratan nedenler arasında, öncelikle, şifahi kültürümüzdeki bir kitabı okumuş gibi blöf yaparak tavsiyeler dağıtma geleneği var; Ulysses’in vay ne kadar zor ve oy ne kadar derin olduğunu söylemek bu geleneğe çok iyi uyuyor; bunu söyleyenler, dinleyicilerin üzerinde onların erişemediği derinliklere inmiş oldukları izlenimini bırakmayı umuyorlar.
Bunun yanında, Joyce’un Türkçede yerleşmesi için çok değerli çalışmalar yapmış Murat Belge ve Nevzat Erkmen’in bazı kişisel tercihleri de bu mistifikasyonda etkili olmuş gibi görünüyor. Murat Belge 60’larda Joyce çevirmeye başladığında sahiden Türkiye’de bu işle ilgili bir düzine insan ya vardı ya yoktu; bu yüzden, o kuşaktakiler, “bu bana zor geldiyse herhalde herkes için zordur” diye düşünmekte büyük ölçüde haklıydılar. Ama aradan geçen elli yılda nüfus kaç kere katlandı, yabancı dil eğitimi yaygınlaştı, bunca filoloji ve çeviri okulu bunca mezun verdi; dünya da durmadı, Joyce araştırmaları aldı yürüdü, Joyce’un kitaplarının ıncığı cıncığı iyice çözüldü. Bu nedenle, 2010’lu yıllarda böyle bir mistifikasyon anlamsız; artık meraklısı İngilizce ve Türkçe olarak çok ayrıntılı açıklamalara kolaylıkla ulaşabiliyor. Murat Belge, bu konudaki kanaatlerini ve bilgilerini güncellemeyi 1980’lerde bırakmış olduğu izlenimini bırakıyor bende; bugün bile hâlâ Ulysses’in “olmuş” bir çevirisiyle karşılaşmadığını, eğer günün birinde olur da karşısına çıkarsa takdir edebileceğini söyleyebiliyor, üstelik bunu Çevbir’in toplantısında yapıyor. Erkmen’in ise kitabı yer yer aslından da sert, zorlu bir dille çevirmeyi tercih etmiş olması, kitabı böyle tanıyanlardan bazılarıın kafasında Ulysses’in “doğrusu”nun bu olduğu yanılgısını yerleştirdi gibi görünüyor.
Son aylarda çevrilmez denen, Finnegans Wake çevirileri üzerine de yazılar kaleme aldın. “Çevrilemez” metin var mı gerçekten? Haricen yine ilk denemede adını andığın Jacques Roubaud’nun kitap serisini çevirmek gibi bir çılgın “projen” var mı?
Jacques Roubaud’nun aslı Fransızca olan binlerce sayfalık roman serisi şu andaki düzenimde mümkün değil, tezgâhta o türden, yüzlerce sayfalık büyük bir proje yok.
Çevrilemez metinlere gelince; insanların meram anlatma güdüsü o kadar güçlü ki, özellikle çevrilemesin diye yazılmış bir metin bile, eğer içinde kaynak dili bilenin anlayabildiği bir anlam varsa, başka bir dile aktarılabilir. Bu, gerekirse bir sayfalık metni dört sayfalık açıklamayla genişleterek yapılır, gerekirse her kelime oyununu açıklayarak yapılır, ama yapılır.