Kemal Varol'un İletişim Yayınları etiketiyle 11 Ocak'tan itibaren kitapçılarda olacak olan yeni romanı Âşıklar Bayramı'ndan tadımlık bir bölüm, K24 okurları için...
Üçüncü Mektup
UNUTMADIM
Çenendeki çocukluktan kalma haylaz bıçak kesiğini, yokuş aşağı giderken uçabildiğini sanıp ellerini gökyüzüne açtığın bir bisiklet kazasından geriye kalan dizlerindeki yaraları, annenden hiç kopamamışsın gibi göbek deliğinde öylece bekleyen o kapkara beni unutmadım.
Alnındaki çizgileri elinle yoklamanı, aynada kendini dalgın dalgın seyretmeni unutmadım.
Geceler bir karabasan, gündüzler sende çağıl çağıldı, unutmadım.
Daha sokağın ucunda görünür görünmez bacaklarına dolanan kedi köpeğin neşesini, selam verip selam aldığın sokakları, yüzüne perde perde inen sevinci, kış günü ağaçlara sarılmandaki merhameti, bir çiçeğe eğilirken çiçekle yer değiştirmeni unutmadım.
Şişmiş gözaltlarına koyduğun salatalığın o taze kokusunu, sigarayı ağzına her götürdüğünde kıstığın çekik gözlerini, uzun yol otobüslerinde karnına çektiğin dizlerindeki sabırsızlığı, titrek bir mum ışığında alnına düşen kâküllerini, soğuk gecelerde tortop olmuş gövdeni, burnuna kadar çektiğin o yumuşacık yorganı unutmadım.
Kaşlarındaki çatılmayı, sesindeki öfkeyi, gözlerindeki hıncı, gözaltından çıktığımda günlerce pamukla yaralarımı sildiğin, kaşımdaki kesiğe üflediğin küçük ağzını ve gözlerimi kapayıp içime çektiğim sıcak nefesini, canım her yandığında dilinden dökülen bedduaları, gece yarısı uyanıp ağrım sızım var mı diye sessizce yüzümü incelemeni, tam o anda yüzüme düşen saçlarının ucunu unutmadım.
Ayaklarına inen kara sulara çare diye mavi çoraplarını çıkarıp tabanlarını ellerimle ovduğum akşamları, bazı günler nedensiz yere karanlıkta sızıp kalma isteğini, bana hiç açmadığın, arada bir hatırladığın yaranla aniden düşen yüzünü, çekip giden sevincini, gecenin bir yarısı üzerine örttüğüm halde sabahları yerde bulduğum sevimli polar battaniyeni, insan kalbinin üzerine yatamaz deyip elin çenende hep sağ tarafına yatmanı, seni uyurken seyretmeye bir türlü doyamadığım için gözüme uyku girmeyen o uzun geceleri unutmadım.
Sabahları kıvır kıvır saçlarının arasına gömülmüş bulduğum masum yüzünü, her gün yeniden başlayan yaşama ısrarını, özene bezene hazırlamana rağmen durup seni seyretmekten yiyemediğim o kahvaltı masasını ve kendimizi sokaklarına attığımız İstanbul’u, karlı ve yokuş yolları unutmadım.
Ellerin ve ayakların buz tutmuş gibi yorganın altına girdiğin o kış gecesini, camı çerçeveyi yerinden oynatırcasına hapşırmanı, dolaptaki bütün meyvelerden birer parçayı koyduğun çaydandaki o garip kekik, zencefil ve limon kokusunu, ısrarla burnunu silmek istediğimde yüzünü kaçırmanı, terden sırılsıklam olup üstünü değiştiğinde arkamı dönmemi isteyen yüzündeki utancı; iyileştiğini anlar anlamaz, elimde sırt çantam kaçırmak üzere olduğum bir trene koştururken durup arkamdan kederle, iç çeke çeke, uzun uzun bakmanı unutmadım.
Telefonun öbür ucundaki tatsız, huzursuz ve gittiğim uzaklardan bir an önce geri dönmemi isteyip bunu bir türlü söyleyemeyen o babasız kalmış kız çocuğu sesini, yalnız kaldığında içini kaplayan sıkıntıyı, günler sonra geri döndüğümde kapı ağzında boynuma sarılıp kokumu uzun uzun içine çekmeni unutmadım.
Aile gezmelerinde, arkadaş oturmalarında, kalabalık masalarda “lütfen eve dönelim,” diye gözümün içine yalvarırcasına bakmalarını, yolda zorunlu misafirliğe gittiğimiz ev sahibesinin ya da masada haz etmediğin birinin hareketlerini taklit edip kendi kendine gülmeni; bütün gün şehirde tek başına dolaşmışsın gibi kendini yorgun argın kanepeye fırlatmanı, yağmurun sesiyle yerinden doğrulup pencereye koşmanı, şimşekten korktuğunu belli etmemek için bir bahaneyle yanıma gelip bana sokulmanı, üzerimize yavaş yavaş yaklaşan kara bulutların gümbürtüsünü unutmadım.
Birbirimize hiçbir şey demeden ayaklarımızı sulu sepken kara batırarak farklı yönlere yürüdüğümüz, basit bir nedenle kavga ettiğimiz, ilk kez ayrıldığımız o kış gününü, bir daha karşılaşırız diye yıllar önce tanıştığımız o kafenin balkonundan aşağı sarkıp yolunu gözlediğim o hafta sonlarını; bir yolda, bir kafede ya da bir mitingde birbirimizin yanından iki yabancı gibi geçip geçtiğimiz o özel zamanları; bir şarkı, bir film ya da çok komik bir fıkrada birden aklıma gelmeni ama bütün bunları artık sana anlatamayacağım için gelip içime oturan o ağrıyı, aylar sonra başkasından duyulmuş bir hastalık veya gözaltı haberinde birbirimize koştuğumuz, başını göğsüme dayayıp uzun uzun sustuğun o akşamları elbette unutmadım.
Elin çenende, canı çok sıkılan bir çocuk gibi otururken, birden şımarıp şaşı yaptığın gözlerini, dışarı çıkardığın dilini, hoşuna gitmeyen bir teklifte bulunduğumda ayaklarından birini yere vurup “asla asla asla!” diyen incecik sesini hiç unutmadım.
Kaktüsler, kasımpatılar, begonviller büyüttüğün, kimi geceler ayaklarımızı korkuluklarına uzattığımız küçük, sevimli balkonunu, bazı günler balkonu yıkadıktan sonra ustalık dönemi eserini keyifle izleyen bir mimar gibi, elinde sigara, ikide bir gelip ıslak balkona bakmanı, çamaşır asarken içine çektiğin yumuşatıcı kokusunu, elinde fazladan kalan mandalları kulağına küpe diye takmanı, çamaşır tellerinde sallanan bembeyaz çarşaflara bakarken her seferinde aklına o filmin geldiğini tabii ki unutmadım.
Aklından geçenleri okuyamadığım, bazen gelip yüzüne çöken, içini açmadığın öfkeni, bazı zamanlar uyurken dişlerini gıcırdatmanı, birine ya da bir şeye çok kızınca huzursuzca salladığın bacaklarını, kötü rüyalardan sıçrayıp yüzünü avuçlamanı unutmadım.
Işıl ışıl parlayan karlı bir gece, bir istasyonda elimde valizim, beni yolcularken havaya kaldırdığın elini ve gözyaşlarını unutmadım.
Senden bir parça taşıyan kışlık yorganlarını, ellerimin arasında çok fazla kalmayan ellerini, her öptüğümde kızaran yanağını unutmadım.
Ilık bir sütün içinde dönen gözlerinin siyahını, boğazından geçmeyen lokmanın kederini unutmadım.
Nağmesini bilmediğin şarkıları söylemekteki ısrarını, çalmayı becerememene rağmen kucağına alıp çalıyormuş gibi yaptığın gitarları, bacaklarının arasına sıkıştırdığın tefleri, hep detone olan kötü sesinle yarıda kestiğin şarkıları unutmadım.
Yalnız uyumayı sevmediğini, bu yüzden geceleri evin bir ışığını hep açık bıraktığını unutmadım.
Adını her çağırdığımda son hecesini bastıra bastıra söylediğin “efendim?” sözündeki sevinci unutmadım.
Hiç ummadığın bir anda arkandan sana sarıldığımda içine çektiğin karnındaki heyecanı, yüzüme düşen saçlarındaki dalgalanmayı unutmadım.
Nazlı bir çocuk gibi yanıma sokulup yaralanmış parmağını gösterdiğin zamanları unutmadım.
Bunun hiçbir işe yaramayacağını bile bile her aybaşı acını biraz olsun keser diye ovduğum sırtını, acıdan kıvranırken gelip dudağının kenarına kurulan gülümsemeni unutmadım.
Islak omzundan akan suyun ışıltısını, banyodan her çıktığında göğsünden yükselen buharı, saçlarına sardığın havluyla karşıma geçip Hintli bir şarkıcıymış gibi uydurduğun o komik şarkıları unutmadım.
Nedenini anlamadan, bir daha geri dönmeyeceğimi bilmeden, eteklerinin ucundan tutup etrafında neşeyle döndüğün, üzerimdeki durgunluğu atmak için elini uzatıp beni de dansına çağırdığın; çok içtiğimiz, çok ağladığımız, çok seviştiğimiz, yıllar yılı kursağında kalacak o son gecemizi hiç unutmadım.
Dünya öylece geçip gittiğimiz bir yer değil artık, çok üzgünüm.
Al bu gönül yarası, hazan sarısı, zaman ağrısı sende kalsın, ben taşıyamadım.
Onca yıldan sonra, unutmamak için her seferinde başa sardığım, her gece sessizce gelip yanıma kıvrılan bütün bu anılardan, ağzımın içinde sessizce dolaşan kelimelerden başka hiçbir şeyim yok belki de.
Geceyle avuttuğum!
Adındaki noktayı düşürdüğüm!
Seni dünya üzerinde tek başına yankılanan boş bir ev gibi bırakıp gittiğimi unutmadım.