Kavak, ayna, cop ve "birim zaman"*

Kavak yıkılmıştır ama özsuyu çekilmiş, kurumuş başka yıkılması gerekenler de acaba Mevlût'ün üstüne düşmeden yıkılabilecek mi?

Kalemin Ucu-XLVI

Yakın da olsa bir gelecek için Ali’ye dâir umut beslerken Aysel ki o sıra bir dolmuştadır ve nihayet kimliğini almıştır; karşı kaldırıma geçmeyi başarmış Ali’nin, iyi giyimli kibar bir kızı, mâlûm Olcay’dır o, yağmurdan korumak için Piknik’e doğru çektiğini görür. Birdenbire, şoförü, dolmuştakileri falan hiç umursamadan, hatta yokmuşçasına küfretmeye başlar:

“Ne olacak kavak devrilecekmiş... Devrilsin... Kıran giresicelerin tepesine... Ağızlarına sıçılsın... Çükleri kopsun inşallah!” (s. 255)

Böylece bu “pis sözlerin” sâhibi Aysel dolmuştan indirilir. Henüz yağmur dinmemiştir, kavak henüz devrilmemiştir; Ali karşı kaldırıma, Olcay’ın yanına geçebilmiştir. Bu görüntüde, Ali’nin biraz önce tartışageldiği Doğan yoktur. Biraz önce Aysel, dolmuş durağına yürürken de Doğan yoktur ama boyacı Necmi vardır. Aysel’in gözleri Ali’dedir, doğal olarak da Olcay’ı kaçırmaz! Üstelik hınçlanır da Ali’nin yanında iyi giyimli genç bir kızı görünce. Doğan karşıya geçmemiş midir yoksa Aysel’in görüntüsünde yok mudur? Bu ortada…

Bayrak yarışı gibi

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti  biraz biraz atletizmdeki bayrak yarışlarına benzer. Bayrak sopasını (stafet) alan bir sonrakine verir. Anlatıya giren roman kişisi çoğunlukla bir eylemlilik içindeyken yerini bir başkasına bırakır. Kimileri daha sonra bir görüntü olarak karşımıza yine çıkar. Hatice Hanım, Necip Bey gibi. Bir kavağın, büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallanmasıyla başlar roman. Sevgi Soysal, gerçekten yıkılmakta olan bir kavağı 12 Mart döneminde görmüş; o kavak romana esin olmuş. Adının da imlediği gibi Ankara’da, Yenişehir’de bir günün öğlenidir. “Öğle Vakti” zamana ilişkin bir tanım. Aslında bu, genellikle “nesnel zaman”, “ölçülebilir zaman” olarak geçiyorsa da “birim zaman” tanımını kullanmayı tercih ediyorum.

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal, İletişim YayınlarıRoman gerçekliği ile nesnel gerçeklik farklıdır, öyle olmalıdır; kurmaca denmesi de bundandır. Ancak metin ile nesnel gerçeklik arasında ilişki kurmak da en doğal hak. Hem okuyan olarak hem de yazar olarak. Sevgi Soysal da Yenişehir’de Bir Öğle Vakti demiş romanının adına; ve Piknik, Kızılay, Ulus, Gima, Love Story, Futbolcu Basri gibi nesnel gerçekliğin kendisine ilişkin birim zamanlarında yer alan adlarını okuruz. Yazar bile isteye nesnel gerçekliğe gönderme yapmış olsa da romanın gerçekliği, zamanı farklı ve kuşkusuz kendi diyalektiği önemli.

Şimdiki zamanın bombardımanı

Öğle vaktini, işgününün öğle tatili olarak görüyoruz öncelikle; bu da saat olarak, 12.30-13.30 ya da 12.00-13.00 arasında değişir. Romanın serüven zamanı da, bu birim zamanın biraz öncesi ve biraz daha sonrasıdır; ancak geriye dönüşler vardır; anlatıcı, karakterlerin bazen istemli, çoğunlukla istemsiz belleğini açar, onların geçmişini, öykülerini anlatır.  Bir anlamda şimdiki zamanın bombardımanındayızdır. Ne var ki buradaki şimdiki zaman, nesnel gerçeklikteki gibi akmaz. Özellikle klasik anlatılardaki olagelenin tersine, bu metinde anlatı zamanı, serüven zamanının özeti değil âdeta serüven zamanının biraz da olsa genişlemiş biçimidir.

Bu genişlemede de akış, nasıl diyelim, düz, çizgisel olmaz. Aslında zamanın çizgiselliği vardır; bu da öğlenin akışıdır; ancak karakterler bazen bu akışta, bir önce bırakılan noktanın bazen az, bazen biraz daha çok öncesinden ortaya çıkar; dolayısıyla nesnel gerçeklikteki birim zamanın çizgiselliği yoktur… Mevhibe’in pencereden Güngör’ün eylemini görmesi, daha ileriki bölümde bu eylemi karşı kaldırımdaki Ali’nin görmesi; Piknik’in garsonları olay yerine gelmiş olan itfaiyeye bakarken, son bölümde kapıcı Mevlût’ün alışveriş sepetiyle apartmana geldiğinde henüz itfaiyenin gelmeyişi gibi…

Hangi bahar?

Tezkan Mağazası’nda öğle tatili olmak üzeredir; toplumun çeşitli katmanlarını, sınıflarını temsil eden kişiler karşımıza çıkar, alışveriş şımarıklığı içinde yeni oluşmakta olan tüketim toplumuna eleştirel  gönderme vardır; “kapalı” levhâsı asılır asılmaz tezgâhtar Ahmet kendini dışarı atar, saat tam yarımda sevgilisiyle plakçının önünde buluşacaktır. Ahmet’in üstünde yalnızca gömlek olduğunu kuşun pislemesiyle anlarız. O zaman sıcak bir gün olmalı, bahar günü olabilir; kuşkusuz bir yaz günü de olabilir ama yaz’ı bir kenara bırakalım. Kalabalık betimlenmesi sanki yaz gününü elemektedir. O zaman hangi bahar, ilk mi son mu? Eylül’de de gömlekli dolaşılabilir, özellikle başlarında, gerçi mevsimler değişti ama romanın serüven zamanının 70’lerde geçtiğini varsayarsak, büyük bir olasılıkla da 1971, çünkü metin içi ve metin dışı yazılanlar bizi bu tarih civarına götürmektedir, dolayısıyla yalnızca gömlekle dolaşmak Eylül sonu Ekim başı pek olası değildir. Öte yandan Mayıs da olabilir.

Özcesi hangi bahar olduğu, romanın ortalarına kadar belirsizdir; ancak, romanın ortalarında, “Doğan’la Ali” başlıklı bölümün ikinci paragrafında, anlatıcı Ali’yi betimlerken: “Üstünde, lacivert beyaz çizgili, bahar havasıyla hiç bağdaşmayan, pantolonu ütüden parlayan, aşınmış bir takım elbise vardı” (s. 135) der. Kuşkusuz hissetmişizdir ama burada ilkbahar netleşir. Kıyafetler, Ali’nin sosyal, sınıfsal durumunu imlerken, baharsözcüğü de ilkbaharı gösterir, sonbaharı değil. Ancak romanın başlarında, iki yardımsever sosyete hanımının Tezkan Mağazası’ndaki konuşmaları da ilkbaharı imlemektedir. Adının Mine olduğunu öğrendiğimiz kadın çok dertlidir:

“Aaa kaç aydır kadınsız kaldım şekerim. İki çocuk, yemek, ev işi, ders çalıştırmak, hepsi benim sırtımda. Tam da derneğin çay zamanı” (s. 17) diye yakınmaktadır arkadaşına. Zavallı Mine Hanım’ın yakındıkları arasında yer alan edimlerden biri olan “ders çalıştırmak”, Eylül’ü yâni Sonbahar’ı değil, ilkbaharı göstermektedir. Kadınsız kalan Mine Hanım da olsa, okulların başlangıcında ders çalıştırmaktan yakınması pek mantıklı değildir; buradaki ve daha sonralardaki ilkbahar sezgimiz, romanın ortasında Ali’nin betimlenen takım elbisesiyle kesinlik kazanır.

Ayna, günlerden salı

Romanın serüven zamanının bir öğlen olduğunu söyledik; ancak bellek kutusunun açılmasıyla, yakın, uzak geçmişlere gidip tekrar şimdiye gelindiğini bir kez daha belirteyim; ve o şimdiki zamanın birazcık da olsa geleceğine ilişkin eylemleri de görürüz. Ahmet’in sevgilisiyle buluşmaya gitmesi, Olcay’ın Parti’ye gitmek için evden çıkması, Aysel’in Gölbaşı’na gidiyor oluşu gibi.  Öte yandan başka bir birim zamanın tanımı olan hangi günde geçtiği açık olarak belirtilmiyor; anlatı düzleminde ya da roman kişi ve karakterlerinin diyaloglarında yer almıyor. Hafta içi bir gün olduğunu yine güçlü bir biçimde seziyoruz da hangi gün olduğunu Şükran’ın aynaya bakarkenki iç sesinde ya da düşüncesinde buluyoruz.

Şehrin tipikliğinin betimlenmesi sırasında Ahmet’in de kısaca sosyal sınıfı, sınıf atlama arzusu, kızlarla ilişkileri vb işlenir; Şükran ile buluşur, amacı öğle tatili dolayısıyla arkadaşının çalıştığı Büyük Mağaza’nın deposunda Şükran ile sevişmek, aslında onun zihniyetinden bakarsak, kızı becermektir. Önce pek bir moda olan sandviççiye götürür Şükran’ı. “Goralı” yerken Şükran, bu tür mekânların tipik özelliği olan tam karşısındaki aynaya bakar. 

Aynaya bakmak aslında bir öteki zamandır; aynaya baktığımız an geçmiş, bir sonraki an gelmiştir, öte yandan ayna, maddî yapısındaki sır ile bir yansıtma nesnesi ama bir metafor olarak düşünürsek saklama kutusu yâni bellektir, dolayısıyla geçmiş zamandır. Ayna bazen de geleceğe ilişkin bir motiftir, bu da sanırım, romanın kısacık da olsa ikinci ayna sahnesinde vardır; Olcay’ın evden çıkarken aynaya bakışında…

Yine karakterlerin bellek kutusu açıldığında geçmişe gidip gelmeyle serüven zamanı yaklaşık  sekiz-on saatlik bir süre olanŞafakromanındaki cop motifi biraz biraz ayna gibidir; onunla benzerlik gösterir. Oya’nın ifâdesini yazması için getirildiği odada, polis Abdullah’ın çıkarken masanın üstünde unuttuğu ya da bilerek bıraktığı cop, Oya’nın bellek kutusunu açar. Copun fallik bir anlamı vardır; belki, kulede, koçbaşında olduğu gibi şeklini de ondan almıştır. Oya’nın cop ile açılan istemsiz belleği, onun cezaevinde kaldığı sırada öteki mahkûmların örneğin Sema’nın, Menekşe’nin anlattıklarıdır. Travmatik korkunç yaşanmışlıklardır bunlar. Sorgu sırasında, bir işkence yöntemi olarak makata, vajinaya sokulan ve övünesi eril anlam yüklenen nesnesidir cop. Üstelik bunu yapanların aldıkları zevk de bu eylem kadar tanımsız, korkunçtur...

Copun, 12 Mart’ta da 12 Eylül’de de, sıkıyönetimli, sıkıyönetimsiz bazı dönemlerde de, polis-asker sorgularında, hatta birtakım sivil sorgulamalarda yâni gerçek yaşamda kullanıldığı da dehşetengiz bir hakikattir. Yüzlerce, binlerce kişiye, kadın, erkek, yaşlı genç; üstelik hep de inkâr edilir. Tabiî ki cop bir çeşit silâh; kurşunu yok, mermi atmıyor sıkmıyor ama yediğiniz zaman, sırtınızda, kolunuzda ağrısı günlerce geçmeyen, bazen sakat bırakan, hatta öldüren bir nesne! Cop da, kurumuş kavak gibi bir leitmotif; öte yandan Yenişehir’deki devrilmekte olan kavağın tersine yıkılması pek kolay görünmeyen ama olanaksız olmayan, yaptıklarından zevk alan işkenceciler topluluğunu ve zihniyetini anlatan bir metafor.

Evet Şükran aynaya baktığında, kaşlarına yoğunlaşır, yeni almıştır, ince kaş modasından pek hoşnut değildir; o aynaya bakış sırasında “Yarın, çarşamba, boşum” (s. 25) der içinden. Dolayısıyla serüven zamanında yaşanan günün salı olduğunu öğreniriz. Aynanın neden olduğu Şükran’ın düşünce silsilesi hızla sürmektedir. Spor Toto’da çalıştığı için çarşambaları tatildir, bu vesileyle yarın yâni Çarşamba, çalışma arkadaşı olan Günseli’nin evinde ağda yapacaklardır. Böylece daha önce köy öğretmeni olarak çalışan Günseli’yi tanırız, dolayısıyla onun bellek kutusu açılır, geçmişe dönüş, geçmişteki zaman biriminde yaşanan olaylar yer alır. Günseli’nin daha önceki bir zamanda anlatmış olduğu Döndü’nün trajedisini hatırlar Şükran: Toplumun bir kısmındaki, özellikle de kırsal kesimdeki kadının içine düşürüldüğü dehşetengiz bir durum, faşizan bir âhlak anlayışı! Dolayısıyla aynayla da copla da geçmişe gidilir...

İtfaiye gelmiş ya da gelmekte…

Bir baharın bir salısında, öğlen karakterleri tanırız, onların geçmişini de. Farklı sınıftan olan kişilerin iç-dış çatışmaları, sınıfsal uyuşmazlıkları, kaygıları, hedefleri vb verilir. Çoğu için geçmiş trajiktir, dramatiktir, iz bırakmıştır; Aysel’i düşündüğümüzde buna derin bir travmayı da eklememiz gerekir. Ankara’nın Yenişehir’inde karşımıza çıkan bu kişiler, toplumun aynasıdır bir bakıma. Kimileri çevresindeki toplumun katı ahlâk kurallarıyla örülü duvarın içinde sıkışmaktadır. Kimileri özgür olma çabasındadır. Kimileri de geçmişlerindeki bazı günleri arar, bugünden pek memnun değildir, Necip Bey, Hatice Hanım gibi. Hatice Hanım da tuhaf bir jakobendir. Bu özellik çeşitli biçimlerde Necip Bey’de, özellikle biraz daha katılaşarak neredeyse Kerim Devlet’i simgeleyen Mevhibe Hanım’da da vardır. Öte yandan bankada çalışan Mehtap geleceği kurgulamaktadır. İnsan, zamanı üç boyutuyla yaşıyorsa, bunu Sevgi Soysal’ın yapıtında, o öğle vakti eylemlilikleri içinde roman kişilerinde, karakterlerinde görebiliriz.

Ahmet’in bıraktığı yerde Hatice Hanım vardır, Hatice Hanım’ın bıraktığı yerde de Necip Bey girer romana. Necip Bey bütün parasını çekmeye bankaya gittiğinde şâyet Ahmet’in eylem süresini düşünürsek öğle tatilinin bitmiş olması gerekir. İtfaiye de gelmiş ya da gelmektedir... Necip Bey’in bütün parasını çekmesi, geleceğine ilişkin bir karardır. Hemen sonrasında onu şehrin ünlü mekânlarından olan Piknik’te görürüz. Yemek yiyecektir. Kalabalık yüzünden oturmak zorunda kaldığı masada köşe dönücü, fırsatçı Güngör de vardır, illegal nişanlısı Melahat ile yemek yemektedir. Güngör ile Necip Piknik’teyken Ali ile Doğan’ın aynı zamanda orada bira içmekte olduğunu, daha sonra kavak seyretme sırasında anlarız. 

Ahmet, Hatice, Necip, Mehtap, Güngör derken, Güngör’ün yıkılmakta olan kavak yüzünden arabasına ulaşma mücadelesinde sahneye Prof. Salih Bey çıkar, ardından eşi Mevhibe Hanım’ı okuruz; ve roman, bundan sonra çocukları Doğan, Olcay ile bu aile üzerine odaklanır; Doğan ile iki yıl önce tanışan Ali de bu odağa dâhil olur, bir bakıma da odağın odağıdır. Odağın uzantısında da fahişe Aysel, boyacı Necmi, Sakarya’nın delisi ve kapıcı Mevlût bayrağı devralacaktır. 

Yıkılmakta olan kavak, Mevhibe Hanım’ın Osmanlı’nın paşası, Cumhuriyet döneminin ilk vekillerinden olan babasından kalan bir kavaktır. İşin garibi, Mevhibe de Salih de kavağın kuruduğunun farkında değildir. Başkaları da! Doğan bir ara aklından geçirmiştir, yıkılır diye. Kavak kurumuş yâni zamanını doldurmuş, yıkıldı yıkılacaktır; yıkılma süresi de mâlûm öğle vaktine denk düşüyor ama kavak aynı zamanda bir simge; pekâlâ siyâsî sisteme, statükoya eleştirel bir gönderme. 

İki çarşamba…

Mevhibe Hanım’ın köklerini unutmadan önderi olduğu bu yeni burjuva ailesi için Ali, başka bir dünyanın, âdeta başka bir zamanın insanıdır. Gecekonduda yaşayan işçi çocuğudur ve de solcudur. Taşıdığı sevgi, içtenlik, doğruluk gibi özellikleriyle sevgisiz büyüyen Doğan ve Olcay için çekim alanı olur; Olcay’ınki farklı gelişir, arkadaşlık sevgiliye dönüşür. Ancak, daha çok Olcay’ın ve Doğan’ın iç çatışmaları, sorgulamaları vb, bu arkadaşlığı sarsacaktır. Olcay bir anlamda sınıfsal konumları gereği aralarındaki var olan duvarın yıkılmasıyla ancak sağlıklı bir ilişkileri olabileceğini ileri sürerek ayrılır. Ali’nin: “Böylesine güçlü bağlar bir çarşamba günü kopmaz bacı…”  (s. 205) sözlerindeki çarşamba, ilk bakışta o günü gösterir; yâni bir birim zamandır ama daha çok genel bir deyiş içindir. O an partide, bu siyâsî partidir, birlikte postalanacak dergilerin adreslerini yazarken, dolayısıyla Olcay, Mevhibe Hanım’ın kurumuş kavaklı sarayından çıkabilmiş ama korkuları, kuruntuları sürmekteyken o günün çarşamba, perşembe ya da pazartesi olmasının hiçbir önemli yoktur. Ayrılmanın böylesine birdenbire olmaması gerektiği için Ali, içinde yaşanan günü söylemiş olabilir. Ayrıca o gün çarşamba da olmayabilir, lâfın gelişidir. 

Öte yandan Şükran için çarşamba önemlidir; çünkü izin günüdür. Şükran’ın Çarşamba’sı romanın kendi zaman birimi için yarın’dır, yakın da olsa gelecektir. Ali ile Olcay’ın partideki o günün çarşambası, romanın serüven zamanından öncedir, belki yirmi gün önce; belki bir ay, belki daha önce yâni geçmiş’tir. İşin ilginç yanı, iki günün de çarşamba oluşudur. “Çarşamba”lara iki kez daha rastlıyoruz: Olcay, İstanbul Amerikan Koleji’nde yatılı okurken, ağbisi Doğan’ın onu görmeye gelmesi anlatılırken (s.116/7). Bu “çarşamba”lar belki yazarın yazma sürecindeki bir özellik ya da bilinçdışıyla ilgili...** 

Kavak da yıkılmak üzere; itfaiyeciler koşuşturuyor, kalabalık etrafa toplanmış, izleyici sayısı artıyor.

Tekmelenen kapı

Ilık bir sonbahar gecesi kapının hoyratça vurulan tekmeyle açılması, devrilmekte olan kavak gibi bir leitmotif, onun kadar güçlü olmasa da. Şafak’taki “Baskın” bölümü anlatılırken birim zaman, yine nesnel gerçeklikteki gibi çizgisel değildir, biraz Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ndeki birim zamanın yazılış biçimine benzer. Kapının tekmeyle açılma ânına, birazcık öncesine, birazcık sonrasına, anlatının şimdiki zamanından dönülür özellikle de Oya’nın bakışından. Oya gözaltındayken, bu kapı sahnesine gidecek, o anları anımsayarak değerlendirecek. Öte yandan Oya gibi iç hesaplaşmasını gördüğümüz Mustafa’nın çok sevdiği bir yemek olan, yengesi Gülşah’ın özene bezene yapıp önüne koyduğu mumbar da, bir bakıma ayna gibi, cop gibi onun istemsiz belleğini çalıştıracak; bir yıl kadar önce polisler geldiğinde kapıyı açtırdığı hamile karısı Güler’i, ilişkilerini, tutuklanışını falan anımsatacak. Biz bu tür anımsanışlarda, gerek istemli gerekse istemsiz belleğin açılışlarında karakterlerin bakışından geçmişi bir şekilde okuyoruz; bazen onların iç sesinden, bazen de anlatı düzleminden; her iki romanda da...

Burada bir parantez açayım. Şafak’ta, karakolda o gece alınanlardan yalnızca yataklık ettiği gerekçesiyle Mustafa’nın dayısı işçi Ali dayak yer, işkence görür. Oya ile Mustafa’ya gözdağı verilir, tehdit edilir; işçi Ali sendikacıdır, sosyal demokrattır. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin Ali’si, on beş gün tutuklu kaldıktan sonra Doğan ile Piknik’te buluşur. Hukuk öğrencisi olmasına karşın işçi bir ailenin çocuğu olan solcu Ali de gözaltına alındığında dayak yer, işkence görür; zâten Aysel’in Ali’ye ilgisi de o gece karakolda olur. Her iki romandaki dayak yiyenlerin Ali adlı ve işçi sınıfıyla ilgili oluşu, belki de Çarşamba gibi bir yazma özelliği ya da iki roman arasında başka bir bağın göstergesidir. Başka adlarda da, durumlarda da hissedilen bu adaşlık-benzerlik, Sevgi Soysal’ın öteki romanlarını da katarak, başlı başına bir araştırma konusu...

Kavaklıdere’nin bağları…

Geçmiş de, anılar da yaşanmış bir birim zamanını imliyor, dolayısıyla bir şekilde imlenen dönemin özelliğini sergilemek oluyor. Geçmişe gitme doğal olarak başka bir zamana gitme. Böylece, metin içinden metin dışına gidiyoruz. Örneğin, Kavak yıkılıyorken artık iktidarı da sallanmakta olan Mevhibe, kızının yemeğe kalmasını sağlayamıyor hatta, paşa babasından kalan ama kurumuş olduğunu fark edemediği kavağa, yasaklamasına karşın çamaşır asan kapıcının karısına da pek söz geçiremiyor. Olcay eyleminde kararlı, yemeğe kalmayacak! Evden çıkmadan önceki tartışmada annesinin “Babam akıllı olduğumu söylerdi hep. Hatta beni üniversiteye göndermediğine pişman olmuştu” demesi üzerine, o da şöyle diyecektir:

“Pişman mı? O olsa olsa, Kavaklıdere bağları dururken Küçükesat bağlarının tapusunu aldığı için pişman olmuştu…” (s. 122)

Bu satırlardan birkaç sayfa önce, Atatürk’ün Mevhibe’nin babasına birkaç eski Ankara bağı hediye ettiğini okumuşuzdur. Dolayısıyla bu bağ tapusuyla metin dışı başka bir zaman dilimine, bağlama, döneme, tarihe de bir gönderme yapılır. Bu da eleştirel bir göndermedir.

Olcay çıkarken bakıyor…

Özcesi yapısı sağlam modern romanlardır Sevgi Soysal’ınkiler. YürümekYenişehir’de Bir Öğle VaktiŞafak, hatta Tante Rosa’yı da katabilirim, bence bir novelladır. Bu yapıtlar çok çeşitli biçimlerde okuma olanağı tanır bize; bu yüzden de başarılı ve iz bırakan romanlardır; ve nihayet kavak da yıkılır, üstelik de ezilen bir sınıftan olan kapıcı Mevlût’ün üstüne. İçi kuruduğuna göre kavak yıkılacaktı eninde sonunda. Kavak yıkılmıştır ama özsuyu çekilmiş, kurumuş başka yıkılması gerekenler de acaba Mevlût’ün üstüne düşmeden yıkılabilecek mi? 

Olcay yemek de yemeden, annesine bir tür başkaldırıyla evden çıkarken antredeki boy aynasına göz atar. Bu sıradan, günlük bir eylemdir, tersinin olması pek düşünülemez; Olcay dışarıya çıkıyordur, doğal olarak aynaya bakacak. Romanın ortasında geçen bu betimleme olmasa da olurdu. Roman değerinden en küçük bir şey yitirmezdi, en küçük bir şey…

Peki, Kavak yıkılmadan önce Ali’nin karşı kaldırıma geçmeyi başarıp Olcay’ın yanına gidebilmesi ile Olcay’ın, dışarı çıkarken, ki Ali’yi görecektir, antredeki boy aynasına göz atmayı unutmaması, sizce neyi göstermektedir?

 

Bkz.Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, İletişim yay., 17. basım, 2018; Şafak, İletişim yay., 9. basım, 2016. 
*14-15 Aralık 2018 tarihlerinde, Bursa-Nilüfer Belediyesi Kütüphane’since düzenlenen “Hayatın Emekçisi Sevgi Soysal Sempozyumu”nda yapılan –özet– konuşmanın metni.
**Konuşmamın sonrasında Funda Soysal,  “çarşamba”ların –Sevgi Soysal hapisanede yatarken– görüş günü olduğunu belirtti.