Döneminde göz ardı edilen Aylak Adam romanının zaman içerisinde edebiyat gündemimize geri dönüşünü nasıl değerlendirmeli? Bir kitap ya da yazar nasıl “doğru” anlaşılır? “Biliyordu; anlamazlardı” diye biten bir romanı “doğru” anlamak nasıl mümkün olur...
01 Haziran 2017 11:00
Edebiyat eleştirisinin en sık uğradığı duraklardan birisidir anlaşılamama meselesi. Hele bizim edebiyatımızda “yazdığı dönemde anlaşılamayan yazarlar mezarlığı” kurmaya yetecek kadar örnek durur önümüzde. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar, edebiyat tarihimizin ukdeleridir de aynı zamanda. Sadece geniş okur kitleleri değil, dönemindeki eleştiri yazarları ve daha genel anlamda edebiyat camiası tarafından da göz ardı edilen, önemsenmeyen, değeri anlaşılamayan ya da yanlış anlaşılan yazarlar ve kitapların, zaman içerisinde edebiyat gündemimize geri dönüşünü, hatta edebiyat kanonumuzun –böyle bir kanonun var olduğuna inanıyorsak– tepesine yerleşmesini nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bir kitap ya da yazar nasıl “doğru” anlaşılır? Peki ama “Biliyordu; anlamazlardı.” (Atılgan, 2009; s.157) diye biten bir romanı “doğru” anlamak nasıl mümkün olur?
Şüphesiz cevaplanması güç ama bir o kadar da gerekli sorular bunlar. Edebiyat eleştirisinin varlık sebebi de bu sorulara cevap vermek esasen. Edebiyat kuramları ve eleştiri tarihine baktığımızda, bir eserin “doğru anlaşılabilmesi” amacıyla çok sayıda farklı görüşün ortaya atıldığını görürüz. Ancak tüm bu yaklaşımları basitleştirerek ele aldığımızda, Berna Moran’ın belirttiği gibi bir eseri değerlendirebilmek için aslında elimizde dört temel unsur bulunmaktadır: “Sanatçı, eser, okur ve bunların içinde bulunduğu dış dünya (toplum)” (Moran, 2013; s.10). Hiç şüphe yok ki böyle bir yaklaşımı benimsemek, farklı eleştiri ekollerini ve dolayısıyla farklı bakış açılarının getireceği çelişkileri de doğal olarak içinde barındırır. Yine de farklı okuma yöntemlerini kapsayan böylesi bütüncül bir yaklaşımın, metni (doğru) anlamaya bizi bir adım daha yaklaştıracağını düşünebiliriz. Bugünün bir okuru olarak Yusuf Atılgan’ı, Aylak Adam romanını ve yapıtın içine doğduğu dış dünyayı ya da toplumu birlikte değerlendirdiğimizde Aylak Adam’ın C.’si bize ne anlatır?
“Yazar öldü!” diyen Roland Barthes’a bakacak olursak; edebi bir metni, yazarın hayatından ve kişiliğinden yola çıkarak anlamlandırmaya çalışmak abesle iştigal etmek olur. Oysa eseri yazarından ayırmak her zaman kolay değildir, hele de okurların gözünde. Bir yazarın eseri hakkında söyledikleri, onu o eseri yazmaya iten sebepler, yazar ile kurmaca karakterleri arasındaki benzerlikler hangi okurun ilgisini ve merakını cezbetmez ki? Yazar ile kurmaca karakter arasında sıklıkla bir benzerlik arar modern dünyanın “saf okur”u. Doğrusu böyle benzerlikler de sıklıkla bulunur. Değil mi ki yazar, kendi dünyası ve düşüncelerinden, kendi bakış açısından çıkıyordur yola; o zaman anlatıcı ya da bir kurmaca karakteri yazarla özdeşleştirmeye kadar varır iş. Aylak Adam’ın C.’si ile Yusuf Atılgan arasında da kesişme noktaları vardır kuşkusuz. Hem de bildiğimizi sandığımızdan biraz daha fazla sayıda!
Aylak Adam, “Yusuf Atılgan’ın 1939-1946 yılları arasında yaşadığı İstanbul’daki hayatına ait önemli izdüşümleri barındırmaktadır” (Işın, 2012; 29). Atılgan’ın kendisi de bir mülakatta bu görüşü haklı çıkaracak açıklamalar yapar, “Ben o dönemde (1960’lar) kasabada oturuyordum. Bu nedenle büyük şehir özlemi duyardım” der (Cengiz, 1988; 76). Atılgan İstanbul’daki macerasının ardından Manisa’daki Hacırahmanlı köyüne geri döner, ilk birkaç yıl çiftçilikle uğraşır ama sonra işleri ortakçısına devreder. Bir anlamda o da aylaktır yani. Başka bir söyleşisinde bu yönde bir açıklama yapar: “Üç yıl önce, bende de biraz aylaklık olduğu için, bunun sıkıntısını da duyuyordum. Geçim sıkıntısı olmayan birinin de sıkıntısı olabileceği tema’sını işledim. Bunda İstanbul hasreti de vardı.” (Andak, 1958; 61). Refik Durbaş’a verdiği mülakatta da “aylaklığın ona göre en zor iş olduğunu” söyler Atılgan (bkz. Durbaş, 1988; 69-74). Bu düşünce, romanda da aynen yer alır: “Aylak olmak dünyanın en güç işiydi.” (Atılgan, 2009; 100). Bir müddet Yusuf Atılgan ile aynı hapishanede kalmış olan ressam Nuri İyem de ilginç bir gözlemini aktarır bize: “Gidip gelmelerimde bir tiki dikkatimi çekmişti; Yusuf bir eliyle hep kulağıyla oynardı. Romanında da vardır bu. Adam hep kulağıyla oynar.” (aktaran Yüksel, 1992; 24). Görünürde haklı olan şöyle bir eleştiri yöneltilebilir bu satırlara: İyi ama bunları bilmek, okurun ne işine yarar? Herhangi bir okur bu bilgilere sahip olduğunda yapıtı daha doğru mu değerlendirir? Doğrusu kısmen haklı da olur bu serzeniş. Ancak yazar ile yapıtı arasındaki bu ilişkileri bilmek, okuru bir anlamda “aşırı yorum”dan koruyacağı için, eseri doğru anlamasına katkı sunmasa bile, yanlış anlamasının önüne geçer. Aylak Adam hakkında sıklıkla “kökü dışarıda olan bir varoluşçuluğun romanı” yakıştırmaları yapılır. Yahut da C.’nin toplumla alakasız, bir anlamda psikolojik sorunları olan “anlaşılmaz” bir karakter olduğu söylenir. Oysa bu bağlantılar, C.’yi bir karakter olarak okura yakınlaştırır ve onu daha anlaşılır kılar.
Elbette sadece benzerlikler değil, sanatçı ile eseri arasındaki karşıtlıklar da kimi zaman okura yol gösterici olabilir. Atılgan hayattayken verdiği son röportajda, “Aylak Adam romanı ile ne yapmaya çalıştığını” şöyle açıklar: “İşte romanda, büyük şehirde gerçek sevgiyi arayan bir adamı dile getirdim.” (Cengiz, 1988; 76). Daha önceki başka bir söyleşisinde ise bu görüşü biraz açar: “Aylak Adam, boyuna gerçek sevgiyi arıyor. Bence aradığı sevgi dünyada yoktur.” (Andak, 1958; 62). Romanın son bölümlerine doğru arkadaşı Sadık da aynı şeyi söyler C.’ye: “Senin aradığın kadın dünyada yok”. Sanki bu eleştirilere cevaben romanda şu savunmayı yapar C.: “Var! O olmasaydı ben olmazdım. Bu şehirde yaşıyor. Bir gün bulacam onu.” (Atılgan, 2009; 151). Yani yazar, yarattığı kurmaca bir karakterin aradığı sevginin dünyada olmadığını söyler ve başka bir kurmaca karakterin ağzından da bu düşüncesini dile getirirken, romanın baş karakteri olan C. bu duruma isyan eder. İşin tuhafı biz okurlar, Atılgan’ın “dünyada yoktur” dediği ve C.’nin romanın başından beri aradığı sevginin de B. olduğunu içten içe hissederiz. Yazar ile kurmaca karakteri arasındaki bu “çatışma” hâli bir hayli ilginçtir. Bu durum, karakterin metne direnmesi kadar yazarına da direnmesi anlamına gelebilir mi? Bir adım daha ileri giderek romanın sonunda C.’yi öldürmeyi düşündüğünü bile söyler Atılgan, “Birkaç türlü bitirmek istedim. Önce öldürmek istedim, fakat fazla melodramatik geldi. Roman boyunca süren nevrastenisinin sonunda, bir çeşit melankoliye, hatta deliliğe varabileceği hususunu, tamamen okuyucunun anlayışına bırakmayı daha uygun buldum.” (Andak, 1958; 61). Yarattığı karakteri öldürmeye çalışan bir yazar! Hiç şüphe yok ki, C. yaratıldığı dönem için, hatta neden söylemeyelim bugün için bile, fazlasıyla ‘ayrıksı’ bir karakter, hatta neredeyse bir ‘anti- kahraman’dır. Sadece içinde yaşadığı “toplumun ikiyüzlülüğüne” değil, “yaratıcı yazar”ına da isyan edebilecek güçte bir karakterdir. Zaten ilginç olan romanın sonunda C. arayışından vazgeçeceğini ya da aradığının var olmadığını söylemez. Sadece bir daha kimseye ondan bahsetmeyeceğini söyler, çünkü bilir ki anlamazlar! “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” (Atılgan, 2009; 157). Belki C. de onu anlamayacaklarını en başından beri biliyor, romanın sonunda ise sadece bu gerçeği kabul etmek zorunda kalıyordur?
Yusuf Atılgan, kitabın basılmasının hemen ardından verdiği bir söyleşide şöyle diyor: “Aylak Adam”ı ciddiye alan, demek istediklerimi anlıyan, tartışan, satırların ardını görebilen aydınlar olduğunu bilmek bana huzur veriyor. Şimdi olsa romanı biIe bile ‘anlamazlardı’ sözcüğüyle bitirmezdim. Bu sözcük ilerde bana bir tutamak, bir avuntu olacaktı” (Görel, 1959; 55). Bu sözleri, bir önceki bölümde değindiğim, yazar ile kurmaca karakteri arasındaki ilişki ekseninde de düşünebiliriz. Sözlerinden anladığımız, Atılgan’ın aslında başından beri “anlaşılmayacağını anladığı”. Ne var ki roman hakkında çıkan kısıtlı eleştiri yazılarından memnun gibi görünüyor yazarımız. Oysa bugünün okurunun o dönemde kitap hakkında çıkan eleştiri yazılarını şaşırmadan okuması mümkün değil. Kitap, ilk basıldığında zaten geniş kitlelere ulaşamaz. Dolayısıyla, Moran’ın terminolojisiyle “dış dünya (toplum)”, ancak eleştirmenler ve dar bir edebiyat camiası ya da Atılgan’ın dediği aydınlar çerçevesine sıkıştırılabilir. O zaman da önümüzde önemli bir çelişki duruyor, eğer Atılgan’a inanıp romanın zamanında doğru değerlendirildiğini düşünürsek, “Aylak Adam’ın değerinin anlaşılamadığı” iddiasını bir kenara koymamız gerekir. Hâlbuki biliyoruz ki, roman sonraki yıllarda çok daha fazla dikkate alınıyor ve edebiyatımız adına bir anlamda esere ve yazarına iade-i itibar yapılıyor. Ne söylemeye çalıştığımı daha iyi anlatabilmek için en iyisi o dönemde yazılan eleştirilerden bazı örneklere bakmak, vaktiyle eserin nasıl anlaşıldığını anlamaya çalışmak.
Hakan Sazyek’e kulak verecek olursak, o dönem Aylak Adam romanına getirilen eleştirileri, “toplumdan kopmuş aydın tipi, cinsel bunalımlar, gençlik romanı, değerler yitimi, asosyallik, Peçorin ve Oblomov gibi tiplerle yakınlık, maddî güç gibi başlıklar altında toparlamak mümkün”dür (Sazyek, 2010; Sf. 65). Mesela Yunus Nadi ödülleri jürisinde yer alan Orhan Kemal, Atılgan’ın ikinci seçilen (birinci Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanı oluyor) Aylak Adam romanı için şöyle diyor: ’Aylak Adam’ı okudum. O da güzel roman doğrusu… Oğlanın romancı dokusu var. Kumaş iyi kumaş… İşçilik güzel… Beliriyor… Ama romanın meselesi ne? Getirdiği yorum ne? (...) Romanın kapağını kapatınca bana vermek istediği, bana duyurmak zahmetine katlandığı mesaj ne?.. Kaypak bir mesajı var ama, bir roman için, hem de iyi bir roman için bu yetmez…” (Nurer Uğurlu, “Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi”, s. 408; aktaran Yüksel, 1992; 35). Edebiyatımızda eleştiri geleneğinin uzun süre ‘otoritesi’ olarak görülmüş isimlerden Fethi Naci ise Yeni Dergi’deki yazısında sanki Orhan Kemal’in sorusunu duymuşçasına “romanın bildirisi”ni şu sözlerle ifade ediyor: “tek tutamak olarak ‘gerçek sevgi’yi arayan insanın mutsuzluktan kurtulamayacağı gerçeği, ‘gerçek sevgi’ gibi tutamakların kişiyi kurtaramayacağı gerçeği… Zira Fethi Naci’ye göre, “[b]unlardan okurun çıkaracağı sonuç: başka tutamaklar aramak zorunluluğu”dur (Naci, 1968; 184). Bu eleştirilere baktığımızda, belirgin olan nokta romanın ya da söylenmek istediği biçimde dile getirirsek C’nin toplumdan kopukluğu, Aylak Adam’ın toplumsal bir meseleyi dile getirmediği, romanın gerçekçi olmadığı... O yılların “toplumsalcı” ve de “mesaj kaygılı” roman geleneğini akla getirdiğimizde, romanın bu yönden eleştirilmiş olmasına şaşırmamalı belki de. Pekâlâ, o günlerin sınırları ve kapsamı belli tartışmalarından uzak bugünün okuru için, Aylak Adam toplumdan kopuk ve gerçekçi olmayan bir edebiyat örneği mi? C.’nin izinden giderek romandaki toplum ve birey ilişkisine bakalım.
Aslına bakarsanız, C. genellikle anlaşılanın aksine ‘toplumdan kopuk’ değildir. Söylediği gibi o, “toplumdaki değerlerin iki yüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü” görmüştür. Zaten toplumun mevcut durumundan hoşnutsuz olduğu için “gerçek sevgi”nin peşine düşer. Kalabalıkların içinde, ama onlardan uzaktır C. Peki neden böyledir yahut Ekrem Işın’ın daha doğru ifade ettiği gibi; C.’nin koptuğu değil de uzak durduğu bu “kalabalık”ın özelliği nedir? ”Kalabalık, sıradanlık noktasında güçlü bir dayanışma göstermektedir”. “Alışkanlıkların Saltanatı”nı sürer, “eli paketli”dir kalabalık (Işın, 2012; 29-30). Kalabalık, bireyi ”dökme kalıplarına” sokmaya çalışır, zira kalabalıklar için “yaşamanın amacı alışkanlıktı”r, “Ku-Ya-Ra” yani “Kumda Yatma Rahatlığı”dır. C.’ye göre “Kuyara, alışmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı”dır (Atılgan, 2009; 128). Toplum ister ki bireyler “bir örnek” olsun. Onların iş dediği “bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamak”la geçirsin ömrünü. C.’ye göre “kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar” eder (Atılgan, 2009; 42). Bu bir kısır döngüdür, C. işte bu döngüyü kırmak, onun dışına çıkmak ister.
Zira toplumla barışık olmak “üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor”dur (Atılgan, 2009; 78). C. bilhassa Ayşe ile yazlıkta devam eden ilişkisinde toplumla uzlaşmanın kıyısına varmak üzeredir. Çünkü toplum, kendinden uzak duranı yahut farklı olanı kendine katmakta diretir. Ya kendine katacaktır bireyi ya da dışına kusacaktır, aksi takdirde ”bir örnek” dünyasında kurduğu rahatı devam ettiremez. C. de “sirenlerin çağrısı”na kulak verir gibi olur. “İşte onu çağırıyorlardı[r]. Aralarında olsun, taşıtlara binsin, ilaç içsin, işesin, yemek yesin istiyorlardı[r]” (Atılgan, 2009; 66). Dahası Ayşe ile Naciye Abla’nın yazlığında kaldıkları sürede “onun midesini üşütmesinden korkuyorlar, bardağını dolduruyorlar, önüne karpuz dilimlerinin en büyüğünü koyuyorlardı[r]” (Atılgan, 2009; 109). Ama C. bu “büyüleyici çağrı”ya gerektiğinde karşı koyabilmeyi, kulaklarını tıkayarak toplumun rahatlığına onu da çağıran bu davete direnmesini bilecektir. Çünkü ona göre “bu çağrı süreksizdi[r]. Onu bir bildiler mi gitsindi[r], yaşamasındı[r]” (Atılgan, 2009; 66). Zaten şehre döner dönmez evlenip yuva kuracak olan çiftlerden olmadıklarını anladıkları için, kovarlar Ayşe ve C.’yi Naciye Abla’nın masasından. Çünkü kendileri gibi olmayanlar huzurunu kaçırır toplumun.
Ekrem Işın’ın “Aylak Adam”ı okuyuş biçimi değerli saptamaları içerir: “Kalabalık ile arasına koyduğu bu anlamlı uzaklık ona, kısır insan ilişkilerini ve birey-üstü egemen güçlerin baskı yöntemlerini daha iyi gözlemleyebilme olanağı vermiştir. (…) Bilinç belli bir yükseklikten gündelik yaşamı yargılar ve sıradan insanın sığındığı biricik dünyayı gözler önüne serer. Aylak Adam’ın tüm eleştirel dokusunu aynı sağlamlıkta ören, geri plandaki bu bilinçtir” (Işın, 1982; 279). İşte bu bilinçten hareketle; “Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi?” diyerek çareyi “iki kişilik sevgi toplumları”nda bulur C. (Atılgan, 2009; 109). Aylak Adam romanı gücünü buradan alır, yalnız kent insanının kalabalıklarla ilişkisini, ona olan mesafesi üzerinden okur. Toplumun cenneti ve cehennemi arasındaki arafta durur C., oradan bakar toplumsal ilişkilere. Bu toplumu kurtaracak çareyi sinema salonlarında bulduğu da olur gerçi, ama işin esası yalnızlıktır, yalnızlıktan korkmamaktır, orada bir imkân aramak ve bulmaktır. “Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı[r]” (Atılgan, 2009; 106). “Aylak Adam”, toplumun “Ku-Ya-Ra”sına karşı kendi “A-Da-Ko”sunu koyar. Adako, “Ağaç Dalı Kompleksi”dir; “ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimi”ni ifade eder. “Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır”, (devamında) ”Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona” (Atılgan, 2009; 128). C. “ağaç dalı kompleksine tutulmuş” o “tedirgin” kişilerdendir işte. Belki de bu yüzden onu kimseler anlamaz?
Aylak Adam romanı, C.’nin şu sözleri ile başlar: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” (Atılgan, 2009; 11). Bu alıntıdan da anlayabileceğimiz gibi Aylak Adam’ın C’sinin mekânı kenttir, daha ziyade kentin sokaklarıdır. Ama kalabalıklarla bir olmak düşünü de kurmaz. Önce kimsenin uğraşmaya değer görmeyeceği ‘sokak isimlerini toplama’ işine girer, sonra çaresiz onu da bırakıp aylaklığa geri döner. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi C.’nin sıkıntısı büyük şehir değildir belki de, daha ziyade aradığı ”tutamak”tır, aradığını bulamamaktır. Zaten C.’nin hayatı ‘aramak’ ile ‘yaşamak’ arasında bölünmüş gibidir, “Ben ya ararım ya da yaşarım.” der bu sebeple (Atılgan, 2009; 113). Şehre karşı sevgisi de, nefreti de bu arayışla ilintilidir. Büyükşehir bir sıkıntı, bir kaos olmasının yanında bir fırsat, bir sığınaktır C. için. Ancak bu sığınak Benjamin’in flâneur için bahsettiği sığınaktan biraz farklı bir anlam taşır (bkz. Benjamin, 2007; 98-99). C. için sığınak kalabalıklar değildir, kalabalıkların olduğu şehirdir. Orada saklanmak, yahut dikkat çekmemek için değil, aradığını bulmak için katılır kalabalığa. Daha başından onun kaderi bellidir, arayacaktır; buluncaya kadar! Kalabalık ‘o’nu bulması yolunda bir imkân olduğu kadar, ‘o’nu saklayan, ‘o’nu bulmasını, ‘o’nla olmasını engelleyendir.
Gürbilek Aylak Adam’ın bir “imkân romanı” olabileceğini söyler önce: “Aylak Adam, hızlı temposu, ışıklı caddeleri, sinema locaları, kaldırımlardan taşan kalabalığıyla büyük şehrin, onun ayrıntılarını birer işaretmiş gibi yorumlayan aylağa sunduğu imkanın romanı gibidir” (Gürbilek, 1994;. 84-85). Yine de, diğerleri gibi o da C.’nin bu arayışının “sonuçsuz kalmaya mahkûm” olduğunu, bu sebeple aslında Aylak Adam’ın bir “imkânsızlığın romanı” olduğunu eklemekten geri duramaz. Oysa C.’ye göre, “[a]radığı burada, şu gelip geçen insanların içinde”dir (Atılgan, 2009; 31). Bir yandan “şehrin uğultusu” ile yüzünü buruştururken, öte yandan aklından şu ihtimal geçer: ”Belki arananın ayak sesleri de bu uğultunun içinde”dir (Atılgan, 2009; 45)? Romanın bu bölümün başında alıntıladığım giriş cümlesinin devamı şu şekildedir: ”Çevreme ilgiyle baktım.” (ve devamında) ”Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere.”. (Aradığını bulamadığını anladığında) ”Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o deminki sıkıntı” (Atılgan, 2009; 11). Gittiği her yere, baktığı her kadına bu gözle bakar C. Sinemada şöyle düşünür örneğin: “Şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın?” (Atılgan, 2009; 19). Ama hemen ardından ışıkların sönmesiyle birlikte, yanında oturan kadının kendinden tedirgin olduğunu hissettiğinde bu “tok karın iyimserliği” yerini karamsarlığa bırakır. “Az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı. Bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü. İçinde kıpkızıl bir öfke kabardı. (…) Bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı. Seveceğini sandığı insanlar bunlar mıydı” (Atılgan, 2009; 19). Aradığını toplumda bulamadığı, kendi “iki kişilik sevgi toplumu”nu inşa etmek için de “onunla bir düşünecek” kadına ulaşamadığında C. artık susmayı seçer. Çünkü konuşması faydasızdır, çünkü en nihayetinde onu anlamayacaklarını biliyordur.
Aylak Adam’ın C.’si, edebiyatımızın en ayrıksı karakterlerinden biridir. Toplumla ve kendisiyle mücadelesi onu edebiyatımızın ilk kentli modern bireyi yapar. Vaktiyle roman hakkında yapılan en “doğru” eleştirilerden birine Onat Kutlar imza atar. Kitapla ilgili yazmak istediği bir eleştiri yazısı için fikirlerine başvurmak üzere Atılgan’a yolladığı mektupta, romanı ve romanın başkarakteri C.’yi nasıl anladığını şöyle ifade eder: “romanda yapılmak istenen şey toplum içinde yaşayan Aylak Adamlar konusunu işlemek ve bunun için de onların temsilcisi olarak bir C. kişisini anlatmak değildir. Tam tersine, belirli, somut ve tek başına var olan bir C. kişiliğini yaratmaktır. C. herhangi bir sınıfın ya da toplumun temsilcisi değildir. Sadece her insan gibi başkalarıyla kaba çizgilerin belirlediği ortak yanları vardır. Bunun dışında o dünyamıza katılmış yeni bir insandır ve onu herhangi bir sınıfın ya da grubun soyut temsilcisi sayamayız.” (Yüksel, 1992 içinde; 85). Atılgan, Kutlar’ın söylediklerini önemli bulmuş olacak ki, aralarındaki mektuplaşma uzun yıllara yayılan bir dostluğun başlangıcı olur. Onat Kutlar’ın tespitlerinden hareketle, (‘flâneur’ kısmına şerh koyarak), Oğuz Demiralp’in saptamasına ulaşmak, hiç de zor değildir: “Aylak Adam bence bizim ilk kentli bireyimiz, “flaneur”ümüzdür. Kent insanının “yalnız ve kalabalık” olduğunu bulgulayan ilk romanımızdır.” (Demiralp, 2000; 88).
Şöyle sorulabilir: Aylak Adam’ı ve romanın “kahraman”ı C.’yi anlamak neden bu kadar önemli? Romanın yayınlanışının ardından elli yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen C.’yi anlama çabamız neden hâlâ sürüp gidiyor? Çünkü Aylak Adam, her şeyden önce yarattığı baş karakter ile edebiyatımızı modern anlamda birey ile tanıştıran, hakikatine yaklaştıkça uzaklaştığımız C’yi bütün karmaşıklığıyla ortaya koyabilen, yerleşik beğeni ve değer yargılarını hiçe saymasıyla, edebiyatımızda yazılmış en özgün romanlardan biridir. Farklı okumalara kapı açan, aynı zamanda birbiriyle çelişecek bakış açılarına imkân tanıyan, yıllar geçse de üzerinde konuşulacak, her defasında “yeniden okunacak” Aylak Adam’ı anlamaya çalışma çabamız hiç bitmeyecek gibi görünüyor.