"Mahir Güven için belki de şunu söylemeli: O roman yazmıyor ki, bazen bir söz, bir heyecan insanın içine doğar, aklına gelen başına da gelir, Mahir’inki de böyle bir şey; o romanın içine doğmuş, roman nasıl olacak da ondan kaçacak ki zaten?"
24 Aralık 2020 14:36
Günün birinde yaşadığımız elli yıl üzerine biri söz alır da “biz çok özel bir çağda yaşadık” derse, onu terslemeden önce ne dediğini anlamak üzere cümlesini tamamlamasına izin verir miyiz? Bilmiyorum. Neden bahsediyordur? 1970’ten günümüze alalım, bu elli yılın kuşkusuz öncesi de vardır. Sonrası da olacaktır. Hem özel bir zaman dilimi olarak belirlendi diye güzel de olmak zorunda mıdır? Baharını bayramlar takip etsin, falan fıstık, yok canım, daha neler! Esasında biz 1968 baharından bu yana sürekli bir yenilginin içerisinde yaşıyoruz. Tek tesellimiz belki de yenilgilerin fikir ortamımızı kurutamamasıdır. 12 Mart beraberinde solun yükselişini getirdiyse eğer, 12 Eylül onu da aştı denebilir. Anlatmanın önemini getirdi, bir siyaset yapma biçimi olarak da kapımıza dayadı. Kadın hareketinden, Kürt hareketinden bahsediyorum. En çok da neredeyse hiç Ermeni kalmadığı halde Ermenilerle bunca yoğun konuşabilmemizden bahsediyorum. Bir ülke konuşabiliyorsa, hele ölüleri bile söze karışıyorsa, orada ne kadar darbe yaparsanız yapın, yendikleriniz de dönüp gelip sizi yenecektir. Kürt hareketinin liderinden neredeyse bir itirafçı çıkartailirsiniz ama yapıp ettikleriniz bir Ahmet Altan’ı gazeteciliğiyle, savunmaları ve etik anlayışıyla –romanlarıyla da– ödünsüz ayağa kaldırır ancak.
Türkiye zor bir ülke, herkes için gerçekten çok zor. Kimseye istediğini vermiyor.
Paşa Güven Erzincan ilinin Refahiye ilçesinin adı bilmem ne köyünden kalkıp İstanbul’a geldiğinde nasıl bir dünyada yaşadığını biliyor muydu? Bilemeyiz. En çok merak ettiğimiz belleği dünde kalan ölülerimizin bugüne dair ne düşüneceği değil midir? Bundan dolayı değil mi pek çoğumuzun Yourcenar romanlarını defalarca okumamız? Ölüler yeniden yaşarlar onda.
Gülay Göktürk’ün Mahir Çayan için “Ölmeseydi holding yöneticisi olurdu” demesi sosyalistleri, devrimci işçileri öfkelendirirken, saf değiştirmiş insanları sevindiriyordu. Madem biz devrana uyduk, ölülerimiz de uyabilirdi; alın size en iyi bahanemiz. İstisnasız herkes ölülerle konuşur. Ama ölülerin Aragon gibi son nefesinde papaz çağırıp nedamet getirmek, İsmet Paşa gibi Ermeni alfabesinin kaç harften mürekkep olduğunu sormak, sonrasında da terk-i diyar etmek gibi tuhaf âdetleri yoksa onlarla konuşmak çoğu zaman sonuç vermez. Opsiyonlar, şu şöyle olsa da bu da böyle olurdu demeler nafile kalır.
O halde ne yapalım, yaşayanlarla mı konuşalım; ama önümüzde Yourcenar örneği de var, ölülerin etiğiyle oynamazsanız eğer onlarla konuşmak bereketli sonuçlar da verebilir. Her halükârda konuşmak belki en iyisi, belki değil. Ama denemeye değer.
Paşa Güven’in bir oğlu var. Bu adamda belki de babasında olmayan bir anlama, görme yeteneği var. Sokakları okumaya, anlamaya, anlatmaya mecbur gibi bir izlenim veriyor. Sanki işi bu, bundan zevk alıyor. Elbette işi budur da ama bize tuhaf geliyordur, roman yazmak bizim yalnız ama güzelliği tartışılır ülkemizde kaç yazar tarafından iş olarak görülür, karın doyurur ki? Arsız mı arsız bir yazar Güven. Adamın bir kitabı var. Ağabey adıyla Türkçeye de çevrilmiş. Ağzı öyle bozuk, öyle bozuk ki, satırlar hakikatiniz oluyor, seviştiğiniz ama sevmesini bilmediğiniz kadınlar oluyor. Taşıyor. Baştan söylemekte yarar var, bu tür coşkulu yazıların huyudur çünkü; çok şeyi unutur, daha çok şeyi de elerler. Sözleri bitmez ama fazla da gevezelik etmemek için kısa kesmek isterler. Başkaları da konuşsun, araziyi fazla işgal etmeyelim maksat. Sadede gelirsek, bu adam iyi bir başlangıç yapmış. Türkiye’de, Türkçede devamı da gelir mi? Evet, gürül gürül gelir. Gelmeli.
Güven’in romanının 2019 yılında Aufbau Verlag tarafından Andre Hansen’in çevirisiyle Zwei Bruder adıyla Almanca baskısı yapıldı. Almanya’da ne oldu bitti pek bilmiyorum ama Avusturya, Viyana gazetelerinde bir yazarın bekleyeceği, mutlu olacağı türden, bazısı belki kısa ama gayet hoş yazılar yazıldı. O vakit ben de kitabı merak ettim. Aldım, epey bir bölümünü okudum. Trenlerde işe giderken okuyordum. Sabah saat altı civarı. Bazı yaşlı Avrupalılar bana hoşnutlukla bakıyor, telefonlarıyla oynayan, bağıra çağıra konuşan Arap, Afgan yolculara ise boka basmışlar gibi nahoş bakışlar atıyorlardı. İçimden gülüyordum haliyle; “baylar bayanlar, anlatılan tam da tiksindiğiniz bu insanların öyküsüdür”. Kitabı evde oturup okumaya zamanım yok, hepsi bu.
Türkçe çevirisi (çeviren, Ebru Erbaş) yayınlanınca Almanca baskıyı bir kenara bıraktım. Tam anlamıyla içine giremiyordum o sokak argosunun. Türkçe çeviri imdadıma yetişti de diyebilirim. Almanca baskısında da Ferdinand Louis Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’unda, Georges Perec’in Bahçedeki Gidonları Pırpırlı Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi’nde, Raymond Queneau’nun Zazie Metroda’sında, Pascal Lainé’nin Dantelacı Kız’ında, hatta Romain Gary’nin Onca Yoksulluk Varken’inde Güven’in öyküsüne doğru yol alan o treni görüyor, ama doğru mu anlıyorum, emin olamıyordum. Bu öykülerin benzerliği de, farklılığı da şöyle tarif edilebilir; her zaman her yerde kurulabilir öyküler gibi görünürler. Yazarlar, biri diğerinden bihaber, kendi öyküsünü yazarken diğerine de bir yazma alanı açar. O onu yaptıysa ben de bunu yaparım dersiniz. Perec’in bahsedilen öyküsü de, Queaneau’nunki de günün birinde gettodan bir edebiyatın çıkacağının habercisidir zaten.
Burada Rus edebiyatındaki gibi insanın bilinmeyenlerini kazıyan bir edebiyat yoktur da, onun var olma biçimiyle hesaplaşan, o komediyi insanileştiren, anlaşılır kılan bir edebiyat vardır. İnsanı her Allah’ın günü görüp geçtiği sokaklardan bir kez daha geçiriyor bu kimseler. O çöp dağlarının, sinek ağartısının altındaki insana bakmanızı sağlıyor. Diyeceğim, Güven’den sonra da güzel romanlar yazılacaktır. O bir zincirin halkası. Bu Fransız edebiyatı mıdır, Fransızca edebiyat mıdır; Güven bundan sonra ne yazarsa yazsın, Fransızca okuru onun köklerine değil de yazısına bakacaktır.
Şimdi biraz romandan kopalım. Çapaklı bir yazı olsun bu. Düz olmasın.
Baba ve oğul Güven iki farklı dünyanın insanı. Baba Güven yetmişlerin anaforu içinde ortaya çıkıyor. O on yılı düşünürsek şunu görürüz, ne çok insan kırlardan geliyordur. (Daha da dünü bugünü yakalamanın sefasını sürmesin mi Turgut Uyar’ın şiiri? “Elbette kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber.”) Şehirlere, devrim yapmaya. Aleviler, Karadenizliler, Trakyalılar. Her yerliler, belki de hiçbir yerli olmayanlar. Onlar da var. Kendisini Siverekli sanan biriyle tanışırsınız, oysa kilim serip üzerinde oturacak kadar olsun toprağı yoktur. Kim devrim yapacaktır bu Siverekli’den başka? Kim doymak, doyduğu yere memleket demek ihtiyacı duyacaktır? Kim İslamcı, kim Ülkücü olacaktır hatta? Bir yanda toplumsal kurtuluş ihtimali varsa, diğer tarafta da ümmet var. Onun yanı başında ise Vatan-Millet-Sakarya. 1970 ile ‘80 arası insanların seçeneği bol bir on yılı var ellerinde.
Bütün yenilgilerden sonra bozgun anlatıcıları türer. Bugün de 1970 ile ‘80 arası on yıl anılınca aynı bozguncular aynı silahın sabah solcuların elinde cinayet işlediğini, akşam sağcılara geçtiğini, bu defa da onlar aracılığıyla cinayet işlediğini söylüyorlar. O yıllarda ülkemizde çok az silah vardı demek ki, dost düşman paylaşmak zorundaydı. Zaten ölmek-öldürmek dışında da yaşamanın bir tadı yoktu.
Neyse ki Faruk Eren Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi adlı kitabı yazdı da, dönemin ruhuna dair az sayıda esaslı kitaptan birini daha okumuş olduk. Teşekkür ederiz.
Oğul Güven kaynakları kıt bu dünyanın (Türkçenin) insanı değil. Ama yazarlığı öyle mi? Yok, vallahi değil. Ne kaostan uzak durabiliyor ne bu dünyanın değişmesi gerektiği fikrinden. Bunda yazdığı dilin, ülkenin hemen her konuda iyi kötü kitaplarla dolu olmasının payı çok büyük olsa gerek.
Güven Paris’te dünyaya geliyor. Babasının geri çekilme yılları. Babası örgütüyle anlaşamıyor. Fikirleri değişiyor, ayrılıyor. Saldırılar da bundan böyle başlıyor. Paşa ‘yoldaşları’ tarafından tartaklanıyor, Paşa’nın ‘yoldaşları’ evine suikasta geliyorlar. Paşa hatırını çiğnemediği bu Tanrı misafiri kimselere yemek hazırlıyor, çay kahve pişiriyor. Üzerine bir de kurşunlanıyor. Anadolu irfanı denen lapa fazlasıyla olumsuzluk içerir ama biz birbirimize yalan söylemeye bayılıyoruz.
Mahir de orada, olay yerinde. Delirir insan. Yok ama bir yazar olarak gayet aklı başında biri. Delirmiş bir dünyayı noktası virgülüne kadar anlatacak denli hem de. Baba 1989 yılında yapılan bu saldırıda ölmüyor. Ama 1991 yılında Paris’in ortalık yerinde sırtından vuruluyor. Devrimci abilerimiz bahsi geçince anlatırlardı bize. Paşa için ölmek mesele değil de, Mahir’in yanında kurşunlanmak çok ağrına gitmişti. Çocuğuna yapılan bu hakareti kabullenemiyordu asıl, diyorlardı. Son cümle ne güzel! Evet beyler, en çok da hayvanlara ve çocuklara hakaret edemezsiniz. Kabul etmeyiz. Hayır deriz.
Güven’in yazarlığı bir tür hayır demenin yazarlığı gibidir de denebilir zaten. Yalana hayır, kötü hikâyeye hayır, uyduruk gerekçelerle hayatları bitirmeye hayır! İnadına ve kötülüğüne evet derseniz, doğrusunu dilimiz döndüğünce anlatırız demenin de yazarlığıdır bir anlamda. Aslında bu söylediklerim riskli şeyler, bir yazarı bir yere indirger ama şunu da kabul etmeliyiz zaten; yaratıcı yazı, kurmaca, kendi üzerine yazılmış pek çok yazıyı öldürür. Böyle de canidir, o inadına yaşar ama. Yaşasın.
Güven, Ağabey romanını Paris’ten alıyor. Her anlamda Paris’ten, Fransızcanın iyi edebiyatına da, kötü edebiyatına da hâkim; bununla yetiniyor mu, asla; huzursuz bir adam, rahat kıçına batıyor, yerinde duramıyor. Bir şeyler daha var biliyor, arıyor. Farkında, roman masa başında yazılır, ama malzemesi sokaktadır. Batar, acıtır hayat. İşini iyi yaparsan günün sonunda güldürür de ama. Hem sanatçı hem de zanaatkâr bir romancı Mahir Güven. Birinden fazla, diğerinden az olunca romanın dengesi kayıyor, malum.
Rap müziğine bakıyor. Dönüp argoya bakıyor. Araplara bakıyor. Suriye’ye; neden bir Türkiye romanı yazmıyor da Suriye? Türkiye’ye kırgın mı? Bu ülke babasının ağır işkenceler görmesine, hapisler yatmasına, sürgüne gitmesine vesile oldu. Sürgünken ipe sapa gelmez yalanlarla öldürülmesine de neden oldu. Bunları mı hesaplamıştır? Sanmıyorum. Türkiye Sultan Süleyman’a mı kalmış da Dursun Karataş’a kalacaktı? Yahut Kenan Evren’e mi kalmıştı da bugünküne de kalacaktı? Suriye’de savaş var. Suriye mayınlı arazi. Çok affedersiniz de, (siz affetmeseniz de olur Sayın Başkan, Selahattin Demirtaş esiriniz değil ki, var olmanın bir başka yolunu arıyor o sizi tüketirken) roman kanın aktığı yere gitmeyecek de ne halt edecek? Yazarı göçmen. Kanın içinden geldi onun da annesi babası. O zaman orayı, savaşın yaşandığı gettoyu, uzak ve yakın ülkeyi anlatılır kılmaktır öncelik.
Cehennem denen illetin/Ta göğsünü deldik geçtik.
Kitabı okuyanlar, Ağabey’e, Kardeş’e bakanlar, hatta en çok Ağabey bölümünde bahsi edilen babaya dair pasajları okuyanlar Türkiye’den baktıklarında sahiden de Ahmet Kaya’yı dinler gibi oluyorlar. Oysa romanda Türkiye çok az. Ağabey’in bir Türk arkadaşı var, adı Mehmet. Mehmet bir Alevi kadınla evleniyor, olur mu ama yani, çevresinde bu elbette kabul görmüyor. Ağabey’in de, Kardeş’in de çevresi silme Selefi. Ağabey’e sorarsan ağa takılmışlar, Kardeş’e sorarsan, dünya, dünyamız mistik bir yer. Allah’a yüz çevirmemeliyiz.
Baba taksi şoförü. Ağabey Über firması için şoförlük yapıyor. Kuşak çatışması sırf bu farklılıktan dahi alıp yürüyor. Serseri oğul, adam olsa babası gibi taksi şoförü olurdu. Über de neymiş? Baba tabii bunları diyecek biri değil ama biz oğlunun, Ağabey’in yanında çok kaldık, romanlarını okuduk, delibozuk dilini bir iyi benimsedik, biraz konuşur olmuşsak kusurumuza bakılmasın.
Çocuklar büyüyor. Anne hasta. Babaanne Suriye’den, Halep’ten geliyor. Çocuklara göz kulak olacak güya ama üstüne vazifeymiş gibi onlara İslami örf ve ananeleri öğretiyor. Küçük oğlan eski ülkenin, Suriye’nin diline de, dinine de pek meraklı Ağabey’ine göre. Namaz kılmaya kalkıyor. Baba eski komünistlerden. Onun da bir Ağabey’i var. Gözaltına alınmış, Suriye zindanlarında kayıplara karışmış. Babanın hayatta kalması tamamen talihinin yaver gitmesinden ileri geliyor. Buna da talih mi denir, diyenler olabilir. Haklı mıdır bunu diyen? Evet, kısmen. Adamın Breton karısı erken yaşında ölmüştür, iki çocuğuyla kalmıştır ortada. Çocuklar büyürler ama yabancıdırlar. Breton, Katolik kökleri onlara çok çekici gelmez. Annenin erken ölümünden sonra anneanneye olan yakınlıkları da körelir.
Gettoya yönelirler. Burası öyle bir yerdir ki, ülke kendi içinde ülkeler doğurur. Hıristiyan pek çok kimse burada Müslüman oluyordur. Bu suçlu âlemin avukatlığını üstleniyordur. Ağabey’e camiye gitmek yeter. Kardeşin önünü almaya çalışır ama o camiye gitmekle yetinmez. Madem savaş başladı, bizim savaşımız hem, o halde olay yerine intikal etmek gerekir. Kardeş alır başını Suriye’ye gider.
Burada hemşirelik yapacak, mesleğinde ilerleme de kaydedecektir. Kardeş Suriye’ye dair çok yerinde gözlemlerde bulunur, inandırıcılığını korur.
Bir yere kadar roman Ağabey ve Kardeş başlıklı bölümler üzerinden gider. Ağabey metnin içinde Kardeş’e Bro diyordur. Yer yer ona hitaben günlük, yahut mektup yazdığını hissettiriyordur. Kardeş Ağabey’e daha samimi yaklaşıyor, “abisi” diyordur. Bunlar yazılmamış, gönderilmemiş mektuplar, günlüklerdir ama aynı zamanda bir romanın parçalarıdır da, koparıp alamazsınız. Sadece türler arası geçişkenliğin ilk bakışta düz, düpedüz bir romanda nasıl da incelikle işlendiğini görürsünüz.
Kitabı fazla özetlemek istemiyorum ama şunu söylemekte yarar görüyorum, Güven iyi bir kurmaca yazarı. Finale doğru Kardeş Paris’e geri dönüyor; Ağabey sevinçli, planlar kuruyor, Portekiz’e kaçacaklar, çünkü Kardeş Paris’te çalıştığı hastaneyi soymuş, değerli malzemeleri İslamcılar için çalmıştır. Ağabey polisin eline fena düşmüş, kısmen muhbir olmuştur. Çalıştığı polisi Gwen koduyla anar yazarımız.
Her şey olup biterken büyük bir patlama olur Paris’te. Kardeş yaptı, öldü sanırız. Ama ölmemiştir. O yaptı, teröristleri öldürüp onlardan böylece kurtuldu sanırız. Yine yanılırız. Yazar eli yükseltmiştir, polisiye tatlar vardır romanında ama bu kadar. Sonradan epilogda durumu açıklar. Bu açıklama yazar olarak onun metne hâkimiyetini gösterdiği gibi, yazı anlayışının, arazisinin genişliğini de anlamamıza yardımcı olur.
Romanın gizlerini kendisi çözer. Kurmaca bu, kurmaca, diyordur. Ama hayat da bu değil mi zaten, diyordur.
Evet, baba Güven’den oğul Güven’e hep bir öykünün etrafında dönüp duruyoruz. Baba Güven’in yaşamı, ölümü, oğul Güven’in romanındaki çerçeveye çok benziyor çünkü. Devrimci bir adam var. Bir süre el üstünde tutuluyor. Sonra gözden çıkarılıyor. Yalanlarla öyküsü kirletiliyor. Ve öldürülüyor. Oğul Güven romanında bu tür bir öyküyü de anlatıyor aslında. Yapıtını önce, ayrıntılara dikkat etmezseniz tek bir şeritte ilerletiyor. Sonra baba-oğul, abi-kardeş çelişkilerini, göçmen dayanışmasını, Suriye’yi savaşı işin içine koyarak kaosu artırıyor. Romanın finaliyle de hiçbir şey anlatıldığı gibi değil, nasıl gördüysem öyle anlattım ama kendimden ben de kuşkulanıyorum diyor. Demeye getiriyor.
Kesin inançlılar, sabit fikirliler okumasınlar. Onlar için bir roman değil bu, daha çok anlamak isteyenler için.
Ben bu yazıyı yazmayı uzun süre erteledim. Üzerine ne yazacaklar diye Murat Uyurkulak’ın ve daha bir iki yazarın yazısını beklediğim için. Özellikle Uyurkulak, Mahir Güven’in Türkçedeki kuzenidir bana kalırsa. Yaşça büyük olduğundan, belki de ağabeyi. Uyurkulak’ın belki zamanı olmadı, belki henüz okuyamadı, bilemiyorum. Eh, ağabey susunca mecbur ben konuştum.
Mahir Güven için belki de şunu söylemeli: O roman yazmıyor ki, bazen bir söz, bir heyecan insanın içine doğar, aklına gelen başına da gelir, Mahir’inki de böyle bir şey; o romanın içine doğmuş, roman nasıl olacak da ondan kaçacak ki zaten? Platonov’dan alırsak eğer, bu ikili birbiri için yaşıyor. İnsan onun kendi hikâyesini de bilince var olmasına, yazmasına seviniyor. Çok seviniyor. Hele aldığı ödüllere, başarısına… İnsanın iyiliğinin, iyimserliğinin yok edilemeyeceğine dair iyimser olmayan bir umut tomurcuklanıyor içinizde.
Ağabey’e de, Kardeş’e de selam olsun. Bu roman biraz olsun okunsun.