Ümit Şahin: Yeşil politikadan, güçlü bir Yeşiller Partisi yaratmaktan başka bir yol olmadığını vurgulamak isterim. Yani yine demokrasi mücadelesine geliyoruz. Kriz derin ve bu işin kolay bir yolu yok...
12 Eylül 2019 12:30
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde iklim değişikliği konusunda uzman olarak çalışan Ümit Şahin, Çevre İçin Hekimler Derneği, Üç Ekoloji dergisi ve Yeşiller Partisi’nin kurucularından olmasının yanı sıra Açık Radyo'da Ömer Madra ile birlikte yıllardır yayınlanan Açık Yeşil programının da yapımcılarından ve Yeşil Gazete editörlerinden. Uzmanlık alanı iklim değişikliği, ekoloji ve yeşil politika olunca dosyamız başlığı çerçevesinde onun uzmanlığına ve fikirlerine ihtiyacımız vardı. Şahin'le Kaz Dağları'nı, iklim değişikliğini, yerel yönetimleri ve Türkiye'de tabiatın devletle verdiği sınavı ve halkın mücadelesini konuştuk.
Kaz Dağları'ndan başlayalım öncelikle. Gelinen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Kaz Dağları’nın geleceğine dair öngörüleriniz var mı?
Altın madenlerine karşı mücadele Türkiye’de 1990’ların ikinci yarısından bu yana son derece aktif ve etkili biçimde sürüyor. İlk mücadelenin verildiği Bergama Ovacık altın madeninin 2000 yılında hukuka aykırı biçimde Danıştay tarafından verilen nihai iptal kararı hükümet tarafından yok sayılarak açılması bir dönüm noktası oldu. Bu nedenle 20 yıla yakın bir süredir Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bütün itirazlara ve yerel mücadelelere rağmen altın madenleri açılmaya devam ediyor. Yalnız maalesef bu itirazların ve mücadelelerin birçoğu duyarlı bir kesim ve ekoloji hareketi aktivistleri dışında duyulmuyor ve bilinmiyor.
Kaz Dağları’ndaki mücadelenin, bir hayli geç bir aşamada da olsa, nihayet Türkiye çapında ses getirmesi sanırım mevcut ekonomik büyüme anlayışının son yıllarda iyice uç noktasına vardırılmasıyla yakından bağlantılı. Bu anlayışı siyasi iktidarın kazıcılık (extractivism) denen ekonomik faaliyet biçimine, çaresizlik içinde, iyice sarılması olarak tarif edebiliriz. Gerçi doğayı bir kaynak deposundan ibaret gören, düşük katma değerli, yaratıcı ve üretici olmaktan uzak, hammadde ve taş-toprak hafriyatına dayalı ekonomik büyüme modeli yeni değil, Türkiye’ye özgü de değil. Ancak küresel ekonomideki rolünü kendi topraklarını, kendi doğasını tahrip ederek sömürmekten, altyapı ve konut inşaatlarıyla mekan üretmekten öte bir şey olarak tanımlayamayan bu anlayış, artık yer seçimiyle ilgili kaygılara, yerel tepkilere, düşünülen işin olası olumsuz etkilerine (sadece ekolojik değil, ekonomik etkilerine de) tamamen kulaklarını tıkamış durumda. Bu nedenle da hata üzerine hata yapılıyor.
Fosil yakıtlara, betona ve değersiz hammadde madenciliğine feci hâlde bağımlı hâle geldikleri için de, Kaz Dağları gibi merkeze bu kadar yakın, kentlerdeki yeşil duyarlık için hem pratik hem sembolik olarak bu kadar öneme sahip bir yerde bile yüz binlerce ağacı kesip doğayı tahrip etmekte ve devasa alanları açgözlü bir şirkete tahsis etmekte beis görmüyorlar. Bu anlamda Kaz Dağları olayı bardağı taşıran damla olarak görülebilir. Ancak bu olayda da Kirazlı-Balaban altın madenini önlemek için yıllardır çaba gösteren Çanakkaleli çevrecilerin mücadelesinin uzun süre görülmediğini, duyulmadığını unutmamak lazım; ta ki 200 bine yakın ağacın kesildiğine dair o fotoğraf ortaya çıkana kadar. Bu nedenle Kaz Dağları’ndaki yıkım bugün durdurulsa bile bu durum aynı şeyin Murat Dağı’nda veya başka bir yerde tekrarlanmayacağı anlamına gelmiyor.
Bu nedenle yereldeki bu mücadelelerin politik arka planının iyi tarif edilmesi ve mücadelenin ekonomi politiğinin de ekoloji politiğinin de kavranması gerek. Mücadeleye esas olan söylemin yeşil, ekolojik tonunu korumak ise son derece önemli. Tabii ısrar, inat, başlayan bir mücadeleyi yarıda bırakmamak, asla geri adım atmamak ve kazanım elde etmeden uzlaşmaya yanaşmamak da ayrıca önemli. Her şeyden önce de mücadelenin yerel dinamiklerle sürmesi kritik. Oluşan duyarlığı Türkiye’nin bütününe yaymak, mücadeleyi politikleştirmek ve küresel destek yerel hareketi büyütmek için dikkatle kullanılmalı. Bu anlamda bugüne dek verilen mücadelenin ve gelinen yerin olumlu olduğu kanısındayım.
Siz daha önce Gezi Direnişi için "Gezi ekoloji ve demokrasi mücadelesidir" demiştiniz. Kaz Dağları özelinde baktığımızda yurttaşların dayanışmasını ve eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ekoloji veya çevre için verilen mücadeleyle demokrasi mücadelesini ilgisiz ve bağlantısız el almak o kadar yaygın bir anlayış ki, bunu ne kadar tekrarlasak azdır. Bu, şunun için önemli: Meseleye “bilimin dediğini yapmak”, “iyi çevre yönetimi” gibi kategorilerle bakabilirsiniz, ama bazı durumlarda bunu otoriter yönetimler veya tabandan tamamen kopuk elit yapılar da yapabilir. Hatta bazen daha iyi bile yapabilir. Ama o zaman toplumsal ve ekonomik ilişkileri güç ilişkilerinden bağımsız bir şey gibi görmeye başlarsınız. O zaman da bugün sıklıkla gördüğümüz gibi gerçekleri eğip büken güç odaklarının, şirketlerin ve politikacıların dediği olur. Siz istediğiniz kadar sorunların doğru bilgiyle, eğitimle ve çevre bilinciyle çözüleceğine inanın... O nedenle mesele öncelikle bir demokrasi mücadelesidir ve bu nedenle de politiktir. Ancak demokrasi mücadelesi veriyorsak hakikati savunabiliriz. Çözüme engel olanlar bilgisizler ve duyarsızlar değil, her şeyden fazlasıyla haberdar olan çıkar çevreleri ve manipülatörler çünkü.
Yaygın medya da onların elinde olduğu için konu hakkında bilgi sahibi olmayanlar da doğrudan doğruya onların yönlendirmesine tabi oluyor. Bilgi sahibi olmadıkları, aptal ya da cahil oldukları için değil, onlara ulaşmanız kolay olmadığı için. Özgür bir medya yaratmaya çalışmak, hakikatin mücadelesini vermek, sesini çıkarıp görünür olmak, inatla yalanları sergileyip doğruları söylemek bunun için önemli. Kaz Dağları’nda da gerçekler tıpkı Gezi’de olduğu gibi çok basit. Orada bir park yıkılacaktı, burada bir dağ yıkılıyor. Ortak noktaları herkesin gözünün önünde olmaları, gizlenememeleri ve hoyratlık düzeyi. Kaz Dağları eylemlerinin kitleselleşmesi, Çanakkale sınırlarını aşması ve hükümetin savunmaya çekilmesi sanırım tam da bu niteliğin iyi görülmesi ve kullanılması nedeniyle oldu.
Ekolojik eylemlerde “geciktirme, erteleme, geri adım attırma” son derece önemli. Akkuyu’da nükleer santral yapılması 40 yıldan uzun bir süre geciktirildi. Bu süreçte nükleer enerji ekonomik olmaktan çıktı, kazalar nedeniyle toplumsal olarak iyice kabul edilemez hâle geldi, alternatifleri iyice gelişti ve ucuzladı. Bugün inşaatı başlamış da olsa artık sadece çevre açısından zararlı değil, ekonomik açıdan da gerçekçi olmayan bir iş yapılıyor. Hâlâ bitirilebileceğine emin değilim ama, bitirilse ve çalıştırılsa bile ekonomik ömrünü tamamlayabilir mi şüpheli. Çünkü nükleer karşıtı mücadele sayesinde koşullar olumsuz hâle gelene kadar engellendi. Aynı şey Japonya’nın en sonunda çekildiği Sinop nükleer santral projesi için de geçerli.
Doğanın korunması için verilen bütün mücadelelerde bunun önemli bir perspektif olduğunu düşünüyorum. Kaz Dağları’nda başlatılan nöbetin inatla sürdürülmesi bunun için de önemli. O kazmayı vurdurmamak, o siyanürü oraya sokmamak önemli. Gerze’de üç sene sürdü termik santrale karşı nöbet ve eylemler ve sonunda şirket tasını tarağını toplayıp zaten adımını bile atamadığı köyden çekip gitti. Cerattepe için bütün bir Artvin ayağa kalktı, şirket hâlâ bekliyor. Bütün bu kitlesellik ve inat meselenin bir demokrasi mücadelesi olduğunu kanıtlıyor zaten. Bir başka deyişle dirençli bir grup aktivistin ısrarıyla zaman zaman yükselen kitlesel mücadele birbirini beslediği ve bütün bunlar yereli aşan bir şekilde görünür olduğunda ve ekoloji dili ısrarla korunduğunda mücadele başarılı oluyor. Bu çaba da bir ömür boyu sürüyor. Demokrasi mücadelesi tam da bu değil mi zaten?
İklim Değişikliği Türkiye gündeminin neresinde? Söz konusu olan yaşadığımız gezegen aslında ama gerçekten gündemde mi sorusu epey düşündürüyor. Mesela siyasilerin, halkın gündeminde, kaygılarında mı?
Zor bir soru. Türkiye’de insanlar iklim değişikliğini biliyorlar, ancak sanırım çok uzak bir geleceğin sorunu olduğu algısına ve kendi yaşadıkları yeri pek fazla etkilemeyeceğine dair bir tür boş güvene sahipler. Kutup ayıları, okyanustaki adalar, belki deniz seviyesinin altındaki ülkeler, vb. Ama biz nasılsa “normal” bir yerde, “şanslı” bir coğrafyada yaşıyoruz! Pek çok bilim insanının, bürokratın ve politikacının tam olarak böyle düşündüğünü gayet yakından biliyorum. Halkın algısı da çok farklı değil. Böyle olunca da sorunun tedricen ve teknoloji yoluyla çözüleceğine dair bir inanç oluşuyor. Bazen de başka çevre sorunları bu şekilde çözülmedi mi zaten, diye bakılıyor. İklim değişikliğinin teknik bir mesele, uzmanların çözümünü bulabileceği geçici bir tatsızlık olarak görüldüğünü de söyleyebiliriz. Bu da aslında bütün dünyada yaygın bir inkâr biçiminin uzantısı. Üstelik doğru bile olsa, önemli bile olsa başkalarını etkiler, bana ve yakınlarıma dokunmaz inancı bir tür hayatta kalma içgüdüsü zaten. Adını anmazsanız size dokunmayacak bir uğursuz güç olarak görmek gibi bir şey.
Kabahat kimde peki?
Bu bakış açısının doğal bir uzantısı da iklimin değiştiğini bilenlerin de nedenleri konusunda net bir fikrinin olmaması. Bu da büyük ölçüde medyanın maskeleme çabası sayesinde bir türlü değişmiyor. Yani burada kabahat sadece şirketlerin ve politikacıların değil. Kabahatin büyüğü gazetecilerin. Geçen hafta meydana gelen Dorian kasırgasıyla ilgili ABD’nin ana akım medyasında yapılan yüzlerce haberin sadece bir iki tanesinde iklim değişikliğinden bahsedilmesi tesadüf olabilir mi? Aynı şekilde iklim değişikliğinden bahsedilen haberlerin çok büyük kısmında fosil yakıtların adının bile anılmaması bilgisizlikten mi kaynaklanıyor? Bu tavır sayesinde iklim değişikliğinin sebebi konusunda kendince farkındalık sahibi olanların önemli bir kısmı bile sorunun nedenini doğayı korumamak, çevreyi kirletmek, ağaçları kesmek vb. sanıyor. Oysa detayda başka boyutları olsa da pratikte iklim değişikliğinin neredeyse tek nedeni fosil yakıtların, yani kömür, petrol ve doğal gazın yakılması sonucunda atmosfere salınan karbon dioksit. Yani mevcut ekonomik sistemin, üretim ve tüketim yapısının ta kendisi!
Bu sebepler “vazgeçilir” olduğu düşünülmeyen bir ekonomik ilişki ağının ve yaşam biçiminin doğrudan sonucu. Enerji kullanma biçimimizin, bu da otomobil kullanmanın, uçmanın, ticaretin, barınma, yeme, gezme ve eğlenme alışkanlıklarımızın doğrudan sonucu. Neden bu kazanımlarımızdan vazgeçelim ki, diye düşünülüyor. Bunun çok yaygın bir suç ortaklığı olduğu söylenebilir. Greta Thunberg’in yetişkinleri bu suç ortaklığıyla yüzleştirme çabası bu nedenle çok önemli. Kısacası yine mesele aptallık veya cehalet değil. Toplumsal, ekonomik ve politik ilişkilerle ya da güç ilişkileriyle ilgili sistematik bir görmezden gelme durumuyla karşı karşıyayız.
Özellikle batıda ekolojik mücadelede devletlerin rolü, hassasiyeti nasıl oluyor Türkiye ile kıyasladığınızda?
Türkiye kendini yeterince gelişmemiş, haksızlığa uğramış ve mağdur bir ülke olarak görüyor. Bu da hem politikacıların hem de halkın sonsuz bir kalkınma hakkına sahip olduğunu varsaymasına neden oluyor. İşin bu kısmı Batı’daki inkâr biçiminden bir hayli farklı sayılabilir. Ancak çevre ve ekoloji mücadeleleri açısından bir ölçüde benzerlikten de söz edilebilir. Türkiye’de de çevre hareketleri ve yeşil politika öncelikle kentlerde, orta sınıf içinde ve sol siyaset çevrelerinde doğdu. Güney ülkelerindeki kırsal, yerel, toprağı ve geçim araçlarını savunmaya dayalı politik ekoloji mücadeleleri daha azdı ve geç yaygınlaştı, daha çok da küçük HES projelerinin, taş ocaklarının ve madenlerin yayılmasıyla bağlantılı olarak.
Devletler açısından bakıldığında, Batı’da, özellikle de AB ülkeleri ve ABD’nin bazı eyaletlerinde, temiz teknolojiler, iyi yönetim, kirleten öder prensibinin uygulanması gibi ekolojik modernleşme politikalarının hakim hâle geldiğini, ancak bu politikanın iklim krizi ve altıncı büyük yok oluş karşısında çaresiz kaldığını görüyoruz. Ekonomik ve politik sistem değişikliğini öngörmeyen bir “çevre hassasiyeti” içinde bulunduğumuz büyük krizi derinleştirmekten başka bir sonuç vermeyecek. Tabii Türkiye’de, devlet düzeyinde, bu da yok. Hassasiyetten ziyade ekonomik gelişmişlik algısı ve bağımlı iktisadi yapı nedeniyle.
Mevcut siyasal iktidarın Türkiye'ye hâkim olmasından bu yana tabiatın bu siyasi iktidarla nasıl bir sınavı oldu?
Başta da söylediğim gibi ekonomik çaresizlik ne pahasına olursa olsun, doğayı, tarım alanlarını ve su kaynaklarını yok etme pahasına da olsa kazıcılığa, fosil yakıtlara ve inşaata dayalı ekonomik büyüme anlayışına sarılmayı getirdi. Son derece karbon yoğun, kirlilik yaratan, doğayı tahrip eden bir yol bu. Ancak doğayı ve iklimi koruma mecburiyetini göz ardı eden anlayış son yıllarda iyice belirgin hâle gelse de sadece bu iktidara özgü bir şey değil. Önceki iktidarlar en azından sonsuz kalkınma hakkı konusunda birebir bugünkü iktidarla aynı çizgidelerdi. Mevcut muhalefet partilerinin de çok farklı politikalar savunduğuna dair bir bulgu yok zaten. Yine de tabii altyapı yatırımlarının büyüklüğü boyut atladı. Otoyollar, havaalanları, yeni kentsel yerleşimler ve çılgın projelerin ihtiyaç olmaktan çok inşaat ekonomisinin kendisini hedeflemeye başlaması yeni sayılabilir. Bu durum doğa yıkımının da boyut atlamasına neden oldu. Tahribat çok yaygınlaştı, çok büyüdü. Bunlara karşı itiraz da büyüyünce bu sefer bütün bir klasik çevre koruma pratiği zararlı, iktidarın ana hedeflerinin önünü tıkayan bir şey olarak algılanır oldu. Çevre Bakanlığı’nın fiilen ortadan kaldırılmaya başlanması, en son Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) gibi Türkiye’nin en eski doğa koruma kurumunun bile kapatılmak istenmesi, Paris Anlaşması’nın onaylanmaması vb. çevreciliği zararlı bir akım olarak görmeye başlamakla bağlantılı olabilir. Eskiden en azından ehlileştirilmiş formuyla da olsa bir tür resmi çevrecilik önemsenirdi. DKMP kapatılırsa bu anlayış uç noktasına varmış olacak. Bu nedenle artık sorunun tahripkar yatırımlar kadar çevre alanındaki “denge ve denetleme mekanizmalarının” da tamamen ortadan kaldırılması ve uluslararası politikaların düzenleyici etkisinden de tamamen kurtulmak istenmesi hâline gelmeye başladığı söylenebilir. Bu yeni bir durum.
Peki ya siyasi muhalefetin tüm olanlara karşı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ülkede güçlü bir yeşil siyaset odağı, yeşil bir siyasi parti olmazsa, bir başka deyişle yeşil düşünce siyasi yelpazede temsil edilmez, yerel yönetimlerde ve parlamentoda kendine yer bulamazsa diğer siyasi partilerin çevre-ekoloji politikaları çok etkisiz ve çok geç kalır. Türkiye’deki durum bu. Güçlü bir Yeşiller Partisi’ne ihtiyaç var. Bunun için de iyi kötü işleyen bir demokratik sistem gerek. Ekoloji ve demokrasi mücadelesi aynı şey demiştik zaten.
İstanbul'da geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen sağanak yağışlar sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu altyapı değişikliklerini işaret ederek "Yeni iklim düzenine göre tedbirlerimizi alacağız" dedi. Buradan yola çıkarak sorayım: büyükşehir belediyelerinin nasıl çalışmalar yürütmesi gerekiyor?
Yerel yönetimlerin iklim politikalarındaki işlevi son derece önemli. Ben Ekrem İmamoğlu’nun bu konuda da diğer meselelerde olduğu gibi bir fark yaratacağına inanıyorum. Zaten İstanbul’un öncülük etmesi kritik öneme sahip. Hem nüfusu ve ekonomik büyüklüğü nedeniyle iklim değişikliğine en çok sebep olan illerden biri olduğu, hem de en çok etkilenecek yerler arasında yer aldığı için. Araştırmalara göre İstanbul ve İzmir dünyada iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek ilk 20 metropol arasında yer alıyor. Bu nedenle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni örnek olarak kullanarak sorunuzu cevaplamaya çalışayım:
Öncelikle iklim krizini önümüzdeki 10 yılda karşı karşıya olduğumuz ve yapılmak istenenlere de pek çok engel oluşturulacak en önemli tehdit olarak tanımlamak gerekiyor. Türkiye’nin henüz taraf olmadığı Paris Anlaşması’nı İstanbul’un kent olarak imzaladığına dair bir meclis kararı almak ve iklim acil durumu ilan etmek yerel yönetim olarak mücadele niyetinin ciddi olduğunu belirtmenin ve taahhütte bulunmanın en güçlü yolu olur. Bunun ardından her konuda izlenecek bütün politikaların iklim kriziyle mücadele ve uyum politikalarıyla tutarlı olmasına dair bir çalışma yapılmalı. Birbirinden kopuk uygulamalardan oluşan bir iklim eylem planı izlenmemeli. Zaten önceki yönetim tarafından yayınlanan mevcut iklim eylem planı, oluşturma biçimi nedeniyle bile bir şakadan ibaret. Yeni bir iklim eylem planı için veriye dayalı uzun araştırmaların yapılması gerekiyor, ama sözünü ettiğim uyumlaştırma çalışması için yeni eylem planını beklemek de şart değil.
İmar, ulaşım, su, yeşil alan, atık yönetimi, dere yataklarının iyileştirilmesi gibi temel hizmet ve yatırım alanlarının planlaması yapılırken bunların iklim krizine dair alınması gereken genel önlemlere aykırı olmamasını sağlamak öncelikli iklim eylemi olmalı. Mesela yeni bir otobüs alımı yapılacaksa bunların elektrikli olması için bir planlama yapılabilir. Ya da mevcut otobüs filosunda bir iyileştirme yapılacaksa öncelikle karbon ve diğer kirletici emisyonları dikkate alınabilir. Yeşil alanlarla ilgili olarak rekreasyondan önce mevcut ormanların korunmasıyla beraber yoğun konut alanlarında kentsel ısı adasını ve sıcak dalgalarının etkisini azaltacak bir yeşil alan çalışması başlatılabilir. Su sorununun çözümü için öncelikle tasarruflu kullanımı ve şebeke suyunun içilebilir olmasını sağlayacak önlemler alınmalı. Bunların hiçbirinin pilot çalışmalar veya örnek oluşturma amaçlı ya da göstermelik işler olmaması gerekiyor. Çünkü artık bunun için zamanımız kalmadı. Önümüzdeki 11 yıl içinde küresel sera gazı emisyonlarının yarı yarıya düşürülmesi bir zorunluluk. Yerel yönetimler de hiç vakit kaybetmeden, işleri uzun vadeye (yazı çizi işine boğarak) yaymadan ve öncelikli hizmet ve sorumluluk alanlarından kopuk “iklim politikaları” aramakla uğraşmadan bütün yatırımları ve uygulamaları iklim kriziyle mücadeleye hizmet edecek hâle getirmesi gerekiyor.
İstanbul’da yapılan en büyük hata bir yandan iklim eylem planı hazırlayıp C40 gibi uluslararası girişimlere katılırken, bir yandan kuzey ormanlarını tahrip eden mega projeler, kıyıların doldurulması, karayolu tünelleri gibi iklim değişikliğini ve kentin kırılganlığını artıracak işlere girişilmesiydi. Bu tutarsızlığı fark etmek ve önlemek yapılacak ilk iş olmalı. Bununla birlikte de uzun vadede veriye dayalı araştırmalar yapılarak ve halkın katılımına açık yöntemler kullanılarak hazırlanan yeni bir iklim eylem planı oluşturulmalı. Çevre politikalarıyla iklim politikalarının aynı şey olmadığı, ama tabii bunların da birbiriyle uyumlu olması gerektiği fark edilmeli. İklim değişikliğine sağlık uyumu için de yerel bir “sıcak-sağlık eylem planı” oluşturmak için araştırma ve uygulama projesi başlatılması iyi olabilir. Çünkü İstanbul için en yakın tehdit giderek artacak ve şiddetlenecek sıcak dalgaları.
Devlet ve tabiat dediğimizde bugünümüzü nasıl özetlersiniz?
İnsanın doğayla iyice bozulan ve çarpık hâle gelen ilişkisini onarmak için yeni bir anlayışa ihtiyacımız var. Bugünkü ilişki biçimimizi sürdürmememiz, doğayı egemenlik alınması gereken, alt edilmesi, yenilmesi gereken bir düşman olarak görmememiz gerekiyor. Belki doğaya çok fazla müdahale ettik ve bir parçası olmaktan uzaklaştık, ama en azından anlayış düzeyinde bir uzlaşmaya gitmemiz ve geri adım atmaya razı olmamız mümkün. Bu da bütün bir politik düşünüş ve yaşam biçimimizi değiştirmeyi gerektirecektir.
Devlet ise doğayı düşman veya en azından alt edilmesi gereken bir rakip olarak gören anlayışın cisimleşmiş hâli. Devlet, doğayı sömürerek ve tahrip ederek kârlarına kâr katan şirketlerin koruyucusu ve iş takipçisi. Doğayla ilişkimizi değiştirme çabası, politik mücadele yoluyla devleti dönüştürme çabasıyla bir arada olmazsa ancak kişisel bir deneyimden ibaret kalır. O nedenle bir kez daha yeşil politikadan, güçlü bir Yeşiller Partisi yaratmaktan başka bir yol olmadığını vurgulamak isterim. Yani yine demokrasi mücadelesine geliyoruz. Kriz derin ve bu işin kolay bir yolu yok.