Şeylerin, hatta hayatın, tüm anlam ve önemi kültle ilişkisi üzerinden belirleniyordu artık. İlke çok açık: Bana yararı olmayana hayat hakkı tanımam
12 Eylül 2019 11:30
Gezi Parkı’nda ciğerlerimiz gaz bombalarıyla sökülür, nefesimiz kesilirken bu cümleyi duymuştuk televizyonlardan. Sahi, ilk kim söylemişti? Abartılı imâlı tonlamalarla dilimize düşmüştü sonra, karikatürleri yapılmıştı, pankartlara konu olmuştu: “Mesele üç-beş ağaç değil.” Biz iktidarın haddini aştığı meselelerin üç-beş ağacın kesilmesi raddesini çoktan aştığını, tüm ülkeyi gark ettikleri beton batağının nefes aldırmaz boyutlara geldiğini, bu hâlde daha fazla devam edemeyeceğimizi anlatmak için söylüyorduk. Şehirlerimiz tanınmaz hâldeydi, çocuklarımız sokaklarda güvende değildi artık, tüm Türkiye’yi en beterinden bir humma gibi sarmıştı barajlar, yollar, termik santraller, megaprojeler. Kendisinden başka hiç kimseye saygı duymayan, taleplere kulaklarını tıkayan, şikâyetçi olanları ya darbecilikle ya bozgunculukla ya da bilmem hangi bela sıfatla tarif eden iktidara laf anlatmanın, “bak bu yanlış” demenin yolu kalmamıştı. Öte yandan, kendilerini iktidar saflarında tanımlayanlar aynı cümleyi, “mesele üç-beş ağaç değil, bize darbe yapıyorlar” diye anlamayı tercih ediyorlardı. Onların “seçilmiş” iradelerinin halefine talepler ve şikâyetler başka nasıl açıklanabilirdi ki?
Biz Gezi Parkı’nın ağaçları kesilmesin diye uğraşıyorduk, iktidar II. Abdülhamit’i tahtından eden 31 Mart Vakası’nın merkezi olan Topçu Kışlası’nı AVM işleviyle yeniden inşa ve ihya etmek istiyordu. İktidarın elinde her nasılsa bütün hatıralar bir AVM konseptine dönüşebiliyordu, hatta AVM konseptine dönüşemeyen hatıralar denize dökülüp üzerlerinde mitingler yapılıyordu. Biz nefes almak istiyorduk, iktidar AVM istiyordu. Biz gaz yiyorduk, muktedir mağdurdu, çünkü Topçu Kışlası’nda alışveriş edemeyecekti.
Şu son birkaç yıl içinde neler görmedi ki gözlerimiz? Kıyamet habercisi sahneler diyeceğim ama aslında galiba şahit olduklarımız bir araya geldiğinde kıyamet denilen hadisenin ta kendisini oluşturuyorlar. Tam bir alt üst oluş, hiçbir şeyin yerli yerinde kalmadığı, kimsenin kimseden emin olmadığı, herkesin birbirinin kurduna dönüştüğü, sürçen dillerin günahları itiraf ettiği hâller… Ellerindeki asayla jandarma kovalayan Karadenizli teyzeler gördük, “Kim oluyor devlet, halk var halk, ben halkım” diyordu biri (https://www.youtube.com/watch?v=s8gkeMJetMo), yaylasının işgal edilmesine karşı direniyordu. Yırca’da yazmalı teyzeler emek emek büyüttükleri, çocuklarının geleceği olarak gördükleri zeytin ağaçlarını korumak için jandarmayla çatıştılar (https://www.youtube.com/watch?v=7zAL8AVo1W0). Kazdağları’nda binlerce insan hâlen nöbette. Devletin, sermayedarların maliyetleri ucuzlasın diye halkın zehirlenmesine ses çıkartmadığını belgeleyen bir akademisyen yargılanıyor (https://t24.com.tr/haber/kanser-raporunu-acikladigi-icin-12-yil-hapsi-istenen-bulent-sik-in-durusmasi-bugun,807299). Bir başkası “savaş önlenebilir bir halk sağlığı sorunu” dediği için yargılandı (http://www.platform24.org/guncel/3205/akademisyen-ve-hekim-onur-hamzaoglu-tahliye-edildi).
ÇED raporu denilen ve memleketin toprağını, suyunu, yani en kıymetli değerlerini korumak için eldeki tek ve gene de zayıf olan bir düzenlemeyi, müzakere aracını etkisiz hâle getirmek için ne de çok uğraşmışlardı. Danıştay’ın çevre ve ahali lehine verdiği onca karara “yok hükmünde muamelesi” yaparken belli ki, “göklerden gelen bir karar”ı dikkate alıyorlardı. Yalnız insansız doğayı değil, insanlı mahalleleri bile kendi arzularını nakşedecekleri birer tabula rasa olarak görüyorlardı. Çamlıca Camii’ne komşu olmaktan başka suçu olmayan ve cemaat tarafından yaptırılmış bir camiyi, gölge etmesin diye, hem de sabaha karşı, cami cemaati uykudayken yıkıverdiler (http://www.gazete2023.com/gundem/gunduz-yikamadiklari-camiyi-akp-li-belediye-gece-yikti-h81425.html).
Öyle yasalar ve düzenlemeler getirdi ki AKP iktidarı, çoğu zaman “nedir bu ya hu, seçilmiş bir iktidar değil de, bu ülkeye dair her şeye düşmanlık besleyen bir düşman yönetiyor sanki ülkeyi” şüphesiyle iliklerimiz titredi. Afrika’da, Asya’da yaşayan halkların sömürgecileri nasıl tasvir ettiklerine azıcık aşina olanlar, aradaki benzerlikler karşısında az mı şaşkınlık geçirdiler? Anlam veremedik bir türlü, nedir bu insanların toprağa, suya, havaya, ağaca, ota, çiçeğe, böceğe, hayvana, hayatiyet arz eden her şeye bu kadar düşmanlık etmelerinin sebebi?
İbadethanelerinde cenneti doğayı tasvir ederek canlandıran bir dinin mü’minleri miydi bütün bunları yapanlar? Yarasından düşen bir kurdu, ölmesin diye tekrar yaraya yerleştiren Eyüp Peygamber’in kıssasıyla büyümemişler miydi? Adını Yunus’tan alan peygamberin öyküsünden hiç mi bir şey öğrenmemişlerdi? Ya Ebabil kuşları? Bin yıllardır aynı yere gelen kuşları göç yollarından, yuvalarından eden devasa bir beton denizi inşa ederken akıllarına nasıl gelmemişti Fil Suresi: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine! Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı. Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı. Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.”
Ne olmuştu bu insanlara? Nereden çıkmışlardı böyle? Hangi dine inanıyorlardı acep? Belli ki çok hırslanmışlardı… Ama kime, neye, niye?
İslam’la İslamcılık’ı birbirinden ayrı düşünelim derdik bundan 10 yıl öncesine kadar. Ancak artık çok geç. İslamcılık, İslam’dan sâdır olan hegemonik potansiyeli iktidar enerjisine dönüştürmeyi hedefleyen “elit”lerin ortak ideolojisiydi. O hegemonik potansiyel iktidar enerjisine dönüştüğü oranda İslamcılık, İslam’ın yerini aldı. Yani, artık çok geç. İslam’ın, İslamcılık’ın karanlık hatırasından kendini kurtarması hayli zaman alacak ve o zamana kadar bizler ne yazık ki bu dinden, onu bir hegemonik projeye indirgeyenlerin inandıkları biçimiyle bahsetmek zorunda kalacağız. Peki, kim onlar? Ve ne istiyorlar hayattan? Niye düşmanlar bu kadar hayatiyete?
İslamcılık’ın entelektüel temelleri olan bir ideoloji olduğu zamanlar hayli geride kaldı. 1980 Darbesi’nden itibaren İslamcılık (aslında daha önceden, ama bu darbe bir dönüm noktası oldu), devletin koşullu destek verdiği; aşırıya gittiği zaman dövdüğü, kendisiyle iş birliği yaptığı ölçüde semirttiği bir ideolojik/pragmatik mahiyet kazanmaya başladı. Sosyal devletin iflas ettiği her alanda da kendini yeşertme imkânı buldu. İslamcılık bir entelektüel yatırım olarak hep vardı ama 1980’lerde geniş kalabalıklara hitap etme gücünü, o güne kadar kendisine pek de iltifat etmeyen geleneksel dinî cemaatlerle iş birliği yaparak elde etti. Bu esnada cemaatler 19’uncu yüzyılın sonunda şekillenmiş dayanışma sandıklarını geliştirip kendi şirketlerini kurmaya başlamışlardı. Bu şirketler henüz küçüktüler ama alışveriş ve ibadetin bir arada yapıldığı, her edimin hem bu dünyayı hem öte dünyayı, tabii ki yalnız mü’min için mamur edebileceği yöntemler geliştirmişlerdi. Örneğin, Işıkçılar Çin malı elektrikli aletleri evlere, İhlas Holding şirketlerine giden her kuruşun İslam’a hizmet olduğu argümanıyla soktular. (O argümanla iflas ettirilen aileler hâlen haklarını arıyorlar, şu Twitter hesabına bakınız: https://twitter.com/ihlaszedeler ). O aletler çabucak bozuluyor ama bir yandan da dindar evler tüketim kültürüne alıştırılıyordu. Herkes birbirine yalnız yeni elektrikli aletiyle değil, aynı zamanda onu alarak ettiği ibadetle de “hava atıyor”du. İskenderpaşa’nın Fuzul Otomotiv’i, memurları, okumuşları örgütlüyor, faizsiz sistemle otomobil almalarını sağlıyordu. Hem bu dünyada ayakları yerden kesiliyor, hem öte dünya için yardımlaşıyor, birbirlerinin işlerini kolaylaştırıyorlardı. Daha ne olsundu. İsmailağa’nın mahalle esnafı, organize sanayi ve ticaret sahalarında KOBİ’leşiyordu. Yani, İslamcılık bir esnaf ideolojisine dönüşüyordu giderek.
1990’larda işler gelişti, dayanışma sandığı modeli sonradan yerle yeksan olacak şirketlere dönüştü. Yüzlerce, binlerce aile battı ama iktidar pazarlığı yapabilecek sayıda birikime sahip İslamcı elitler de oluştu bu süreçte. Her krizde, devletin koruyamadığı insanların kapısını çaldı cemaatler. Ödenemeyen krediler ödendi, okula gönderilemeyen çocuklara yurtlar bulundu, ceplerine harçlıklar kondu. İslamcılık bir yandan popülist bir ideolojiye dönüşüyor, paralel olarak sadakat ve mutluluk zincirlerini de kuruyordu. Bütün bu işlerde entelektüel ve siyasî elitlerin başlıca dayanakları büyümekten, bir an önce daha da zengin olmaktan başka hedefi olmayan, dinin bir tür sermaye gibi nasıl işletilebileceğini her krizde biraz daha öğrenen taşralı esnaftı. Yani tesadüf değildi Kayseri’nin, Çorum’un, Malatya’nın, Konya’nın, Trabzon’un, hatta yıllar boyu CHP’nin kalesi olmuş Denizli’nin bir anda AKP’nin kaleleri hâline gelmesi. MÜSİAD’ın tüm gücüyle destek verdiği Erdoğan, Menzil’in TÜMSİAD’ını da ihmal etmedi. Fuzul Holding’in AVM’leri, siteleri kalabalıklaştıkça kalabalıklaştı. Artık bir suç örgütü olarak tanınan TUSKON en parlak yıllarını ne zaman yaşadı? Esnaf dayanışması rekabete dönüştüğünde ne olduğunu ise gördük. Bu ideoloji o kadar derinden sarmıştı ki her yanı, o kapışma tüm memleket sathında yıllardır dağılmayan bir kara buluta dönüştü.
Bütün bu sürecin en çok tutulan, en çok tekrarlanan, hiç akıldan çıkmayan, gözlerde parıltıya neden olan sloganının “krizleri fırsata dönüştürmek” olduğunu da hatırladığımızda manzara iyice bulur mânâsını. Karaborsacı esnafın sloganıdır bu. Ekonomik kriz stoklardaki malların çıkartılıp değerinin üzerinde satıldığı zamandır. Sahi, kaç kez yankılandı bu slogan kulaklarımızda? Ne denli büyük şaşkınlıklarla dinledik? Herkes ağlar, işçi, memur, öğretmen yoksullaşırken, iş insanlarına yapılan konuşmalarda, “OHAL sayesinde grevleri engelleyebiliyoruz” dendiğine şahit olduk, “bu kriz sizlere yeni iş imkânları açacak” dedi ülkenin en yetkili ağızları KOBİ’lere.
Elbette, çevre ve tarım düşmanı politikalarla Türkiye AKP döneminde tanışmadı. Ancak zannediyorum ki daha önceki hiçbir iktidar döneminde çevre düşmanlığı bu kadar açıkça meşrulaştırılmamıştı. Bunun nasıl yapıldığı konusunda bize Walter Benjamin’in ünlü ve geçerliliğini hiç kaybetmeyen kısacık denemesi eşlik etsin (Metni, Abdurrahman Aydın’ın çevirisinden alıntılıyorum, https://ozvekabuk.wordpress.com/2018/05/05/din-olarak-kapitalizm-walter-benjamin/) :
“Kapitalizmi bir din olarak görmek mümkündür -bunun anlamı, kapitalizmin de esas itibariyle, din olarak kabul edilen şeylerin bir yanıt geliştirdikleri aynı kaygıları, ıstırapları ve sıkıntıları yatıştırmaya hizmet etmesidir. …kapitalizmin bu dinsel yapısının üç veçhesini ayırt etmek mümkün: İlk olarak kapitalizm saf bir kült dinidir; muhtemelen şimdiye kadar var olmuş kült dinlerinin en aşırısıdır. Kapitalizmde şeylerin yalnızca kültle ilişkileri içerisinde bir anlamları vardır.…Kültün devamlılığı. Kapitalizm, kültün sans reve et sans merci(rüyayla bile bölünmeksizin insafsızca) sürdürüldüğü bir tapınma ayinidir. …Ve üçüncü olarak bu kült suçun her tarafa yayılmasını gerçekleştirir. Kapitalizm, kefaret değil de suçluluk üreten bir kültün muhtemelen ilk örneğidir. …Kapitalizm, bir varoluş reformu değil de varoluşun toptan yıkımını sunması bakımından emsalsiz bir dindir.…Tanrı’nın aşkınlığı bir sona gelmiştir. Ama Tanrı ölmedi; insani varoluşun içine dahil edildi.”
Kapitalizm de tıpkı dinler gibi, “bu dünyada ne işim var” sorusuna cevap verir. En büyük becerisi ise dinlerin verdiği cevapla kendisi arasında üzerinden kolayca geçilen köprüler kurabilmesidir. Ne için yaşıyorum? İmtihan için. Peki, soruları kim hazırlıyor? Hayat. Var mı bir anahtar cetveli ya da soruları sınavdan önce ele geçirmenin bir yolu?
Mantık dizgesinin böyle işlediğine gözlerimizle şahit olmasaydık, kapitalizmi din yapan şu üç ilkenin çoktan İslam’ın yerini aldığını öne sürdüğüm İslamcılık’ın hayatiyet gösteren her şey karşısındaki tavrında teşhis etmek de bu kadar kolay olmazdı:
Şu klişeyi hatırlayın: Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Sözünü ettiğim, esnaf ideolojisi olarak İslamcılık’ın hayatiyet ya da değer arz eden hemen her şeyle “bana ne yararı var” sorusu üzerinden ilişki kurduğunu gördük defalarca. Yüksek yüksek tepelere camiler, üstelik o tepeler traşlanarak içinde ibadet edilsin diye değil, turistler merak edip gelsinler diye kuruldu örneğin. Emek emek kurulmuş fabrikalar, kamuya yararı olsalar da, suyun başını tutana bir yararı olmadığı için özelleştirilip kapatıldı. Barajlar, su kaynakları özelleştirilsin, iktidara bir yararı olmayan köylünün geçimine katkıda bulunmasın diye yaptırıldı. Koca koca ormanlar barındırdıkları hayatlarla dünya “biz”i kıskansın ve bu arada hafriyat kamyonları tonlarca parayı “biz”e benzeyen insanların kasalarına akıtsınlar diye yok edildi. Yani şeylerin, hatta hayatın, tüm anlam ve önemi kültle ilişkisi üzerinden belirleniyordu. İlke çok açık: Bana yararı olmayana hayat hakkı tanımam.
Bütün bunlar yapılırken ve bizler ortalara çıkıp “ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi” diye seslendiğimizde, en sık karşılaştığımız savunmayı hatırlayın, ikinci ilkenin gerçekleştiği yer tam orası: “Bizden öncekiler aynı şeyleri yapmadılar mı, o zaman neredeydiniz?” Bu savunmayı iki şekilde okumak mümkün: Birincisi, “Biz, bir şeyleri değiştirmek için değil, bizden öncekilerin yaptıklarını yapma yetisini elde etmek için iktidardayız.” İkincisi ve daha çok öncekilerin yaptıklarını yıkma girişiminde verdiği mesaj: “Bu şeyin ortadan kalkması gerekiyor, çünkü onu ben yapmadım.” İkisini meczeden açıklama ise daha ağır: “Bizim bu şeyleri yapmamıza ve eski şeyleri yıkmamıza muhalefet edenler, bu ülkenin kalkınmasını istemeyenlerdir.” Benjamin’in sözünü ettiği toptan yıkımı ören, örgütleyen iddiadır bu. Yalnız yıkarak yapmaz ya da yaparak yıkmaz (her türlü yapma girişimi yıkıcılıkla maluldür), aynı zamanda bu edimi teşhis edecek dili de damgalayıp konuşamaz hâle getirir. Bu cümleyi eden biriyle konuşmak mümkün değildir artık. Yıkılan şey, yani total, siyasetin zeminidir. Çünkü kendisiyle aynı yıkarak yapma, yaparak yıkma arzusunu paylaşmayan herkesi susturacak sihirli cümleyi bulmuş ve hiç düşünmeden kurmuştur. Kültler böyle yapar.
Ve nihayet sonuncusu: “Tanrı ölmedi, insanî varoluşun içine dâhil edildi.” Bunu izninizle bir hikâyeyle anlatacağım. Yıllar önce bir alan görüşmesi esnasında dindar Müslümanların tüketim kültürüyle bu kadar içli dışlı oluşlarını eleştiriyorum. Görüşme yaptığım kişi ünlüce bir kadın. Bana diyor ki, “Ayşe Hanım, Müslümanların en iyi evlerde yaşamaları, en iyi elbiseleri giymeleri, en iyi arabalara binmeleri lazım ki insanlar mü’minlerin nasıl ödüllendirildiklerini görsünler.” Bu açıklama karşısında nasıl bir şaşkınlığa düştüğümü hatırladıkça safdilliğimi hatırlayıp mahcup oluyorum. Benim bu cümleden anladığım amentüden ahirete iman esasının çoktan çıkmış olduğu idi. Demek kıyamet olmuş ve bitmişti biz farkına bile varmadan. Bu hanımefendi ve kim bilir niceleri nihayet cennete eriştiklerini düşünüyorlardı. Geriye kalanların cehennemî acılarla kıvranması da bu sayede normalleşiyordu herhalde. Ama asıl şoku, taşra üniversitelerinin yayınladıkları, ilahiyat fakültelerinin yayınladıkları dergilerde 2000’lerden itibaren, İslam’ın servet biriktirmekle ilgili hiçbir derdi olmadığını, bunun Hristiyanların Müslümanlar yoksul kalsınlar diye yine İslam’a sokuşturdukları bir tema olduğunu savunan makaleler okuduğumda yaşadım.
Bütün bu çerçeveyi ne kadar olgunlaştırmaya çalışsam, 2014’te dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin ettiği şu cümlenin içerdiği sarahetle anlatamam: “Çevre, Müslümanların özbeöz anasının ak sütü kadar helal malıdır, kendi mallarıdır. Kimse Müslümanlara, Türkiye’deki insanlara ne çevreciliği öğretmeye kalksın ne de çevrecilik edebiyatı yapmasın.”
MÜSİAD’ın Mimar ve Mühendisler Grubu’na Topkapı’daki bir lüks otelde yaptığı konuşmada geçiyordu bu cümleler ve şöyle devam ediyordu:
“Bazı ülkeler, Türkiye gibi kendilerine rakip gördükleri ülkelerde, çevre bilincini oranın gelişmesiyle ilgili bir kırbaç olarak kullanıyor. O ülkeler kendilerini geliştirmeyle ilgili hangi projeyi atarsa atsın, eğer öbürleri o ülkenin ilerlemesini, o noktaya sahip olmasını istemiyorsa, hemen bu enstrümanı kullanıyor ve o projeyi engellemeye çalışıyor. 3 bin rakımlı dağ köyünde yaşayan Hatice Abla’nın bile dünyanın en çevreci, hayvan ve insan haklarına saygılı hali vardır. Köylerde, analarımız, ninelerimiz, ‘Oğlum taş atma köpeğe, niye atıyorsun, hayvan hakkı, kul hakkından önce gelir’ der mi? Der. Dünyanın anasını ağlatacaksın, nükleer atıklarını getirip korsan korsan atacaksın, Afrika’yı çöplük haline getireceksin, şunu edeceksin bunu edeceksin... Bize çevreciliği öğretme. Sen 70’lerde bunu öğrenmişsin. Biz Kalu Bela’dan beri çevreciyiz. Çevreyle ilgili kimsenin bizden daha iddialı olması mümkün değil. Bir komutan bir şehri fethedeceği zaman bir köpeğin yavrusunu emzirdiğini görünce hayvanın yavrusunu emzirme konforunun bozulmaması için birliğini başka bir yerden o şehre sokuyor. O komutan Hazreti Peygamber. Hayvan hakkına bundan daha müşahhas ne gösterebiliriz. Sırtında sürekli kürk olanlar bize kalkıp da hayvan hakkı anlatmasın.”
Şu yukarıdaki paragraf, Benjamin’in tespit ettiği teorik çerçevenin empirik yansıması gibi durmuyor mu sizce de? Her şeyi kendinden menkul olduğu için bu cümleleri kuran kişinin kastettiği türdeki Müslüman’ın kendisi bizatihi bir kült. Onun arzuları her şeyin üstünde ve açıklanması da gerekmiyor. Yani sabık bakanın tarif ettiği bağlamda, yine onun tarif ettiği Müslüman’ın nefsi, arzuları ilahi bir hüküm taşıyor, ol derse olur, istemediği her şey yok olur. Bu Müslüman hakkında konuşuldukça soyutlaşıyor, soyutlaştıkça acımasızlaşıyor ve giderek ona dair tüm diğer hasletler silikleşiyor. Yerini kesif bir hayatiyet karşıtlığı alıyor.
Fakat ortada bir karışıklık var ve o karışıklığı çıkaran kişi üç bin rakımlı dağ köyünde yaşayan Hatice Abla’dan başkası değil. Hani, şu bakanın hiç tereddütsüz kadir-i mutlaklaştırdığı Müslüman’ı (haşa) meşrulaştırmak için başvurduğu, üç bin rakımlı dağ köyünde yaşayan Hatice Abla var ya. İşte o, yayla yollarının birleştirilmesini istemiyor, yayla yolunda üşüyünce sığındığı, hazır yolu düşmüşken duasını da ettiği mescit yıkılıp yerine turistler uzaktan görsün diye yapılmış manasız bir cami çatılsın istemiyor, keçisini, ineğini, ağacını bu bakandan korumak için elinden geleni yapıyor, direniyor… Baraja eyvallah diyen esnaftan alışverişi kesiyor. Kalu beladan beri bildiği hayatı sürdürebilmek için kıyama geçmeye hazır. Ama nasılsa bahse konu Hatice Abla’nın sözü yalnızca onun değer verdiği her şeyi yok etmeye adanmış şu paragrafın içinde geçebiliyor.
Velhasıl, mesele her zaman üç-beş ağaçtı. Hep öyle olacak. Muktedir ne zaman “kestiğim ağaçların yerine şu kadar ektim” dese, üç bin rakımlı köyde yaşayan Hatice Abla kıyama duracak ve Fil Suresi’ni okuyacak.