K24'ün gelenekselleşen soruşturması: 2020 yılında okuduklarınız arasında, sizi en çok etkileyen kitap hangisi oldu? Kitap 2020’den önce basılmış olabilir, yepyeni olabilir, kurgu ya da kurgu dışı olabilir, Türkçe ya da başka bir dilde olabilir… Bizi ilgilendiren, hangi kitabın sizi nasıl ve ne ölçüde değiştirdiği, etkilediği… Bu soruları çevremizdeki okuyanlara, yazanlara sorduk. Sonuçta, 2020’nin kitaplı bir panoraması çıktı ortaya…
Şiir ve Mitologya / Aydın Afacan
Üç İstanbul / Mithat Cemal Kuntay
Aydın Afacan’ın ilk kez 2003 yılında yayımlanan kitabı Şiir ve Mitologya’yı yaklaşık on sene önce okumama rağmen geçen mart ayında yayımlanan genişletilmiş yeni baskısını heyecanla bekledim. Aydın Afacan’ın kılı kırk yaran bir titizlikle çalışması ve bu çalışmanın sonucunda hem genişlettiği hem de yeni eklediği bölümlerdi heyecanımın nedeni…
Aydın Afacan’ın pek çok farklı türde kaynağı araştırıp önemli gördüğü bilgileri birçok yönden ele alıp damıtmasıyla ortaya koyduğu bu eser, edebiyatımızın zenginliğinin görünür olması, farklı okuma biçimlerine pencere açması bakımından önemli bir kaynak kitap kesinlikle.
Tarihin her döneminde mitlerden esinlenerek, onları bazen doğrudan bazen de sezdirme yöntemiyle değiştirerek nice eser meydana getirmiş bir kültüre sahip olmamıza karşın bu tür kaynak eserlere yeterli sayıda sahip değiliz ne yazık ki… Aydın Afacan bunu bildiğinden olsa gerek Antik Yunan ve Latin uygarlıklarından bu yana mitlerin toplumların kültürel yapısını nasıl etkilediğini örneklerle zenginleştirerek veriyor. Sonra Yahya Kemal’den Nâzım Hikmet’e, Turgut Uyar’dan Hilmi Yavuz’a, Hüseyin Ferhad’dan Asuman Susam’a kadar pek çok şairin geniş bir zaman yelpazesine yayılan kimi şiirlerinde görülen mitolojik özellikleri, ilgili oldukları mitlerle beraber anarak oldukça yoğunluklu bir çalışmayı gözler önüne seriyor. Üstüne üstlük bunu yaparken kabul görmüş dar kanaatlerin dışına taşırıyor eserini. Tezlerini sıralarken bir yandan okuyucuya ikazlarda bulunuyor, bir yandan da tartışmacı bir üslup geliştirip bunu da kimi yerlerde aleni kimi yerlerde kapalı bir çatışma alanı yaratarak metninin okunmasını zenginleştiriyor. Böyle yapmasaydı, belki de okuyucu için sıradan bir akademik çalışma olarak kalacaktı bu önemli eser.
Aydın Afacan’ın, şiire, edebiyata, kültür dünyamıza güzel bir vefa borcudur Şiir ve Mitologya’sı…
Benim için salgın nedeniyle eve kapanmanın iyi taraflarından biri, daha önce okumaya fırsat bulamadığım ama hep aklımın bir köşesinde duran ve yer yer beni dürten kitaplardan bazılarını okuma fırsatı bulmam oldu. Bu kitaplardan biri de Üç İstanbul'du. ve kapanmanın ilk günlerinde okumaya başladıktan sonra, bunca zaman neden okumadığıma hayıflanıp durdum. Aslında itiraf etmem gerekirse, ta lise sıralarından bu yana “Bayrakları bayrak yapan kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” gibi dizeleriyle beynime çakılı kaldığından ve bu dizelerle her karşılaştığımda tüylerim diken diken olduğu için Mithat Cemal Kuntay’dan biraz da bile isteye uzak durmuştum. Elbette romanda da bu dizelere benzeyen abartılı bazı hamasi ifadeler yok değil ama bunlar yine de romanın güçlü yönlerine tesir etmeyecek kadar cılız kalıyor neyse ki…
Yaklaşık otuz yıllık bir zaman dilimini ya da İttihat ve Terakki’nin doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü anlatan büyük bir dönem romanı Üç İstanbul. Romanı bitirdikten sonra keşke tek bir romanla kalmasaydı, hatta şiire, biyografilere harcadığı zamanının hiç olmazsa bir kısmını başka romanlar yazmak için kullansaydı, diye düşünmekten kendimi alamadım.
Mithat Cemal Kuntay tek romanıyla edebiyatımızdaki en büyük yazarlardan biridir bana göre. Özellikle karakter tahlilleri yapmakta oldukça mahir… Yazarın, dönemin ruhuna uygun olarak sürekli kişilik değiştirmek zorunda kalanların; güçlüye, iktidara yaranmaya çalışanların, çıkarı için her türlü pespayeliği içlerine sindirenlerin acıklı hallerini çok başarılı bir şekilde gözler önüne sererken bir yandan da çalkantılar içerisindeki bir ülkede olup bitenleri sadece bildik belirli kodlarla vermek yerine ulusal kimliğin inşasındaki çarpıklıklar, dinî inançların dünyevi çıkmazları, mesleki yozlaşmaların sebepleri olabilecek liyakatsızlıklar, cinsel dürtülerin bireylerin kişiliğini belirlemedeki rolü, iktidar kavgasının gerisinde cereyan eden kişisel çatışmalar ve sınıfsal bazı çelişkilerin giriftliği üzerinden de ele alması romanı önemli bir yüksekliğe çıkarıyor. Bunu öyle başarılı bir şekilde yapıyor ki romanın başkahramanı Adnan gibi, İstanbul’un o dönemini de hem çok seviyor hem de nefret edebiliyoruz örneğin.
Üç İstanbul, her ne kadar bir dönem romanı olarak adlandırılsa da zamanın çeperlerini genişletip iyice esnettiğinden evrensel bir roman olmayı sonuna kadar hak ediyor.
Hayatını Değiştirmelisin / Rachel Corbett
Ben birçok edebiyatsever gibi biyografi kitaplarından çok hoşlanırım. Rachel Corbett Hayatını Değiştirmelisin isimli kitabında bir değil birbirine değen iki hayatı anlatıyor. Rodin ile Rilke’nin hem ayrı ayrı hayat hikâyelerini hem de birlikte geçirdikleri günlerinin hikâyesini kitapta buluyorsunuz. Kitap sadece anlattıkları ile değil anlatımı ile de okuru etkiliyor. Çok berrak ve temiz bir anlatımı var.
Mahallede Kaybolma Diye / Patrick Modiano
Münzevi yazar ve yazarın hem yazısı hem öyküsü içindeki yürüyüşü, bu iki yürüyüş krokisinin üst üste yığılışı, yayılışı ya da örtüşmesi hem yazının hem anlatının teknik şartıdır. Okur da karmaşıklık seviyesine denk bir dikkatle takip edecek bu krokileri ve bu seviyeyle doğru orantılı ölçüde haz alacaktır bu aynı yürüyüşten, hareketten.
2020’de çok güzel, çok iyi kitaplar okudum. Hangisi derseniz, Patrick Modiano’nun Mahallede Kaybolma Diye adlı romanını seçiyorum. Tam da birinci paragraftaki ‘bir teknik olarak yürüyüş’ tanımımda kastettiğim yazar hareketliliğini sergileyişindeki ustalığı ve anlatısını üst üste krokilerle zenginleştirdiği için.
İnzivadaki yazar kahraman Jean Daragane’ın yürüyüşü, daha çok da dolaşmaları boyunca Modiano üst üste serdiği, her biri kendi katmanına özgü krokileri bir birleştiriyor, bir ayırıyor. O serseri mayın izlenimi veren yürüyüşle ritim tutarak. Anlatısının her katmanı bu krokilerde bir yürüyüşe davet ediyor okuru. Bireysel yaşam serüvenlerinden ülkesinin tarihindeki trajedilere, bellekten günlüğe kadar geniş bir alanda olacaktır bu yürüyüş.
“Mahallede Kaybolma Diye…” diyor Modiano. Peki, nerenin mahallesi burası? Bugünün mü, tarihin mi? Ayağının dolanmaması mümkün mü Daragane’ın ya da okurun?
"Sesli Kitaplar"
Geçtiğimiz yıl okuyup da çok etkilendiğim bir kitap olmadı. Sevdiklerim, o kadar da sevmediklerim oldu ama “işte bu” diyebileceğim, diğerlerinden büsbütün farklı bir yerde duran bir kitap yok. Buna mukabil, hayatımı değiştiren bir okuma deneyimi var: Sesli kitaplar.
Hayatımda ilk kez evde bu kadar uzun, bu kadar kesintisiz zamanlar geçirdim. Özellikle karantinanın ilk günlerinde, pek çoğumuz gibi ben de odaklanmakta zorlandım. İşlere, insanlara, konuşmalara gömülüyken bir yandan da hep okuduğum kitaplar olurdu, aynı zamanda birkaç kitap. Ama geçtiğimiz Mart ayından itibaren, başka hiçbir işim, odanın kapısından başını uzatıp “bir dakikanız var mı” diyen öğrenciler yokken, okuyamaz hale geldim. Ne zaman elime bir kitap alıp otursam, aklıma düzeltilecek bir çekmece, silinecek bir cam, bir an önce pişirilmesi gereken sebzeler düştü, kalktım, yeniden oturdum, yeniden kalktım…
Sonra, bir arkadaşımın tavsiyesiyle bir sesli kitap uygulaması indirdim. Pek bir beklentim yoktu, kitapla aramda birinin sesinin olması fikri bana çok yabancıydı. Ama dedim, hiç olmazsa şu çekmeceyi düzenlerken bir yandan da dinlerim, deneyeyim bir. Denedim. Polisiyelerle başladım, Jo Nesbo’yla. Tuğla gibi kitaplardır onun polisiyeleri, tam içine gömülmelik, dünyayı unutmalık kitaplar. Ev işleriyle uğraşırken, dikiş dikerken, örgü örerken, bir yandan da Nesbo dinledim. Onlar bitti, Camilla Lackberg’lere başladım – onu hiç okumamıştım daha önce, Miss Marple’ın çağdaş versiyonu gibi. Amatör bir kadın detektif, aşklar, lohusa depresyonu, kızkardeşlik düğümleri…
Ardından başka kitaplara geçtim, okumak istediğim ama bir türlü sıra gelmeyen kitaplara. Fark ettim ki, eller meşgulken zihin daha kolay odaklanıyor. Kurgu dışı kitaplar da pekâlâ dinlenebiliyor, hele iyi bir seslendirene denk gelmişseniz.
Benim için 2020’den kalan, bu: Kitaplar okunabildikleri gibi, dinlenebilirler de. Deliliğin Dağlarında’yı bir de ütü yaparken dinlemeyi deneyin, o acayip coğrafyayı çok daha iyi anlıyorsunuz, tecrübeyle sabit!
Ubik / Philip K. Dick
Son 12 ayın ne kadar çılgın geçtiğini bir de benden duymanıza gerek yok. İşler yolunda gitseydi, gönüllü izolasyonumuzdan yaratıcı zihinlerin uğraşa didine yarattığı dünyalara kaçarak geçirecektik bu zamanı – kitabın senesi olacaktı. Ne var ki 2020, kendi fantezilerini toplumun ortasında, hiçbir roman yazarının düşlemeye cüret etmeyeceği bir kurnazlık ve kararlılıkla yaşayan bazı kimselerin de yılı oldu (ilk akla gelen, görevi bırakması beklenen ABD başkanı). Genelde “kötüye karşı iyi” efsanelerine harcayacak vaktim yoktur ancak bir gazeteci olarak editörlere (içinde iyiler, kötüler ve çok az sayıda gri tonu barındıran) siyah beyaz hikâyeleri satmanın ne denli kolay olduğunu da iyi bilirim. Seçime aylar kala vaktimi New York Times ve Washington Post sayfalarını karıştırmak yerine okuyarak geçirmem gerektiğinin farkındaydım. Yine de Trump’ın bir şekilde anketleri alt edebileceği kaygısıyla tırnaklarımı kemirdim durdum – sonrasındaysa, yenilgi tescillenirken hayranlıkla nefesimi tuttum. Eğer bu hasarlı bir benliğin trajedisiyse, katharsis neredeydi? Trump (Rasputin) sonunda ölecek miydi?
İşte bu ruh haliyle Ubik’i, pandemi evreninde ilk sortilerim sırasında oluşturduğum kitap yığını arasından çekip çıkardım. Hastaneye bazı tetkikler için gitmem gerektiğinde (Covid’le alakası yok, tansiyon) bekleme odasında vakit geçirmek için başlamıştım kitaba, bir anda kaptırıverdim kendimi. Ubik, 1969 yılında kült bilimkurgu yazarı Philip K. Dick tarafından kaleme alınan ve önceden benim asla okumaya vakit bulamadığım bir eser. Eğer bu eser eskimiş görünüyorsa tek sebebi Dick’in pek çok taklitçiye ilham vermesidir. Kariyerini üzerine inşa ettiği –gerçekliğin insan yapımı bir olgu olduğuna ve birkaç kimyasal ya da kafaya alınan bir darbe tarafından kolayca değiştirilebileceğine dair– prensip pek çok öykücünün mesleki gereci haline gelmiştir. Ubik’te, hasta görünümlü kahramanımız (bozuk parayla çalışan, eskinin Alexa’sını andıran ve konuşan ön kapısıyla kafayı bozmuş) Joe Chip’in anlattığı hikâyeyi mi yoksa onun ölü bedeninden ayrılan beyin dalgalarının uydurmalarını mı okuduğumuza emin olamıyoruz. Eserde ince zekâ var, yaratıcılık var, ve oyuncu bir üslupla bezeli bir dil. Karakterler bir çizgi roman neşesiyle objektife girip çıkmakta. Bütün bunların bizi dipsiz, distopik bir çukura çektiğiniyse ancak zamanla fark edebiliyoruz. Olan biteni normale döndürebilecek tek şey, mucizevi ürün Ubik’ten bir damla püskürtmek.
Ah, Donald J. Trump’ın Covid-19’la mücadelesini izlerken keşke bizde de bir kutu Ubik olaydı! Ubik’in Karamazov Kardeşler’in derinliğine sahip olmadığınıysa baştan itiraf edeyim. Eğer 2020’de beni en çok etkileyen sanat eserini söylemem istenseydi tereddütsüz yönetmen Steve McQueen’in ırk ve sınıf temalı beş hikâyeden oluşan mini dizisi Small Axe’ı gösterirdim. Ancak Ubik vaat ettiğini veriyor ve dışarı çıkmak yeniden güvenli hale gelene kadar hasarlı gerçekliğin bekleme odasında heyecan içinde tutuyor bizleri.
Aritmi Koridoru / Anita Sezgener
Zaman ve mekân algımızın sınırlarının bozulduğu, silikleştiği zor bir yıldı. Okumak, düşünmek, yazmak edimlerinin güçlenmek ya da zayıflamaktan çok, başka anlamlar kazandığı, kişilere farklı deneyimler yaşattığı bir yıl. Matbaalar durmadı, yayınevleri susmadı ve çok sayıda kitap, büyük kapanmada da okurla buluştu. Çok sayıda okur, okuma biçimi ile herkes okuduğu yerden anlam arayışına devam etti. Yıl içinde okuduğum pek çok iyi kitap içinde merakımı ve heyecanımı körükleyen, bir şairin, Anita Sezgener’in şiirinden hiç de uzağa düşmeyen bir form, dil, içerik ile kurguladığı denemeleri oldu: Aritmi Koridoru.
AK, melezleşmeye en açık duran tür olduğunu düşündüğüm denemenin sınırlarını zorlama, oradan taşma arzusu taşıyan bir yapıt. Bir açıklığın içinden okuruyla konuşan bu tür metinlere “ara bölge” metinleri diyorum. Kadın yazısı, bellek yazısı ve mekân yazısı kavramlarına ve bunların birbiriyle nasıl iç içe geçtiklerine ilişkin okurunu düşünmeye çağıran parçalı metinlerden oluşuyor kitap. Metinler kimileyin bitmelerine rağmen birbirinin alanına sızıyor, kendi sınırlarını ötekine doğru taşırıyor. Böylelikle hem fragmental bir yapı hem de bütüncül kopmaz bir akış kitabın seyrini oluşturuyor. G. Stein, A. Carson, S Howe, S Burak, Anna Karina gibi seçtiği avangard yazarların, sanatçıların yapıtlarıyla kurduğu ilişkide yazar açıklamıyor, analiz yapmıyor, dille gösteriyor anlatmak istediğini. Sezgener, metinlerle yakınlaşma yolu olarak sanatçıların üsluplarını parodileştirmeyi seçmiş. Yazıyı şaşırtıcı bir deney alanına dönüştürmüş böylelikle. Yazı, nesne ve öznenin karşılaşma anlarının bir içdeney mekânı olmuş. Mekânlara ilişkin bölümlerde bir flanözün gözünden yapıların dil içinden yeniden inşasına tanıklık ediyoruz. Yazarının hatırasında yer etmiş özel mekânlar bunlar: F Pessoa Müzesi, Berlin Yahudi Müzesi, B2 Evi… Toplumsal ve kolektif bellekte yer etmiş mekânlarla yazarın ilişkilenme biçimi, okuru dalgınlığın içinden geçilerek varılan küçük uyanış anlarına çekiyor. Mekânların boşluklarından, kütlelerin uzamdaki kesişim noktalarından dille yeniden boyut ve yaşantı kazandıklarına tanıklık edilen bir okumanın içinde sürükleniyoruz. Her karşılaşmanın öznesinde bıraktığı etki, kendine özgü dil ve göstergeler evreniyle “gerçekten” yeni anlamlar çoğaltıyor. Aritmi Koridoru, okura yaratıcı bir düşünme ve okuma deneyimi vaat ediyor.
Bonobo ve Ateist: Primatlar Arasında İnsanı Aramak / Frans de Waal
Acı bir itiraf: Korona bana yaradı; eve tıkılmak bolca okuma yazma fırsatı tanıdı. Hacimli mesleki yayınların yanı sıra paşa keyfimi doyuran okumaların hakkından gelebildim. Keyfimi besleyen iki yapıtı zikretmeden geçemeyeceğim: İlki Peter Wohleben’in Ağaçların Gizli Yaşamı, ötekisi Anne Sverdrup’un Böcekler Gezegeni. Her ikisi de hem çok öğretici, hem de çok akıcı bir dille yazılmış kitaplardı; canlılar âlemini yepyeni bir gözle görmemi sağladılar. Ama esas üstünde duracağım yapıt Frans de Waal’ın Bonobo ve Ateist: Primatlar Arasında İnsanı Aramak adlı denemesi. F. De Waal ünlü bir primatolog. Maymun milletinin –özellikle şempanze ve bonoboların– davranışlarını incelerken insana dair yepyeni boyutlara ulaşıyor. Bu kitabındaki temel derdi, insanların ahlâkının hangi zemin üzerinde inşa edildiği. Tam da benim etrafında dolanıp durduğum bir mesele bu. Ne teknolojinin vaatleri ne dinlerin vazettikleri ne de bilinen siyasal idealler insan evlatlarına, içinde yaşadığımız dönemde yönlerini tayin etmede pek bir yardımda bulunamıyorlar. Neyin iyi neyin kötü olduğuna karar vermek üzere kullanageldiğimiz tutamaklar bir bir elimizde kalıyor. Her birimizin günümüzün dünyasında yol alırken kendi ahlâkımızdan gayri bir rehberi kalmamış gibi. Burada bir noktanın altı çizilmeli: Ahlâkın içeriğinin unsurları ayrı; onları temellendirdiğimiz zeminin meşruluğu ayrı. Frans de Waal’ı okurken bu konuda Immanuel Wallerstein’ın Ilya Prigogine’i (I. Prigogine, The End of Certainity, 1997) keşfettiğinde duyduğu heyecana benzer bir duyguya kapıldım. Wallerstein Bilginin Belirsizliği’nde şöyle diyordu: “Birinin uzun süredir kafa karışıklığı içinde duyumsadığım şeyleri, çok net bir şekilde formüle ettiğini duymaktan hayrete düştüm.” Ben de Frans de Waal’ı okurken aynı deneyimi yaşadım. Epeydir şahsi ahlâkımı üç önkabul üzerinden kurgulamaktaydım.
Bu üç düsturla, şahsi ahlâkımın temelini oluşturuyordum. Güzel, hoş da ben bu tercihlerimi hangi zemin üzerinden meşrulaştıracaktım? Hemcinslerime, mümkünse önerebilecektim? F. De Waal Bonobo ile Ateist’te aynı arayışın peşinde. Dinden ya da faydacılıktan yola çıkılması onu kesmiyor. Doğa kaynaklı bir etik inşası fikrine yöneliyor. Bunu da biz insanların grup hayvanları olarak evrimleşmiş olduğumuz gerçeğine bağlıyor. “İnsan olsun, hayvan olsun, bağlardan arınmış bir toplum tahayyül edemediğini” belirtiyor; “bütün doğa iç-grup, dış-grup, akraba-dışarlıklı, dost ve düşman ayrımı üzerine kurulu” diyor. “Btkiler bile genetik akrabalığı tanır ve kardeşleriyle değil bir yabancıyla aynı saksıya ekildiklerinde daha rekabetçi bir kök sistemi geliştirirler” diye ekliyor. Ahlâkımızın, başka hayvanların davranışında gördüğümüz çok mütevazı bir başlangıcı olduğunu saptıyor. Diğer primatlarla paylaştığımız bir grup hayvanı arka planı var ve bu da toplumsal bağlara değer vermemizi, iyi ile kötüyü bu zeminde tariflememizi sağlıyor, diyor. Elbette bu, grubun/”mahallenin” o esnada benimsediği değerler manzumesine saplanıp kalmaktan başka çıkar yol yok, demek değil. Ama muhalif de olsalar, bütün etik stratejilerin “gönderme ufukları” bu bağlar tarafından temin ediliyor. Bu ise, ahlakın evrimden/doğamızdan neşet bulduğu gerçeğine ters düşmüyor. Ezcümle Frans de Waal sayesinde zihnim soluk aldı, köke inebildim. İşte, böyle.
Geç de olsa “maymun” olduğumu kabullendim, siz de öylesiniz.
Ermeni Evine Figan Kuruldu: 1915 Destanları ve Halep / Ayhan Aktar
Ayhan Aktar, bu kitabında Adana, Antep, Urfa ve Maraş gibi Anadolu kentlerinin köylerinden gelen Ermeni halk ozanları olan “aşuğ”ların yazdığı ve Ermenice harfler ile Türkçe olarak yazılmış destanları bir araya getiriyor. Ermeni aşuğlar, tıpkı Müslüman Türk âşıklar ve Kürt dengbejler gibi, yaşadıkları acıları bu destanlar yolu ile dile getirmişler. Destanlar 1915’e ilişkin duygu ve düşünceleri yansıttığı gibi, 1915’de yaşanan Felaket’ten sonra sağ kalanların, daha sonraki yaşamlarında karşı karşıya kaldıkları acılara da ışık tutuyor.
Ayhan Aktar’ın kitabın başında her zamanki akıcı kalemi ile yazdığı üç bölüm ile Sunuş ve Son Söz destanların nasıl bir bağlam içinde okunabileceğine ışık tutuyor. Aktar, Edebiyat ve Sosyoloji’nin kardeşliğini vurguladığı ilk bölümde, nesnel tarih yazımı ile öznel duygu ve izlenimlerin aktarımı olan metinler arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Aktar bu noktada, Marc Nichanian’ın (Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay, İstanbul: İletişim, 2011) düşüncelerine başvuruyor. Felaket’in insanın söz bütünlüğünün bozulmasına yol açtığını ve tanığı saf dışı bıraktığını vurgulayan Nichanian, hayatta kalanların Felaket hakkında tanıklık yapmalarının mümkün olmadığını söyler. Nichanian, Soykırımdan sağ kalarak kurtulanların tanıklıklarını içeren yazıların birer belge değil metin olarak okunmasının önemine işaret eder. Aktar da kitapta yer alan destanların metin olarak okumasını yapıyor ancak bu destanların bağlamına ve gökten zembille inmediklerine de detaylı ve önemli bir vurgu yapıyor.
Aktar, bu destanları, Ermeni aşuğların yaşadıkları Felaket karşısında, olan bitenin unutulmasına karşı attıkları “çığlık” olarak nitelendiriyor. Aktar’ın ilk bölümde yer alan ifadesi ile: “Eğer, Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda bir roman kahramanının ağzından ‘insanın iktidara karşı savaşının hafızanın unutmaya karşı savaşı’ olduğu şeklindeki önermesini geçerli kabul edersek, Ermeni ozanları hafızayı diri tutmaya ve felaketin unutulmasına karşı direnmeye çalışan halk sanatçılarıdır.”
Ben en fazla kitapta destanlarına yer verilen aşuğlardan birisi olan Mennuş İmanyan’dan etkilendim. İmanyan’ın ve diğer aşuğların dilinde yıllar önce vefat eden Arapgir’li babaannemin dilini hatırlatan motifler yakaladım.
Püzant Akbaş’ın Ermenice harflerden yaptığı çeviriyazıda özgün kaynaktaki Türkçe sesler korunmaya ve aşuğların kullandığı Türkçe duyulur kılınmaya çalışılmış. Kitapta aktarılan Ayntab Destanları’nın (1931) yazarı olan İmanyan’ın sözleri Aktar’ın kitabına başlığını veriyor:
Saat üçte teskereler dağıtıldı,
Ermeni evine figân kuruldı,
Nice canlar ciyerinden ayrıldı,
Ağlayın hasretimiz kıyamete kaldı.
Açık Yeşil – Teorisi ve Pratiğiyle Bir Ekoloji Rehberi / Ömer Madra, Ümit Şahin
2019’da okumaya başladığım ancak daha büyük bölümünü 2020’de okuyup bitirdiğim kitap Açık Yeşil / Teorisi ve Pratiğiyle Bir Ekoloji Rehberi’nin birinci kitabı. Bu kitapta on yılı aşkın bir süredir Açık Radyo’da sürdürülen hem Türkiye, hem de dünyadaki ekoloji mücadelesinin arşivi sayılabilecek nitelikteki 500 programdan ve bu programlarda yer almış röportajlardan seçmeler var. Yeşil düşüncenin köklü tarihi içinden düşünür ve aktivistlerle yapılmış bu röportajları okurken çeşitli şeyler düşündüm ve hatırladım.
Mesela dünyanın herhangi bir yerindeki bir olayın gerçekte nasıl olduğunu, nasıl bir süreçle gerçekleştiğini dıştan bakarak bilmemizin zor olduğunu, ana haber ve anaakım medya denen şeyin olmuş olanlarla ilgili gerçekler konusunda ne denli büyük çarpıtmalarla dolu olduğunu. Mücadele denen şeyin ne kadar emek isteyen, birbirine ilmek ilmek örülen bir sürü inisiyatifin birleşmesinden yükselen ve sürdürülebilen bir şey olduğunu. Bir mücadelenin, başka bir zaman ve yerdeki başka bir mücadeleye örnek oluşturduğunu ve böylelikle “mücadeleler bilgi havuzu”na bir şey daha eklediğini.
Aslında ülkenin ve dünyanın çeşitli yerlerinde bir dolu yükseltilen itiraz, bir sürü direniş var ama onları duyamayınca memnuniyetsiz olduğumuz meselelerle ilgili “baksana kimse de itiraz etmiyor” serzenişini pek kolayca kullanıyoruz. Halbuki o sırada şunu düşünmemiz gerek: “Birileri de benim itirazım olduğunu bilmiyor, duymuyor, çünkü şu anda bunun eylemini henüz yapmadım. Bir duygu, bir düşünüş, bir itiraz eylemleşmedikçe başkaları tarafından nasıl öğrenilebilir ki?”
Yeşil düşüncenin dünyadaki neredeyse her tür sorunun kesiştiği bir noktada, merkezi bir yerde, adeta kalbinde yer aldığını düşündüm; ekoloji “canlı varlıkların hem birbirleri hem de fiziki çevreleri ile ilişkilerini ele alan bilim dalı” diye tanımlanıyor, yani bizlerden bahsediyor “3. Köprü” yapım hikâyesinden bahsettiğimizde hem zarar gören doğa, hem gerçekleşmeyen demokrasi, hem aynen devam eden sınıf farkları, sömürülen ve hor kullanılarak tüketilen her şey, elden giden geçmiş ve gelmeyen bir gelecekten bahsediyoruz. Kaldı ki tam da bugünlerde yaşadığımız pandemiye bakarak da söyleyebiliriz: Bu kitapta anlatılan her şeyi dikkatle ele almalıyız, başka türlü bir dünya mümkündür!
Son Bakış / Irmak Zileli
Hürrem Sultan / Leslie Pierce
2020 yılında okuduğum kurmaca metinler arasında beni en çok etkileyen kitap Irmak Zileli’nin Son Bakış adlı romanı oldu. İstanbul’a Gürcistan’dan göç etmek zorunda kalan ve hizmetçilikle geçimini sağlamaya çalışan Tina’nın ölmeden önceki son dört buçuk dakikasını harika bir akıcılıkla usta işi bir kurgu içinde anlatan romanda kimlik, göç, toplumsal cinsiyet, din, savaş ve aile gibi pek çok olgu vurucu bir şekilde işlenmiş. Daha önceki romanları ile de oldukça başarılı bulduğum Irmak Zileli’nin bu romanının, 21. yüzyıl Türkçe roman tarihi için önemli bir mihenk taşı olacağına inanıyorum.
Kurmaca dışı kitaplar arasında beni en çok etkileyen çalışma ise Leslie Pierce’ın Hürrem Sultan başlıklı monografisi oldu. Bu kitap, sadece meşhur cariyenin valide sultanlığa uzanan, trajediler ve mücadelelerle dolu hayatını anlatmakla kalmıyor. Bunun yanında tarihsel belgelere dayanarak ama bu belgeler / kanıtlarla beraber yaygın inanç ve rivayetleri de okura sorgulatarak Hürrem Sultan’ın eksiksiz bir biyografisini mükemmel bir karşılaştırmalı tarihyazımı çalışması örneği olarak okurlara sunuyor. Bu çalışma ayrıca, Leslie Pierce’ın daha önce kaleme aldığı ve Osmanlı hanedanının evlenme ve üreme politikalarının derinlemesine analiz ettiği kitabı Harem-i Hümayun’u da tamamlamış oluyor.
Yağmurdan Sonra / William Trevor
Mart ayında eve kapandıktan sonra okumaya ve yazmaya daha önce hiç olmadığı kadar zaman ayırabilmek salgının teselli ikramiyesiydi, ne var ki iki-üç ay boyunca ne öykü yazabildim ne de başladığım romanda azıcık olsun ilerlemem mümkün oldu. Bu dönem böyle kitaplar okuyup kitaplar üzerine bir şeyler yazarak geçecek diye düşünürken, hatırlamadığım bir nedenle –belki bir arkadaşımın sosyal medyadaki tavsiyesiyle, belki de kitaplığa çekidüzen verirken gözüme iliştiği için– geçen yıl alıp okumayı ertelediğim bir kitaba başladım. William Trevor’ın Yağmurdan Sonra’sına. Daha önce okuduğum bir yazar olmamasına rağmen kitabı haberdar olur olmaz almıştım. Büyük oranda Türkçeye daha önce çevrilmemiş yazarlardan öykü kitapları yayımlayan Yüz Kitap’tan çıkmış olmasıydı bunun nedeni; daha önce okuduklarımın çoğundan büyük tat almıştım. Gene de Trevor’ın öykülerini hemen okumadım. Elimin altında okumadığım ama okuduğumda seveceğimi düşündüğüm kitaplar bulunmasının verdiği tuhaf bir güven duygusu var, bundan olmalı. Kapanmanın ikinci ayının sonlarıydı Yağmurdan Sonra’ya başladığımda. Daha ilk öyküden itibaren çok sevdim, ama yavaş yavaş okudum. Öykülerden birini okuduğumda hemen bir sonrakine başlamadım. Bazısına yeniden dönme ihtiyacı duydum. Trevor’ın öyküleri hiç ummadığım şekilde öykü yazma isteği uyandırdı bende. Sadece yazma değil, öykü okuma isteği de. Epeydir ihmal ettiğimi fark ettim ikisini de. Bu anlamda etkisi sürdü, sürüyor Yağmurdan Sonra’nın.
William Trevor’ın öykülerinde insanı sükûnete çağıran bir yan var. Öykülerin içine girebilmek ve girdikten sonra sürdürebilmek için ağır bir ritmi muhafaza etmek gerekiyor; telaşa gelecek öyküler değil bunlar. Bu saptamamı genellemek doğru mu, emin değilim. Salgın zamanı okumasam, belki de böyle hissetmezdim, şu da var ama: salgında okuduğum birçok kitapta bunu hissetmedim. Öykünün genelde ihtiyaç duyduğu böyle bir ritimdir aslında, Yağmurdan Sonra bana bunu hatırlattı bir kez daha. Trevor’ın çizdiği dünyalar genellikle solgun, kısmi ışıklı anlarla karşılaşsak bile öykülerin devamında parıltıları pek kalmıyor. Öykü kişilerinin anlık ruh halleri, özellikle bunlardaki küçük değişiklikler öyküdeki saklı gerilimi ya da olay örgüsünün hem saklayıp hem açık ettiği derinlerdeki başka bir şeyleri sezmemizi sağlıyor. Olayları, kişileri ya da öykünün evrenini daha çok kişilerin ruh halleriyle, onların anlık aydınlanmaları ya da aydınlanamamalarıyla tanıyoruz – şu cümledeki gibi: “Bilincinde muğlak bir şey ısrarla, inatla dolanıp duruyordu: bir gerçek; daha önce bilinmeyen, hâlâ da bilinmeyen, yarım yamalak sezilen, puslu bir gerçek.” Öykü anlatıcıları kısa betimlemeler dışında çok söz almıyorlar, öykü kişilerinin olan bitenler ve birbirleri hakkındaki izlenimlerini aktarmayı yeğliyorlar, bu izlenimlere mutlak değer izafe edilmediği için birçok şey puslu kalıyor öykülerde, gelgelelim büsbütün bihaber de değiliz. Trevor, toplumsal meseleleri de kişisel ilişkileri odağına alan öykülerdeki tutumuyla, başka bir deyişle kişilerin dünyaları ve ruh halleri üzerinden öyküleştiriyor – sis pus gene baki (Trevor’ın memleketi İrlanda’nın havasından olmalı), ama aralanır gibi olduğunda daha derinlerdeki dinamikler de görünürlük kazanıyor.
Kızgın Ova / Juan Rulfo
Son beş altı aydan bu yana yaptığım okumalar, geçmişte atladığım ya da beklettiğim kitaplara öncelik vermemin etrafında şekillendi daha çok. Bu süreçte okuduğum kitaplar içinde beni en çok etkileyen Celal Üster çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Juan Rulfo’nun öykülerinin toplandığı Kızgın Ova oldu. Edebiyat kamuoyunun son dönemde Ova Alev Alev ismiyle bildiği Kızgın Ova, daha önce Rulfo’dan okuduğum Pedro Paramo kitabıyla birlikte favorilerim arasına girdi diyebilirim.
Rulfo, Kızgın Ova’daki öykülerinde Meksika kırsalındaki şiddeti, bununla birlikte gelişen öç duygusunu, kanunsuzluğu; bu bölgelerde yaşayan insanların kurak doğayla olan mücadelelerini, ruhsal açıdan yaşadıkları yıkımı ve ahlaki çöküşü çarpıcı bir gözlem gücüyle aktarıyor. Bunu yaparken de olabildiğince yalın ve gösterişsiz bir dil kullanıyor, özellikle de doğa betimlemelerinde. Dildeki bu sadelik ve kurgudaki ustalığı, yazarın anlatım konusunda sahip olduğu maharetin en büyük göstergesi olarak göze çarpıyor.
Metinlerin neredeyse tamamında bir öykü karakteri gibi karşımıza çıkan “ölüm”, anlatılan coğrafyanın gündelik yaşamındaki sıradanlığıyla aktarılıyor. Yazarın atmosfer kurmada ve karakter yaratmadaki özenini, özgünlük çabasını hemen hemen bütün öykülerde görmek mümkün… Özellikle “Comadre Tepesi”, “Köpekler Havlamıyor”, “Talpa”, “Söyle Öldürmesinler Beni” ve kitaba da adını veren “Kızgın Ova”, bu anlamda en çok etkilendiğim metinler oldu.
Juan Rulfo’yu okumanın en hüzünlü tarafı, bu büyük yazarın artık yazamayacağını bilmek ve benim açımdan geriye okunmamış tek bir kitabının (Altın Horoz) kalmış olması. Geride daha çok roman, daha çok öykü bıraksaydı da kaleminin, anlatımının tadını doya doya çıkarabilseydik. Henüz Rulfo okumamış kitapseverler çok şanslı, onların yerinde olmak isterdim. Çünkü onlarla tanışmayı bekleyen büyük bir anlatıcı var karşılarında.
İlk kez okuduğumda hissettiğim o heyecanı duymak, neden daha çok yazmamış diye hayıflanmak isteyen dostlara tavsiye edebileceğim bir yazar ve bir kitap: Juan Rulfo – Kızgın Ova…
Kanatlanmış Kadınlar / Senem Timuroğlu
Kanatlanmış Kadınlar’ı okumaya başladığımda bahar karantinasındaydık. Foucault’nun “kapatılma mekanları”ndan dördüncüsü evlerimizdi artık. “Hayatta kalma savaşı” veren insanlığın salgınla mücadelesindeki büyük kapanmaların içinden geçtiğimiz o günlerden bahsediyorum. Elime aldığım hemen her kitabı; okuduğumu anlamadığım, odaklanamadığım için bir kenara bıraktım başlangıçta. Şiirler kurtarıcım oldu o süreçte. Yeldeğirmeni’ndeki mor balkonda, Mayıs güneşinin altında savruk ve şizoid okumalar yaparken beni toparlayan kitap olmasının ayrıcalığını hep taşıyacak olan Kanatlanmış Kadınlar’ın yeri ayrı bu bahiste. İstanbul’da elime aldığım, birinci bölümdeki Fatma Aliye sayfalarıyla ışıklandığım bu kitap, pandeminin ortasında benimle Akdeniz’e göç eden kadınların gölgesi oldu aynı zamanda. Hem terk ettiğimi hem kavuştuğumu daha da anlamlı kıldılar. Senem Timuroğlu’nun doktora çalışması olan bu kitap; Batı’nın ve Doğu’nun entelektüel yazar kadınlarının; düşünsel ve yazınsal olanı nasıl paylaştıklarını, erkeklere tahsis edilmiş bir alanda; bireysel öykülerinin ve özgürlük mücadelelerinin, kendi olma deneyimlerinin kitabı aynı zamanda. Akademik bir çalışma olarak oryantalizm ve oksidantalizm teorilerini merkeze yerleştirmeden tam da feminist bir akademisyen olan Timuroğlu’nun ortaya koyacağı gibi, hakkını vererek; şimdiye kadar yüklenmiş tüm anlamlarıyla “harem”i yıkıp, “toplumsal cinsiyetin inşa edildiği / kurulduğu bir mekan olarak bakmayı” önermesiyle ve bizim içinde bulunduğumuz “haremler”in farkına varmamız açısından sarsıcı bir çalışma bu. Kadınların deneyimleri, mücadeleleri ve yaratım süreçlerinde birbirleriyle dayanışmaları, birlikte yol almaları, kızkardeşleşmeleri her zaman kıymetliydi; şimdi 21. yüzyılda bizim aramızda da kıymetli. Timuroğlu’nun kitabından alıntılayarak söylersem “Ne Doğu ne Batı ‘hiçbir yerde kadın olmak’ ve ‘özgür kadın’ olmaya dair yaşanmış olanın yeniden tarihlenmesi” diye okudum ben bu çalışmayı. Birbirinin ötekisi olan başka köklere ait kadınların birbirlerini anlama, yazan özneler olarak birbirleri ile diyalog kurma arzuları ve deneyim alanları bana yeni şeyler öğretti. Öğrendiklerim böyle bir zamanda moral verdi, güç verdi.
Şüphesiz 2020 senesini; bir virüsün ortalığı dağıttığı, milyonlarca insanın canını aldığı bir yıl olarak kaydedecek tarih. Bizse kendi tarihimizi yazmaya devam edelim ve –şimdilik hayatta kalanlardan biri olarak– bizi güçlü kılan kızkardeşlerimizin yapıtlarını da yazacak bir tarihi not düşelim, “birlikte sevinebiliriz” diyerek.
2020’yi şiirin kadınlarının yılı olarak da kaydedelim bu yüzden. Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Louise Glück’ten başlayarak Kanatlanmış Kadınlar’a, kızkardeşlerime bir selam vererek bitireyim. Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü paylaşan Gonca Özmen ve Mehtap Meral; Arkadaş Zekai Özger Şiir Ödülü’nü alan Beste Naz Karaca, Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü alan Ceren Biber; Sennur Sezer Emek ve Direniş Şiir Ödülü’nü alan Sultan Gülsün, Altın Defne Genç Şiir Ödülü’nü alan Petek Sinem Dulun; Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’nü alan Mehveş Demirer, Attilâ İlhan Şiir Ödülü’nü alan Elif Sofya. Yılın son dönemecine girerken şiir kitaplarıyla “şiir ve hayat” sürecek diyen Naile Dire’nin Türbülans’ı, Gülce Başer’in Gözde Bir Kordon’u, Meryem Coşkunca’nın Sana Nasıl Ulaşabilirim’i ve Emel İrtem’den Hu geldi. İyi ki…
Faydasızlığın Faydası: Manifesto / Nuccio Ordine
Neden üniversiteye gidiyoruz? İşimiz gücümüz mü yok? (Yok!) Neden hayatımızın en az dört yılını ‘öğrenmek’ gibi karşılığı olmayan, hatta çoğu zaman bizden bir karşılık ödememiz beklenen bir faaliyete ayırıyoruz? Elcevap, çünkü bunun daha ileride bize ‘yol, su, elektrik’ olarak geri döneceğini, emeğimizin değerini arttıracağını, iş bulmamızı kolaylaştıracağını filan düşünüyoruz. Bazılarımız, biraz daha ince düşünenlerimiz, o en az dört yıl boyunca kuracağımız ilişkilerin, edineceğimiz arkadaşların, tanıyacağımız ‘hocaların’ bize ileride ‘faydalı’ olacağını düşünüyor da olabilir.
Ama eğitimden ‘fayda’ beklentisi kişisel olanla sınırlı değil. Esas olarak 1968 sonrasında tüm dünyaya (ve bu arada tabii ki üniversitelere de) egemen olan neoliberalizm, eğitimden çok şey bekliyor: Piyasa kurallarına tabi olmasını, ‘kâr’ getirmesini, öğrencinin müşteri olup sürekli borçlanmasını ve kredi mekanizmalarına göbekten bağlanmasını, sanayi kuruluşlarına teknoloji ve nitelikli eleman yetiştirmesini, ‘yan kuruluş’ sayılan akademik yayıncılığın sanayileşmesini, daha neler neler. O zaman da sosyal ve beşerî bilimler, felsefe, sanat ve edebiyat, hatta saf pozitif bilim ve matematik bile ‘faydalı’ olmaktan çıkıyor ansızın. Öyle ya, bu alanların ne teknolojiye ve sanayiye (dolaysız) bir katkısı var, ne de kendi başlarına ‘kârlı’ olma ihtimalleri. O zaman da bu bölümlerin ödenekleri kesiliyor, bölümler, hatta koca fakülteler kapatılıyor, akademisyenler işten atılıyor ya da güvencesiz çalışmaya mahkûm ediliyor. Kalanlar sürekli yayın yapmaya (yani akademik yayın sektörünün ‘kârlılığını’ arttırmaya) zorlanıyor, ders vermekten ve anlamlı şeyler yazmaktansa, sürekli olarak hayat için gereksiz ama piyasa için ‘gerekli’ projelere fon aramak zorunda bırakılıyor.
Kuşkusuz tek kabahatli neoliberalizm değil: Nuccio Ordine’nin kitabında ek olarak yer alan Flexner’in ‘The Usefulness of the Useless Knowledge’ (Faydasız Bilginin Faydası) yazısı ta 1939 yılına, neoliberalizm kavramının bir kelime olarak bile var olmadığı bir zamana ait. Demek ki aynı sorunlar o zaman da varmış.
Ordine bize kapitalizm (ve bu tefrikadaki son bölüm olan neoliberalizm) için ‘gerekli’ olmayan şeylerin neden insanlık ve Arz gezegeni için vazgeçilmez önemde olduğunu anlatmaya çalışıyor kitabında. Yani aslında, Dünyanın insanlıktan, insanlığın da kapitalizmden ibaret olmadığını söylüyor. Sosyal ve beşerî bilimlerin, felsefenin, şiirin, sanatın, matematiğin hiçbir şirketin bilançosunda ‘getiri’ hanesinde yer almayacakları gibi, kişisel hayatlarımızda da cebimizi doldurmayacakları kesin. Ama o kadar. Akşam olup nihai hesaplaşmalar başladığında, neoliberalizmin (ve tabii ki kapitalizmin) sefil kâr-zarar hesapları kurtarmayacak bizi. Zamyatin neredeyse bir asır önce uyarmıştı:
Bugün ancak insanların ölümle karşılaştıkları anlarda yaptıkları gibi bakabilir, düşünebiliriz: Ölüyoruz işte – peki neydi bütün bunların anlamı? Nasıl yaşadık? Baştan başlayabilseydik ne olurdu hayatımızın kılavuzu? Ve ne uğruna olurdu? Bugünün edebiyatında bize gereken, ancak seren direklerinin tepesinden, uçaklardan görülebilen devasa felsefi ufuklardır; en nihai, en korkutucu ‘Neden?’ler ve ‘Peki, şimdi ne olacak?’lardır. (Yevgeni Zamyatin, 1923. ‘Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka Meseleler Üstüne’)
Kapitalizmin ve neoliberalizmin ‘gereksiz’leri, insan gibi yaşamanın ve zamanı geldiğinde insan gibi ölmenin olmazsa olmazlarıdır, diyor Ordine. O yüzden Faydasızlığın Faydası kitabını okumanıza hiç gerek yok. Ne size bir iş bulur, para getirir, ne de kapitalizme bir faydası dokunur. Ama siz gene de okumayı deneyin. Belki bu arada aslında başka bir şeye (hem de şiddetle) ihtiyacınız olduğunu fark edersiniz.
Şarkiyatçılık / Edward Said
Kadınlar, Sanat ve İktidar / Linda Nochlin
2020 yılında salgının da etkisiyle ilgilendiğim kitap sayısı oldukça arttı. Bu bakımdan ilgilendiğim kitapların tamamını burada sayamayacağım. Ancak birkaç not düşebilirim. Benim açımdan 2020 yılı, yaptığım çalışma dolayısıyla Edward Wadie Said’in neredeyse tüm kitaplarını okuduğum bir yıl oldu. Bazı kitaplarını özellikle Şarkiyatçılık’ı birkaç kez okumuş oldum. Batı’nın gözünden Doğu’yu, Batı’nın Doğu üzerindeki hegemonyası ile öteki kavramını yeniden sorgulamamızı sağlayan Said’in bu başyapıtı benim de hayatımı etkileyen birkaç kitap arasında yerini aldı. Onun kitabını oryantalizm üzerine yazılmış diğer kitaplardan ayıran en temel şey, Foucault’nun kavramlarıyla bilginin siyasal niteliğini vurgulaması. Said Şarkiyatçılık’ı 1978’de yayımlandıktan sonra kitap üzerine epey tartışma yapılmış ve halen bu tartışmalar devam etmekte. Bunlar Said’in objektif ve sübjektif yanlarını ortaya koyan ve farklı ideolojik bakışlarla yorumlanan metinler, kitaplar. Bu kitabı önemsiyorum çünkü karantina mevsiminde Said ve paradigma kurucu kitabı hem günlük hayatın akışında hem de teorik gözlemlerimde birlikte yürüdüklerimden.
2020 yılında Süreyyya Evren çevirisiyle bize ulaşan Amerikalı sanat tarihçisi Linda Nochlin’in Kadınlar, Sanat ve İktidar adlı kitabı ayrıca sevinçli bir haber. (Çok çok önce çevrilmesi gerekenlerdendi.) Kitabın içindeki özellikle “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Çıkmadı?” adlı makale her feminist araştırmacı gibi benim de araştırmalarımda genellikle kök metin olarak kullanılmıştır. Linda Nochlin “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Çıkmadı?” adlı çalışmasında söz konusu kadın sanatı ve kadın sanatçıyla ilgili sorunun ardında iki durumu tartışır: Kadınların sanat üretebilmek için gereken eğitimi alamamaları ve ‘büyük sanatçı’ miti. Yani on dokuzuncu yüzyılda kadın, erkekle deneyim ve yaşantı olarak aynı imkânlara sahip olsaydı neler değişecekti? Aslında bu makale odağında daha önceki çalışmalarımızda bıraktığımız sorular Nochlin’in bu metni aracılığıyla gerçekleşmiş ve buradan başka kapıları aralamıştır. Kadınlar, Sanat ve İktidar’daki diğer makalelerle birlikte yeniden “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Çıkmadı?” adlı makaleyi okuyunca bütünün parçaları yerli yerine oturmuş oldu. Bu kitabı önemsiyorum çünkü kök metinler bugünkü yeni dönüşümler için olmazsa olmaz.
On Sözcükte Çin / Yu Hua
Yu Hua’nın Türkçeye çevrilen ilk kurgu dışı kitabı On Sözcükte Çin için “işte o kitap” diyebilirim. Yaşamak ve Kanını Satan Adam romanları hakkında, haklı olarak, bu kadar basit bir anlatımla bu kadar etkili olabilmesinden bahsedilmişti. Dilindeki yalınlığı Çin yazı dilinin sınırlarıyla açıkladığı bu kitabı da benzer bir övgüyü hak ediyor aslında. Simgesel değeri yüksek on sözcük üzerinden Çin’in, bireysel tanıklığıyla sınırlı bir tarihini anlatan Hua, Çin’i bir garabet ya da mucize olarak sunan iki egemen anlatıdan da uzak bir şekilde, gündelik yaşamdaki Çin’i betimliyor. Politikayla alakalı bölümler, Hua’nın halihazırda Çin’de yaşıyor olmasına şaşırabileceğiniz kadar cesurca. Sert sansür yasaları gereği korsan bir şekilde el altından dolaştırılan ve çoğunun başı veya sonu kayıp olan, bu nedenle hikâyeyi tamamlamayı okuyucuların hayal gücüne bırakan (ve zehirli ot diye tanımlanan) romanlarla macerasını anlattığı Okumak başlıklı bölüm de sıkı okurlar için kendilerini bulabilecekleri güçlü ayrıntılar barındırıyor. Okuyacak hiçbir şey bulamadığında, Kültür Devrimi’nin ünlü duvar posterlerinin (dazibao) başına dikilen Hua, bazılarının teknoloji ile birlikte yok olacağını iddia ettiği, okumaya meftun insan türünü resmediyor. Bu resmin en parlak rengi, her şeyinden bağımsız bir şekilde metinden alınan haz. On Sözcükte Çin’i benim için “o kitap” yapanı ise sanırım Hua’nın kitaptaki şu sözleri açıklıyor: “Bir okuyucunun farklı bir dönemden, farklı bir ülkeden, farklı bir milletten, farklı bir dilden ve farklı bir kültürden gelen bir yazarın eserlerinde kendine ait duyguları okuyabilmesi”.
Tarçın Dükkânları / Bruno Schulz
“Çünkü genellikle kitaplar göktaşlarına benzerler. Her birinin bir Anka kuşu gibi haykırarak fırladığı, her tarafının tutuştuğu bir tek an vardır. Biz onları o tek bir an için severiz, hemen arkasından küle dönüşse de. Bazen geç vakit, soğumuş sayfaların üzerinde acı bir öfkeyle dolaşır, onların ölü simgelerini tahta bir tespihin boncukları gibi takırdatarak parmaklarımızın arasından kaydırırız.”
Bruno Schulz'un Tarçın Dükkânları yıllar önce okuduğum, yıllardır okuduğum, canım sıkıldıkça, keyiflendikçe, aklıma estiğinde, şöyle esaslı bir şeyler okumalıyım dediğimde okuduğum bir kitap. Üstelik bu kitapta öyle çok “o tek bir an”lardan var ki…
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken / Cemal Kafadar
Üsküplü Asiye Hatun – Rüya Mektupları
Birisini sesinden mi tanırsınız, nefesinden mi ?
Kahkahasından mı, nağrasından mı ?
Ben rüyasından tanıdım Asiye Hatun’u.
“Yine bir defa: Allah’ın ismini zikre devam ederken güya bir kase ile su getirdiler. İçecek gibi oldum, baktım, kase içindeki su meğer altınmış. Altın içtim.” (s. 175)
“Osmanlı insanını nasıl bilirsiniz?” sorusunun cevabı hiçbirimiz için “rüyalarını yazan bir Osmanlı” değildir. Hele rüyalarını yazan bir Osmanlı kadını, aklımızın ucundan dahi geçmez, hatta ihtiyar kelimelerle ifade edersek, tahayyül bile edemeyeceğimiz bir portredir.
Asiye Hatun, ‘Rüya Mektupları’ adıyla Büyüyen Ay yayınlarından çıkan kitabı gördüğümde, tanıdık bir sima görmüş gibi oldum. Asiye Hatun ile Cemal Kafadar Hocanın Karacaoğlan’ın sorusunu sorduğu kitabının sayfalarında tanışmıştım. Harvard’da Ortadoğu Çalışmaları bölümünde öğretim üyesi olan muhterem hocamız, “Kim var imiş biz burada yoğ iken” sorusunun cevabını birbirinden farklı dört Osmanlı portresiyle verir bize. Babasından kalan arazi üzerindeki haklarını korumak için 1521’de Divan-ı Hümayun’a başvuran Mustafa adlı yeniçeri; 1660-64 arasında İstanbul’da günce tutan Seyyid Hasan adlı derviş; ticaret için gittiği Venedik’te 1575’te ölen Ayaşlı Hüseyin Çelebi’nin arasında rüyalarını kaleme alarak şeyhine mektupla gönderen Üsküplü Asiye Hatun da vardır.
“Yine bir gece rüyada çirkin suratlı birkaç kadın gördüm. Birinin gözleri kör. Bir kadın o kör kadının önüne oturmuş, sanki onun gözlerine ilaç sürüyor. Kör kadından kalbime iğrenme geldi, ‘Acaba kimdir?’ diye düşünürken kadın bana seslenerek dedi ki: ‘İşte dünya benim bil ve uyanık ol!’”
“Bunu öğrenince çok öfkelendim, kadına ağır küfürler ederek ‘Bre hilebaz, yol kesici, sihirbaz, bre veliler aldatıcı, şeker gösterip zehir içirici, yıkıl git yanıma gelme!’ diye şiddetle azarlarken, o melun kadın bana, ‘Eğer bana sevgin olmasa kırmızı atlas gönlüne hoş gelmezdi’ dedi. Bu söz üzerine daha çok öfkelendim. Bu öfkeyle uyandım.
Bu rüyanın daha çok teferruatı vardır.”
Birinci tekil şahıs kullanması, o dönemde varlığına hâlâ şüpheyle yaklaşılan anı türünde kaleme almasıyla yine Kafadar’ın ifadesiyle şimdiye kadar “asıl” tarihe “ek” düzeyinde kalan kadın anlatısını bozabilecek bir karakterdir Asiye Hatun.
Metnin orijinalini Asiye Hatun; Rüya Mektupları olarak basarken, Asiye Hatun’un satırlarını Topkapı Sarayı arşiv kütüphanelerinden literatürümüze kazandıran Cemal Kafadar’ın isminin, kitapta anılmamasını anlamadım doğrusu.
Cemal Kafadar, ince ince okur her satırı. Asiye Hatun’un çağdaşı olan iki diğer erkek mutasavvıfın Seyyit Hasan ve Niyazi-i Misri efendilerin metinlerinde tereddüdün olmamasıyla, bu tereddüdü kadın olmasına bağlayacak olmanın aceleci olacağını belirtir. Tereddüt de kadın olmaya dairdir evet, ama geçmişin öznelerini yargılarken merhametli olmamız gerektiğini yine Kafadar Hoca’nın önümüze sunduğu portrelerin hepsini okurkenki üslubunu öğreniriz. Sadece tarih okumayız, tarih nasıl okunur, onu öğreniriz. Çünkü hiçbirimiz, rüya gören, uyuyan özneler beklemeyiz geçmişten, ama önümüzdeki yıl için gerçeği gördüğü kadar, rüya da gören ve bunu yazan kadınların olmasını dileriz.
“Önce ve sonra varlığındır nedeni her mutluluğun
Yardım eyle ey elinden tutan öncekilerin ve sonrakilerin...”
Üniversite Harabeleri / Bill Readings
Bill Readings'in Üniversite Harabeleri kitabıyla karşılaşmam, 2020'de beni en çok etkileyen şeyin, üniversitemin kapatılmasının ardından gerçekleşti. Pandemi koşullarındaki kapanmalarla, bazılarımızı ikâmet ettiğimiz yere çivileyen koşullarla eşzamanlı olarak gerçekleşen ve beni ve birçok kişiyi yerinden eden bu etkili olayı ve sonrasını düşünmeme eşlik ettiği için Üniversite Harabeleri'nin üzerimdeki etkisi başka oldu. Montréal Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde hocayken bir uçak kazası sonucunda 34 yaşında vefat eden Bill Readings, kitabının yayımlandığını görememiş. Kitabın son bölümü Readings'in notlarından yola çıkarak editörü ve dostu Diane Elam tarafından tamamlanmış. Doktora çalışmalarım sırasında sayısız ilhamlar alarak okuduğum Thomas Docherty'nin Criticism and Modernity kitabı vesilesiyle Üniversite Harabeleri'nin İngilizcesini okumuştum ancak bu yıl yeni bir bağlamda metnin Türkçesini okumak ilkinden farklı sonuçlar doğurdu.
Edebiyat araştırmacılığı yolunun başında bir kişi olarak kavramsal örülüşüne hayranlık duyarak ve bende uyandırdığı araştırma şevki ve etik arzunun eşliğinde gerçekleşen ilk okumamın ardından ikinci okumam bambaşka maddi ve söylemsel koşullarda gerçekleşti. Aradan geçen 10 yılı aşkın sürede bir bölümün, Şehir Edebiyat'ın kuruluşunda ve filizlenişinde yer almış, başka türlü bir bölüm fikrinin acısıyla tatlısıyla somut deneyimini yaşamıştım. Kolektif bir emeğin maddi izlerinin silinmesini mümkün kılan kapatılma kararından sonra Üniversite Harabeleri yoğun anlamla yüklü bir metne dönüştü gözümde.
Readings kitabında harabeye dönüşmüş bir üniversite ortamında bundan sonra ne yapabileceğimizi tartışıyor. Akıl, kültür ve mükemmeliyet üzerinden işleyen farklı üniversite modellerinin oluşum ortamlarını, bu modellerin ayrı ayrı ve iç içe ilerleyen tarihlerini sunarak günümüzdeki harabeleşmiş üniversiteyi kuşatan ve kat eden koşulları analiz ediyor. Kitabın en kıymetli yanlarından biri bu haraplık halini geçmişe özlem ve hayıflanma vesilesi yapmaması. Ancak bu, içi boş mükemmellik jargonuyla eğitim ve araştırmanın sayıya ve paraya dönüştürüldüğü, her eylemin ölçülebilirliğe indirgendiği mevcut üniversite modelinin olumlanması anlamına da gelmiyor. Readings, sloganlaştırılmaya, manifestolaştırılmaya izin vermeyen başka türlü akademik ilişkilenmeler öneriyor. Somut koşulları paranteze almadan, onların arasından neşet edecek yeni pedagojik ve sosyal ilişkilere işaret ediyor. Özellikle Derridacı ve Lyotardcı yapısökümlerden beslenen bir sorumluluk fikriyle donanmış yeni bir akademisyenliği hayal ve icra etmeye çağırıyor. Finansal muhasebe ve siyasal hesapların bir üniversiteyi kapattırabildiği bir iklimdeki okura (bana), hesaba kitaba gelmeyeni, henüz dile dökülmemişi, hiçbir kıyasa gelmez olanı, radikal sorumluluğu, nihayete erdirilemezliği, heterojen ve heteronom olanı hatırlatıyor. Bireysel bir kurtuluş fikrinin nafileliğinin karşısına; ortak bir şeyleri olmayanların düşüncenin etrafında buluşmasını, düşünceyi dinlemenin, birlikte düşünmenin ve uyuşmazlığın önemini, disiplinleri ya da disiplinlerarasılıkları değil de düşünceleri yan yana getirmenin açacağı imkânları konumlandırıyor. Readings'in çağrısından etkilenmek kolay, ama çağrının hakkını vermek pek zor.
"Üniversite, düşüncelerin birbirlerinin yanında hayat bulduğu, düşünmenin kimlik yahut birlik olmaksızın ortak bir süreç teşkil ettiği yerdir. Düşüncenin, kendisinin yanı başında olmasıdır da denilebilir. Üniversite harabeleri bize öyle bir kurum sunmaktadır ki burada, pedagojik ilişkinin natamam ve sonlanamaz tabiatı bize 'birlikte düşünmenin' uyuşmazlığa dayalı bir süreç olduğunu hatırlatabilir; o, diyalogdan ziyade diyalojizme aittir." (s.196)
Ekoeleştiri / Greg Garrard
2020’de okuduğum en iyi kitaplardan biri Kolektif Kitap tarafından yayımlanan Greg Garrard imzalı Ekoeleştiri kitabıydı. Edebiyat ve çevre sorunlarını bir arada düşünen bir kavram olan ekoeleştiri, maalesef ülkemizde çok fazla tartışılmıyor. Ekoeleştiri ile ilgili çalışmalar genel anlamda akademi ile sınırlı kalıyor. Oysa çevre bilinci oluşturma noktasında edebiyatın büyük bir işlevi var, olmalı. Ertuğrul Genç’in çevirdiği Ekoeleştiri, alanında yazılmış en iyi kitaplardan biri. Garrard bu çalışmasında William Wordsworth’ten D.H. Lawrence’a, Heidegger’den Thoreau’ya kadar birçok yazar ve düşünürün yapıtlarında ekolojinin izini sürüyor. Sadece bununla da yetinmeyip ekofeminizme, iklim krizine, doğanın sinemadaki işlevine ve insan-hayvan ilişkisine dair de dikkate değer cümleler kuruyor. Gezegenin hızla yok oluşuna şahit olduğumuz şu günlerde bu tür kitapların önem arz ettiğine inanıyorum. Dilerim bu alandaki çalışmalar çoğalır.
Müphemlik Kültürü ve İslâm, Farklı Bir İslam Tarihi Okuması / Thomas Bauer
Bu sene Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslâm, Farklı Bir İslam Tarihi Okuması (Die Kultur der Ambiguität. Eine andere Geschichte des Islams) okuyup üzerine uzunca düşündüğüm kitaplardan biri oldu. Tanıl Bora’nın çevirisi ile 2019 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı kitap. Bauer kültürel müphemlik olgusunu, muhtelif söylemlerin, hatta taban tabana zıt söylemlerin yan yana varolabilmesi, aynı anda doğru olabilecek iki veya daha fazla hakikat ihtimalinin kabullenilip, bir kavrama, eylem biçimine veya nesneye aynı anda birbirine zıt en az iki rakip anlam atfedilebilmesi, bir grup içerisinde bir olgunun farklı yorumlarının hiçbirisi tek başına geçerlilik iddiasında bulunmadan benimsenebilmesi olarak açıklıyor. Müphemlik kavramını John D. Caputo’nun tanımladığı “bir çoklu anlam bolluğu,” sosyolog Zygmunt Bauman’ın da bir nesneyi veya hadiseyi sadece tek bir taneden daha fazla kategoriye oturtma imkanı olarak tanımladığı “çift değerlilik kavramına” yakın bir düzleme oturtuyor ve bu kavramı önce klasik İslam çerçevesinde inceleyip, sonrasında Batı ile İslam dünyasının son yıllardaki diyalektiği açısından çıkarımlarda, hatta uyarılarda bulunuyor.
Geleneksel İslam dünyasında kültürel müphemlik birbirini bastırmaya dönük rekabetler er ya da geç başlangıçta çekişen yorum kalıplarının entegre edilmesi veya yan yana varlıklarının sürdürülmelerini sağlayan uzlaşmalar anlamına geliyor. Bauer’in kitapta verdiği örneklerden yola çıkacak olursak Gazali’nin sufiliğin zaman zaman tehditkâr hale gelen meydan okumasını İslam dininin yapısal bir unsuruna dönüştürmeyi başarması örneğindeki “söylemlerin yan yanalığı” gibi veya “İslam hukukunda Kuran ve hadislerin yorumlarının kesinlikten uzak katmerli yorumları” örneğindeki “farklı yorumların kabulü” gibi. Dolayısıyla sanılanın aksine kültürel müphemlik olgusu söylemlerin çoğulluğunun kabul edilip, aşikâr ve kesin anlam atıflarının imkânsızlaştırıldığı basit bir anlam karmaşası veya zihin bulanıklığı ve anlaşılmazlık anlamına gelmiyor. Birbiriyle çelişen normların aynı anda geçerli olması ile kendini gösteren “norm ve sapma” veya “hakikat ve yanılgı” birlikteliği demek de değil. Tam tersine, kendi inandığınız hakikatler dışında başka hakikatlerin de olabileceğini kabul etmek demek. Söylemlerin çoğulluğunun kabulü, tam da bu anlama geliyor. Bir çeşit kendi içinde dengeli, temellendirmeleri somut, çıkarımları soyut postmodern bir yaklaşım.
Bu bağlamda okurun ilk aklına gelen fikirlerden biri belki de müphemlik hoşgörüsü ile toplumsal hoşgörü arasındaki örtüşme olsa da Bauer’e göre bu iki kavram ve bu kavramların anlamsal dinamikleri birbiri ile karıştırılmamalı. Toplumsal hoşgörü her türlü farklı varolma veya farklı eyleme biçiminin, farklı görüşler, farklı etnik ve dini köken, cinsel yönelim tercihleri dokunulmazlığını tanıyarak mevcudiyetine rıza gösterme kabiliyeti demek. Bu bağlamda toplumsal hoşgörüde hoşgörüyü gösteren kişi ve odak noktası ile hoşgörü gösterilen unsur ve unsurlar arasında daima açık seçik bir ayrım varsayılıyor, dolayısıyla bu ayrımın kaynağı “müphem değil kesin bir duruma” işaret ediyor, diğer bir deyişle müphemlik hoşgörüsü ile toplumsal hoşgörü iki farklı temellendirmeden besleniyor. İnce fakat anlamlı bir ayrım. Bu anlamda da Bauer “müphemlik korkusu,” “hakikat takıntısı” ve “evrenselleştirme hırsı” zinciri diye nitelendirdiği Batı modernliğinin kesinliğe, insan idrakinin merkezi alanlarını kesin temellere oturtmak isteyen tarzda bir kesinliğe ulaşma gayretine yönelik bir özeleştiride bulunuyor. Batının toplumsal hoşgörü olarak nitelendirilen müphemlik korkusu ile İslami geleneğin postmodern potansiyelinin arasındaki çekişme kitaptaki oldukça vurucu bir nokta. Bauer’e göre bu çekişmenin çatallanarak yol açtığı temel sorun Ortaçağ İslam’ı ve onun günümüzdeki fundamentalist temsilcileri ile yine günümüzdeki modernleşme, liberalleşme ve aydınlanma güçleri arasındaki itişme değil —yani Ortaçağ ile modernlik çekişmesi değil— fundamentalistlerin ve reformcuların her ikisinin de Batılı bilgi teorisinin etkisi altında kendi kültürlerine karşı bir mücadele yürütüyor olmaları sorunudur, “yani modernliğin kesinlik takıntısı ile kurucu biçimlenme sonrası dönemi İslami geleneğin postmodern potansiyelidir.”
Bu kitap kültürel müphemlik teorisi bakımından yapı taşı niteliğinde ve teorinin farklı disiplinlerde farklı kullanımlarına da dikkat çekiyor. Bauer’in de kısaca değindiği gibi müphemlik kelimesi felsefe, dil ve edebiyat bilimlerinde sık kullanılmış olsa da, şimdiye kadar sosyal bilimlerde ve tarihçilikte yeterince sık rastladığımız bir kavram değil, dolayısıyla bu konunun araştırılmasında tarih disiplininin daha kalıcı katkılarda bulunması açısından önemli. Kitaptaki bir çok argümanın Shahab Ahmad’ın Princeton Üniversitesi yayınevinden çıkan, bildiğim kadarıyla henüz Türkçeye çevirilmemiş olan What is Islam: The Importance of Being Islamic kitabı ile paralellik gösterdiğini düşündüm ilk. Ancak Shahab Ahmad kendi kitabının birkaç dipnotunda Bauer ile aynı görüşte olmadığını belirtiyor. Ahmad Bauer’in kitabının kendi kitabının baskıya girmesine yakın eline ulaştığını belirterek bütünlüklü bir fikir tartışmasına girmiyor, dolayısıyla görüş farklılıklarına dair detaylı bir temellendirme sunmuyor. Shahab Ahmad hayatta olsaydı, Thomas Bauer ile entelektüel anlamda lezzetli ve doyurucu bir tartışma platformunda buluşabilirlerdi. Bauer’in de kitabın başında belirttiği müphemlik kültürünün kavramsal olarak tarih disiplininde kullanılmadığı konusundaki tespiti üzerinden bu tarz bir tartışma, tarih alanı için faydalı bir kazanım olabilirdi.
Londra / Edward Rutherfurd
Neredeyse okuma/yazma öğrendiğim yıldan bu yana; demek ki yaklaşık 63 yıldır, hayatımın anlamı “kitaplarla yaşamak”.
Başta “tiyatro” olmak üzere, hayatıma anlam katan pek çok şey var tabii. Ama kitap okumak / kitapla yaşamak, benim ekmek, su kadar hayatta kalma nedenim. Böyle bir ayırımda, öne çıkanlar, dönüp dönüp okuduklarım. Bu ayrım yolundan gidince, iş biraz daha kolaylaşıyor:
Tiyatro kitapları içinde, vazgeçilmezim, Anton Çehov ve özellikle Vişne Bahçesi... Süslemesiz, yalın, neredeyse fısıltıyla konuşan bir yazar o. Hele bir Çehov oyunu çalışmaya kalkın, o zaman çok daha iyi fark ediyorsunuz, günlük/sıradan konuşmalar gibi gözüken o repliklerin, nasıl maharetli bir söz kuyumcusunun seçimi, dizimi olduğunu. Bir cümle fazla değil, bir duygu eksik kalmış değil. Hayatın değişim noktalarına gelindiğinde, hep Vişne Bahçesi’ndeki öğrencinin sözleri gelir aklıma: “...Sizde bu evin bir anahtarı varsa, onu kuyuya atın ve gidin. Bir rüzgâr kadar özgür olun...” Sadece, bir kişinin kararına ait değildir bu cümle, aynı zamanda Rus Devrimi’nin de gelmekte olduğunu haber vermektedir.
Roman olarak da, Attilâ İlhan'dır, bütün kitaplarını döne döne okuduğum. Onun Türkçeyi, Osmanlıcayı, hele Türkçeye yerleşmiş yabancı sözcükleri kullanma ve onlarla bambaşka dünyalar kurması büyüleyicidir. Onun için, çoğunu nerdeyse ezbere bildiğim Attilâ İlhan yolculuklarına defalarca çıkarım: Kimi zaman Dersaadet’de Sabah Ezanları okunurken bir köşkün odalarına girerim, kimi zaman Kurtlar Sofrası oluşturmuş mafya babalarının arasına; bazen de İzmir’in imbatında Haco Hanım’ın konuğu olurum.
Son olarak, 2013 yılında Artemis Yayınları’ndan çıkmış ama benim bu yıl keşfettiğim, Edward Rutherfurd’un Londra isimli romanını önermek isterim. Bir kentin varoluşundan bu yana çok çarpıcı, heyecan verici, entrikalı yılların, yüzyılların öyküsü 1082 sayfalık bir roman olmuş. Hâlâ, bulunabildiğini umuyor ve şiddetle tavsiye ediyorum.
Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960 / Tuncay Birkan
Hayattaki önceliği ve neredeyse asli işi kitap okumak olan benim gibi birisi için “O” kitabı tek bir yapıta indirgemek imkânsız denecek kadar zor. Ama insan duygularını denetlemeyi öğrenmeli. Herkes birden çok kitap seçip sıralayabilir, iş tek bir kitap üstünde yoğunlaşabilmek. Bu biraz da NY Times gibi bir gazetenin bütün yılın yayıncılık serüvenini on kitaba ‘indirgemesi’ gibi bir şey ki, bir başka listede de aynı gazete yılın dikkate değer iki yüz kitabını sıralayacaktır.
Böyle bakınca daha önce okumak için bir kenara ayırdığım, her defasında canımın çok çekmesine rağmen çeşitli nedenlerle uygun bir zamanı kolladığım ‘o’ kitabı yılın en ışık dolu günlerinde Mayıs sonu Haziran başında, kovitin karanlığından kaçmak için gittiğim Marmaris’te, kimsenin olmadığı sahilde ve sahile 44 adım mesafede olan küçük evde okudum: Tuncay Birkan’ın Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960.
Kitabın bazı bölümlerini Birkan daha önce çeşitli dergilerde, mecralarda yayınlamıştı, ilgiyle okumuş, onların bir kitap bütünlüğüne kavuşmasını bekliyordum. Yapıt 2019’da Metis Yayınları tarafından basıldı.
Birkan’ın çalışmasını okumak hayli zevkli ama kolay değil. Her şeyden önce çok küçük bir puntoyla basılmış 513 sayfalık bir metinden söz ediyoruz. Birkan, Türkiye’de daha önce örneği belki sadece Kemal Tahir’in notlarının yayınlanmasında görülen bir çabayla daha önce Refik Halit Karay’ın gazetelerde kalmış tüm yazılarını toplayıp yayına hazırlamıştı. Muhtemelen o dönemde gazete dünyasına dalınca “dünya ile devlet arasında”ki Türk muharririnin durumu dikkatini çekti ve yakın tarihin bu dağdağalı 30 yılında siyasal planda cereyan eden hadisatın edebiyat dünyasını ve yazarları nasıl etkilediğini kaleme aldı.
Kitap Refik Halit’in affedilip 147’lik olarak gittiği sürgünden Türkiye’ye dönüşüyle başlıyor ve 30 yılın edebiyat hareketlerini hem kendi iç meseleleri hem de basın dünyasına yansımalarıyla irdeliyor. “İç meseleleri” kısmı elbette önemli ama bunca gazetenin taranması ve bilhassa o kanattaki hareketin sergilenmesi büyük emek ve çaba işi. O dönemde edebiyat özünde toplumsal bir mecraydı ve bu tanımı ona sağlayan büyük ölçüde basında cereyan edişiydi.
Bu bakımdan herhangi bir hareketin basında ele alınışı bize dönemin zihniyet dünyasını yansıtıyor ki Türk edebiyatının zihinsel arka planı, o edebiyatın sosyal ve kültürel tarihin içinde temellendirilmesi bizde çok az denenmiş bir konudur. En büyük eksiklerimizden biridir. Birkan değerlendirmelerinde ayrıca edebiyat eleştirisinde ve çözümlemelerinde gözden kaçırılmış, hiç değinilmemiş can alıcı bazı saptamalarda da bulunuyor. Ama ana mesele olan devlet ve yazar, piyasa ve yazar ve bu konuların dallanıp budaklanmaları ufuk açıcı katmanlar getiriyor.
Üslubunda, kitabın girişinde ve sonucunda sergilediği yaklaşımda katılmadığım bir tutumu var ama bu da onun kişisel seçimi ve üslubu. Bunun ötesinde bu kitap çok ciddi, çok değerli, çok başarılı ve özgün bir yapıt.
Tamam, “o” kitap bu yıl için bu kitaptır ama bir bu kadar heyecanlanarak okuduğum Ghent’te açılan Van Eyck sergisine eşlik eden muhteşem kitabı da anmadan geçemem. Ha, bir de her yılın bir kitabı daha var: Sait Faik’in “Bütün Öyküler”i. Karanlık ve aydınlık, mahzun ve coşkun günlerin lezzeti onun öykülerindedir.
Ermeni Evine Figan Kuruldu: 1915 Destanları ve Halep / Ayhan Aktar
Teknopolis: Akıllı Makineler, Dağınık Zihinler / Mustafa Arslantunalı
Secular Translations: Nation State, Modern Self, and Calculative Reason / Talal Asad
Bu soruya listemi ancak üç kitaba indirerek cevap verebilirim; aralarından yalnızca birini tercih etmeyi beceremeyeceğim –yazarların soyadı sırasıyla bahsedeyim bunlardan. İlki Ayhan Aktar’ın Ermeni Evine Figan Kuruldu başlıklı çalışması. 1915 soykırımından sağ kalmayı başaran ve Halep’te yaşama tutunma çabasında olan kadınlı erkekli kimi halk ozanlarının Ermeni alfabesiyle Türkçe basılmış destanlarını (bu arada, bu metinlerden Aktar’ı haberdar eden ve bunların transkripsiyonunu yapan Püzant Akbaş’a da çok teşekkürler) müthiş bir sosyal bilimler analiziyle okuyucuya ulaştırıyor. Metinler zaten çok sarsıcı ama yalnız yaşanan büyük felaketin bir dökümü değil, sonraki yaşamda karşılaşılan gerilimleri yansıtması bakımından da çok önemli belgeler bunlar. Aktar’ın okumasıyla önemleri çok etkileyici bir şekilde vurgulanıyor. Türkçe’de de Ermeni soykırımıyla ilgili nitelikli akademik çalışmaların sayısında son 20 yılda önemli bir artış olmasını çok sevindirici buluyorum ama bu çalışma birinci ağızdan duyguları da aktarmasıyla ayrı bir değerde.
2020 içinde beni çok etkileyen ikinci kitap Mustafa Arslantunalı’nın Teknopolis’i. Üstelik bu çalışmanın ilk hallerini büyük ölçüde okumuş ve fikirlerimi Arslantunalı’ya belirtmiştim. Ancak metni son haliyle basılmış olarak okuyunca tam kelimesiyle büyüleyici buldum. Ele aldığı konular gibi teknolojinin bir eseri bu; internette gezinirken bir yerden başka bir konuya atlarsınız ya merak açlığıyla – burada da müthiş başarılı sıçramalarla ama hiçbir kopukluğa sebep vermeden bir çalışma üretmiş Mustafa Arslantunalı. Ben bu kitapta insanı farklı bir canlı yapan çok şeye rastladığımdan, sayesinde yepyeni bilgiler öğrendiğimden, haklarında düşünmeye başladığımdan, dahası izlerini sürmek için heveslendiğimden çok heyecanlı ve mutluyum.
Tamamlamakta olduğumuz bu yıl içinde okuduklarım arasında çok beğendiğim üçüncü kitap da, zaten tüm çalışmalarının hayranı olduğum Talal Asad’ın Secular Translations: Nation State, Modern Self, and Calculative Reason başlıklı 2018’de yayımlanmış kitabı. Benim akademik olarak odaklandığım konulardaki başucu kitaplarımdır Asad’ın tüm çalışmaları. Antropolojik kategorilerin sömürgecilik süreçlerindeki karşılaşmaların ürünü olduğunu ortaya koyarak başladı akademik faaliyetlerine Asad ve din, tören gibi kavramların nesnel değil tarihi, yerel süreçlerin ürünü olduğunu gösterdi öncelikle. Sonra da seküler olarak adlandırılan olgunun oluşumunu çok sofistike bir şekilde tartıştı. Bu son kitabı 2017’de Columbia Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde verdiği üç konuşmanın metinlerinin bir araya getirilmesinden oluşmakta. Aslında müthiş bir akademik meseleyi tartışıyor farklı bağlamlarda: Günümüz dünyasını bir nesne olarak alan bir araştırmacı verili bir durumun özgül şartlarına odaklanmak yerine nasıl ikna edici bir şekilde daha geniş bir bağlamda konumlandırabilir meselesini? Büyüleyici bir kafası var Asad’ın ve bu meselelerdeki ufuk açıcılığı eşsiz. Bu arada Asad’ın eserlerini Türkçe’ye kazandıran Ferik Burak Aydar’a da teşekkür etmek isterim…
Babamı Kim Öldürdü / Édouard Louis
Benim için 2020’nin kitabı Édouard Louis’in Babamı Kim Öldürdü adlı romanı oldu. Etkileme düzeyi o kadar üst seviyedeydi ki okumak yetmedi bir de tiyatro sahnesi için yönettim. Neydi büyüsü bu romanın? Dünyaya fırlattığı bakışın perspektifi. Yoksulların, işçi sınıfının içinden gelen bir yazar olarak Édouard Louis ne sınıfa övgüler düzmüş, ne de hakir görmüş. O yaşantının içindeki insanları olumlu, olumsuz yönleriyle görebilmeyi başarmış. Bir ferdi olduğu sınıfın şahsı üzerindeki etkilerini, duygularını olanca keskinliğiyle hatırlıyor Édouard Louis. Ancak salya sümük bir duygusallığa izin vermiyor. Duyguları sürekli düşünce süzgecinden geçiriyor, ne tür toplumsal hastalıkları barındırdığını anlamaya çalışıyor roman boyunca. Erkek egemen toplumun barındırdığı nefret, şiddet, ayrımcılık, toplumsal cinsiyet şiddeti gibi ögelerin her bir yaşantı parçacığında izini sürüyor.
İnsanın siyaset ile olan ilişkisini reddetme şansının olmadığının altını çiziyor ve en büyük siyasi hamlesini de “babalarımızı” yoldaşımız yaparak tamamlıyor. Çünkü kurtuluş için babalar değişimin gözleneceği ilk iyi hücre… onların o sekter, vurdumduymaz dünyasında meydana gelecek değişimler büyük dönüşümünde önemli bir desteği olacak.
İnsanın ürettiği bin türlü toplumsal hastalığı maharetle anlattığı gibi umudu da elden bıraktırmayan perspektifiyle Babamı Kim Öldürdü ve Édouard Louis 2020’nin ve sonrasının müthiş keşfi olarak anılara kazınacak. Tabii ki bu yükte hafif pahada ağır romanı aynı nefasette çeviren Ayberk Erkay’ı unutmadan.
Bonobo ve Ateist: Primatlar Arasında İnsanı Aramak / Frans de Waal
Bonobo ve Ateist. Bu yıl, beni meşgul eden kitapların başında geliyor. Frans De Waal’ın bu kitabı yeni değil. Ben yeni okudum. “Vicdanın ve ahlakın kökeni var mıdır, varsa nereden gelir?” sorusu, yazdığım bir senaryonun temel tartışmasını oluşturuyordu. Buraya, biyoloji felsefesi, evrim pragmatizmi ve yazarın primatlarla kişisel deneyimleri tarafından bakmak zevkliydi. Bir çok yeni şey düşündüm. Bir çok şey öğrendim. Uçarı kaçarı halde zihnimde dolaşan bazı kavramlar ete kemiğe büründü. Tabii, bu tür kişisel deneyimden kaynaklanan felsefi okumaların daima epistemolojik sorunları vardır. Ama, işi bu raddeye götürmemek lazım. Bu kitap değerli bir kitap.
Topyekûn, insanı anlama çabası anlamlı mıdır, değil midir bilemem. İnsan davranışlarını anlama işi hem değerlidir, hem de anlamlıdır. Primatların öyküsüyle bizim öykümüz arasında benzerlikler de var, benzemeyen taraflar da. Bir dramatist olarak, öyküler arasındaki benzemezliklerin yazınsal açıdan zenginlikler bulma fırsatı verdiğini düşünürüm. Bu kitap, bu nedenle de etkileyiciydi. Okuduğum için çok memnunum.
İkinci Hayat / Nurdan Gürbilek
Severek okuduğum her kitap beni çarpar ama İkinci Hayat başka etkiledi. Evden dış dünyaya, iç ve dış bağlardan karmaşık girdaplara, acımasız sınırlardan çıkmaz yollara, büyük umutlardan yıkık surlara, bozkır yalnızlığından taşra kuytularına, coğrafyadan kadere… Yazıya sığınarak kurulmuş ikinci hayatlar var kitapta. Kadrosu hayli kalabalık. Yol boyu yazarları karşılaştırıp özenle tartıştıran Gürbilek’in zarif tarzı da etkiliyor okuma hazzını.
Küçük bir örnek: “Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen (‘Ev ilk evrenimizdir’) Bachelard var. Öte yanda bir ‘Yola Çıkış’ Kafka’sı: ‘Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime varabilirim’. Bir yanda yeni silahların ancak kaçış çizgilerinde yaratılacağını söyleyen (‘kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz’) Deleuze var. Öte yanda ‘yurt saçmalıkları’ bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry: ‘İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir’. Arkalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini, bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyuluyor: ‘Ev geçmişte kalmıştır.’”
Yazısında bütün duyuş ve düşünüş damarları görülebildiği halde (belki de bu nedenle), ne kendinden söz etmiş ne de okuru bilgiçliğiyle mahcup etmiş. Hangi konuyu işlemişse zihni ve duyuşu yeni “zihin yaylalarına” taşıyanların en yenisi Nurdan Gürbilek. Başka dilde, diyelim İngilizce yazıyor olsa, eminim dünyaca okunurdu. Türkçeye konmuş nadir şanslarından biridir diyebilirim.
Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun / Selim İleri
Ay Çöreği – Teknoloji, dil ve iletişim üzerine denemeler / Mustafa Arslantunalı
Poetik ve Politik – Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi / Besim F. Dellaloğlu
Şundan birkaç yıl evvel kıyamet kopacak dediklerinde inanmadıydık. Eh, birkaç yıl ıskayla 2020’yi denk getirdiler diyelim! Bu yılı ölene kadar anlatacağız, orası şimdiden belli. Hepimiz gibi benim için de bu yıl uzun zamandır yapamadığım kadar okumaya vakit ayırabildiğim bir yıl oldu. O yüzden “o kitabı” seçebilmek pek mümkün değil. İnanılmaz kitapların art arda yayımlandığı bir yıl olduğu için değil maalesef; yılın hangi ayında okuyup nasıl etkilendiğimizin ve şu anda o etkiden neyin kaldığı ile ilgili. Ancak bu karmaşadan çıkmanın bir yolu olmalı. Neticede okuyabildiğimiz kitaplardan bahsedebiliyoruz. 2020’de de okuyamadığımız kitaplar çoktu: hâlâ yazılamamış kitaplar, Türkçe yazılıp başka dillerde yayımlanabilen kitaplar, başka dillerde yazılmış ama henüz Türkçe okuyamadığımız kitaplar... “O kitap”ları bilemiyoruz...
***
2020’nin izleri arasında Adalet Ağaoğlu’nu yitirmemiz başta sayılmalı bence. Bin yılın derdini bir asırda anlamaya, bizlere anlatmaya adamıştı ömrünü. Ölmeye Yatmak’ı bu yıl tekrar okumak andımız sayılabilir.
Adeta vaktini beklemiş bir karşılaşma da yaşadım bu yıl. 25 yıl sonra karşıma çıkan, Mustafa Arslantunalı’nın Ay Çöreği. O vakitler kitapçı rafından elime alıp şöyle bir karıştırıp, duymadığım bir yazarın garip, uçarı başlıklı yazılarından oluşan bir kitabı diye düşünüp yerine koymuştum, diye hatırlıyorum. Bu satırları okuyan genç arkadaşlar varsa, size kırkımdan tavsiyem olsun, yapmayın arkadaşlar böyle şeyler! Yapsanız da buluşursunuz o kitapla ama vakit kaybetmeye gerek yok...
Ve 2020’de Selim İleri o romanı yazdı! Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun, edebiyatımızda bir devrin kapanış metnidir. Edebiyatın iki dev ismini aynı sahnede izlemek her okur nesline nasip olmuyor. Elli yılı aşkın süredir müdahale eden romanlara imza atan Selim İleri, kalemini tazelemenin bugün de örneklerini vermeye devam ediyor...
2020 tüm özellikleri içerisinde “Türkçe Edebiyat” tartışmasının yeniden alevlendiği ve bu kez 25 yıl öncesinden daha seviyeli ve derinlikli bir boyuta eriştiğiyle anılacaktır. Bu bağlamda, Mehmet Yaşın’ın Poeturka’sını 2020’nin kitapları listemin başına koymalıyım.
2020 benim için ayrıca Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler’le (akademiyle mi?) bağımın kopmasının yılı oldu. Birkaç ay sonrasında çıkıp gelen, Besim F. Dellaloğlu’nun Poetik ve Politik – Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi böylece manidar bir zamanlamaya tekabül etti. Keşke on yıl önce yazılmış olsaydı da her yeni dönemde öğrencilere öncelikli okuma olarak verebileceğim bu kitap elimde olsaydı... duygusuyla okuyorum kitabı...
Fakat bu yılın güzel haberleri de oldu neyse ki. En güzellerinden birini sona doğru saklamış. Birgül Oğuz’dan İstasyon geldi! Kelime kelime dokuduğu metnini cümle cümle okumaya yeni başladım...
O zaman o şarkıyla kapatalım mı bu yılı?
Mükemmel Boşluk / Stanislaw Lem
Kim bilir, belki her eleştirmenin gizli hayali, canı istediği gibi çekiştirebileceği, hatta biçimlendirebileceği, ‘teori’ye uygun hale getireceği kitapları ele almak, eserin kendisiyle eleştirisinin karşılaştırılma ihtimalinden sonsuza kadar kurtulmaktır; “talebeler olmasa maarif ne güzel idare olunurdu” belki, ama hayali kitaplar üzerine dişe dokunur bir şeyler yazmak, bunu yaparken okuru hayali olan ve olmayan pek çok şey üzerinde düşünmeye sevk etmek hayal gücünü fazlasıyla işe koştuğundan, uzaktan öyle görünmese de pek müşkül bir iş. Tekrarı imkânsız bile görünebilir.
Bugünlerde “türler arasılık” moda haline geldi, denemenin, felsefenin izlerini taşıyan, düzyazı ile kurgu arasında gidip gelen romanlar, melez metinler daha çok yazılır, daha çok okunur oldu. Melezliğin değil kategorilerin gelip geçiciliğinie işaret eden Mükemmel Boşluk, edebiyatta yeniliğin hiçbir zaman o kadar da yeni olmadığının bir kanıtı. Veya hep yeni olabildiğinin. Ki ikisi de aynı kapıya çıkar.
Son Bakış / Irmak Zileli
Yıl sonlarının “en”li sorularına genellikle yan çizerim ama, sorunuzdaki “etkileyen” sıfatı bende fenomenolojik bir çengele takıldı; zihnimde son okumalardan kalanlar arası bir yoklama çabasına girişmekten hoşlanacağımı anladım.
Kitaplar sizi kurcalamaya farklı nedenlerle devam edebiliyor. Kimisi sizde zaten büyümekte olan bir meseleyle bağlantılandığı için (Sahnenin Dışındakiler), kimisi acemilik ürünleri arasında barındırdığı bir adet olağanüstü öykü (“Töz”) dolayısıyla (Uzağa Gidemem), kimisi konu ve kurgu açısından oluşturduğu kavşaklardan ötürü (Tarihî Kırıntılar)... Bu seferki bakma tartma sürecinin sonunda Irmak Zileli’nin Son Bakış’ı ağır bastı. Belki kapanmışlıklar üst üste geldiğindendir: Romanda, biri ‘anlatıcı ben’ olmak üzere, kendi bedenine hapis durumda iki kadın var, ben bu kitabı “altmış beş artı” damgasıyla mutlak bir biçimde kapatıldığımız aylardan birinde, Nisan 2020’nin başlarında okudum ve şimdi de az çok kapatılmış haldeyiz. Bir başka neden, romanın adından itibaren oluşan çağrışımların zenginliği olabilir:Orfeus ile Öridike, Son Bakışta Aşk, Son Akşam Yemeği, Döşeğimde Ölürken, vb. Son günlerde televizyonların yine Gürcü vb. yatılı yabancı yardımcılardan söz etmesi de var elbette; ne de olsa ölüm gündemde, ayrıca yüksek katlardan düş(ürül)en genç kadın haberleri aldığımız bir zamanın ruhu kol geziyor zaten.
Bu dış dünya, yüzeydeki olay örgüsü açısından romanın ilk eldeki iç bağlamından kat kat daha sert. Romancı, bir tür meydan okumayla, dış dünyanın kaçınılmaz güncel çağrışımlarına tam olarak yaslanmayıp, deyim yerindeyse “suç fiili”ni en “ufak” boyutlular arasından seçmiş ve trajiği oradan hareketle oluşturmuş. “Suç fiili” dediğim, anlatıcı kişimiz olan genç Gürcü bakıcı Tina’nın azar işitmekten, terslenmekten ya da soğuk karşılanmaktan çekinir duruma getirilmiş olmasıdır: bireysel olduğu kadar, toplumsal ve sistematik de olan o iktidarcılık suçu, içselleştirdiğimiz zorbalık. Romanın başlıca başarısı bu: “Suç saiki”nin, yeterince dikkat edilmediğinde fark edilmeyebilecek kadar ufak tutulmuş olması. Böylelikle her tür çağrışımı hem sağlayan hem de aşan bir biçimde, çok yalın, çok zengin bir roman konulmuş önümüze.
Odaklanılan “reel” zaman kısacık, yarım saat gibi bir şey. Ölümün tastamam eşiğinde, düştüğü betonda sönümlenmeye duran bir genç hayat. Romancı, bilinç akışına yakın bir yaklaştırma (zoom) ve ağır çekim tekniğiyle, ânın kırılganlığı karşısında hissedilir bir tür saygıyla, anlatımı alabildiğine boyutlandırıyor. Pek az zorlayarak, o âna pek çok anı ve soru, akla takılmış noktalar, duygulanımlar, dilsel veriler, yalnızlıklar, yabancılıklar ve geçişler sığdırıyor. Ön plandaki olay örgüsünün sertliğine meydan okuyan bir yumuşaklık egemen anlatıya. İnandırıcı, çünkü insan ruhunun hayati anlardaki ketlenme özelliğine aşinayız.
Bu son noktaya, romanın bu yumuşak, neredeyse “hafif” tonuna epey takıldım. Deneyimin mümkün olmadığı pek çok durumdan söz edilebilir ve ölüm bunlardan biridir, belki de başlıcası. Ölü, ötekidir; ölüm deneyimi ötekine ait. Yine de can çekişme ânı diye bir şey var, geriye, yani hayata dönüşü olmayan, ancak bir biçimde bilincimize, öleceğini anlayan beyne “yansıyan”. Nasıl ve ne kadar? Bilemeyiz. Sönümlenmekte olan bir yaşamın söylemi söz konusu... Olay örgüsündeki farklılıklara rağmen, o müthiş Blanchot anlatısıyla bağlantı kurmadan edemiyorum. Şöyle diyor Blanchot: “Bu hafiflik hissini onun adına çözümleyecek değilim. Belki de birdenbire yenilmez olmuştu. Ölü - ölümsüz. (...) Gizli bir dostluk bağıyla bağlanmıştı artık, ölüme.” Blanchot çağrışımı dille de ilgili. Romandaki genç Gürcü, Tina, kendi Türkçesine mesafe alıyor bir ara, Blanchot’nun metnindeki kişinin, işgalci komutanın Fransızcası karşısında irkilmesi gibi. (Maurice Blanchot, L’instant de ma mort, Fata Morgana, 1994. Buradaki alıntının çevirisi benim.–N.A. Kitabın Türkçesi için: Maurice Blanchot, Ölüm Ânım, çev. Bahadır Turan, Encore Yay., 2012. Melih Başaran’ın çeviriye eklenen “Son söz”ü de ufuk açıcıdır.)
Son Bakış’taki ölüm bir yandan da reel sosyalizme ait. Kamplar, Stalin (s. 49): “Macera”, reel sosyalizmin içlerine doğru uzanıyor. Hiçbir şeyi değilse bile eşsiz bir sağlık ve eğitim örgütlenmesini başarmış bir devrimin çocukları, kapitalizme geçildikten sonra tıpkı 1960’lardan bu yana bizim gibi ülkelerin de başına geldiği üzere dünya sömürü piyasalarının kurbanlarına dönüşüyor. Kitabın kapağında gördüğümüz bale pabuçları biraz da bunun simgesi.
Portreler / John Berger
John Berger en son üniversitede “görme biçimleri”mi değiştirmişti, yıllar sonra “Portreler”iyle 2020’me derman oldu.
Yıllar yılı da beni başka diyarlara götüren bir tavşan, bir “merak dolabı” yahut bir “çiçek dürbünü”, sanatı, sanatçıyı, insanı anlama, farklı bakma rehberi, ilginç portre ya da bakış açılarıyla tanışma fırsatı olacak...
Portreler, Berger’in hayatı boyunca sanat ve sanatçılar hakkında kaleme aldığı yazılardan oluşan iki ciltlik kitabının ilki, diğeri Manzaralar imiş. Manzaralar bende yok. Metis Yayınları’ndan ikisi de...
Kitabı hazırlayan Tom Overton’un, John Berger’in hikâyeciliğini anlatışıyla başladığı Portreler, 74 “portre” üzerinde duruyor. Chauvet mağara resimleriyle başlayıp Louvre’da ilk gördüğümde beni şaşkına çeviren Feyyum portreleriyle ilerleyen kitaptaki her kısa yazı, insana yeni bir merak alanı, insan-dönem hikâyesi, yeni bir felsefi evren ya da görme biçimi sunuyor.
Yazarımız, Caravaggio’dan Goya’ya, Henri Matisse’den Jackson Pollock’a portre portre farklı zaman ve mekânlarda, ruhlarda gezerken açık ya da gizliden sorular soruyor ve yanıtı arayışına beni de ortak ediyor...
Albrecht Dürer misal ona “Bir kimse neden kendi resmini yapar?” sorusunu sordurmuş, Fernand Leger ise günlük nesnelerin resimdeki yerini...
Böyle yazınca ağır, ağdalı bir şey gibi duyulmasın; ilkokul yaşında bir çocuğum olsa misal, ona her bir portreyi okumak isterdim. Bazı kelimeleri anlamazdı muhtemelen... Büyüğü de olsam bazı terimleri ben de ilk kez duyduğumu söylerdim de, gülerdik belki... Ama kitapta bilinçli olarak siyah beyaz tutulmuş resimlerin üzerine konuşmak için kesin vakit ayırır, internette o ressamı ve eserlerini daha fazla görmek için zaman geçirirdik...
“2020’me derman oldu” demem biraz da ondan.
Berger’in her portresi ayrı film.
Kitap falı bakar gibi açıyorum bir portre. Belki 5 sayfa. Ama o 5 sayfa, bazen saatler, bazen günlerce bir portreye, eserlere bakmamı sağlıyor.
Bir müzede ya da galeride sergilenen sanat eserini seyrettikten sonra, yaratıldığı atölyeye girmeye çalışırım. Ve orada, oluşum sürecinin hikâyesine ilişkin bir şeyler öğrenme umuduyla beklerim. Hikâyeye içkin umutlara, seçimlere, hatalara, keşiflere dair bir beklenti. Kendi kendime konuşur, atölyenin dışındaki dünyayı gözümde canlandırır, belki tanıdığım ya da asırlar önce ölmüş olan sanatçıya seslenirim. Kimi zaman yaptığı bir şeyden yanıt gelir. Hiçbir zaman bir neticeye varılmaz. Bazen her ikimizi de şaşırtan yeni bir alan açılır. Bazen de soluğumuzu kesen –bir gizin açığa çıkması gibi soluk kesici– bir hayal dünyası belirir.”
John Berger’in o umudu da, merakı da, keşif heyecanı da, insani anlayışı da, empatisi de yazılarından okunuyor. Anlattığı portreler üzerinden bir John Berger portresi de çiziliyor. İnsan onu okurken insana yaklaşıyor.
“O kitap” sorulduğunda onlarcası aklımdan geçti. 2020 hem “çok var”, hem “çok yok” bir yıl olduğundan kafam da karıştı; “Onu bu yıl mı okudum?”
Belki beni daha çok etkileyen başka bir kitap olmuştur ama Portreler’i ayrı bir yere koymak isterim...
Bir de son anekdot...
Geçenlerde gazeteci-belgeselci Coşkun Aral ile “Nasıl Olunur” isimli podcast’im için söyleşiyorduk. Coşkun Abi, Abidin Dino ile yakın dost, Paris’teki zamanının çoğunu onunla geçirmiş. Pek çok pazar günü de Dino’nun evine bir dostu gelir, Aral da onlara omlet yaparmış. Peki kim bu dost? Coşkun Abi’nin o dönem fark etmediği şekilde John Berger... Ben de ekleyeyim; Coşkun Aral’ın, peynirli ve maydanozlu omletini pek seven Berger, Portreler’de Abidin Dino’dan da, Nâzım Hikmet’ten de söz açmayı ihmal etmemiş...
Arıların Bildikleri (Ve Dünyamızdaki Yaşam İçin Önemleri) / Thor Hanson
Arıların Tarihi / Maja Lunde
Her şeyin etoburluktan vazgeçip vejeteryen olan bir eşekarısıyla başladığını biliyor muydunuz? Bugünkü bal arılarının atası.
Biz insanlar tükettiğimiz her üç gıdadan birini arılara borçluyuz. Evet, yediğimiz her üç lokmadan biri. Liste uzun. Arılar olmasa buğday da yok, kişniş de, kırmızı biber de. Badem yok, balkabağı yok, karalahana, kakule ve kahve de yok.
Uzatmayacağım.
Arıların Bildikleri (Ve Dünyamızdaki Yaşam İçin Önemleri) kitabının yazarı Thor Hanson aktarıyor, bir gün oğlu Noah’nın söylediği bilgece sözü:
“Dünya biz olmadan da yapar, ama arılar olmadan yapamaz.”
Çünkü insan dışında da birçok canlı ve doğanın birçok dengesi, arılara muhtaç. Doğada evrimin inşa ettiği işbirliği, karşılıklı çıkar ilişkileri, fırsatçılık ve dayanışma şaşırtıcı. Her şey yaşam için!
Metis Yayınları’ndan Kasım ayında çıkan bu kitap, benim 2020’de en tutkuyla okuduğum kitap oluverdi, elimden bırakamadım. Kemal Güleç’in rahat çevirisi de işimi kolaylaştırdı.
Birkaç yıl önce Norveçli romancı Maja Lunde’nin Arıların Tarihi romanını okurken de sarsılmıştım. Kitabın bir bölümünde arıların yok olmaya başladığı ve “Çöküş” adını verdiği günümüzü anlatıyor, bir başka bölümünde ise arıların tamamen yok olduğu bir gelecek tasavvur ediyordu. Çin’de yüzbinlerce insanın ağaçların üzerinde tek tek elle polenizasyon (tozlaşma) gerçekleştirdiği korkunç bir gelecek tasavvuruydu bu.
Amerikalı biyolog Thor Hanson’un kitabı ise bizi sahici arılarla, onların asıl tarihiyle, davranışlarıyla, gerçek yaşamlarıyla tanıştırıyor. Arılarla ilişkimizi irdeliyor. Doğanın hangi rastlantılarla, hangi kazalarla geliştiğini anlatıyor, hangi alışkanlıkların yer edip yaşamı belirlediğiyle veya tersine yaşamı tehdit ettiğiyle yüzleştiriyor bizi.
Yaşamın tehdit altında olduğu şu günlerde, geç bile olsa, en okunası kitap.
Pozitiflik aşısı.
The End of the French Intellectual / Shlomo Sand
Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? / Perihan Mağden
Kitap deyince, beni bir kitapla susturamazsınız, birkaç kitaptan bahsedeceğim. Utanarak itiraf ediyorum, hemen hiç kurgu okumuyorum, buna ‘meslek defosu’ diyebilirsiniz. O kadar çok, tarih, siyaset, biyografi, anı vb. okuyorum ki, edebiyat damağımı nereyse tümüyle kaybettim. Ama bu yıl, gecikmeli olarak Perihan Mağden’in Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? ’sini okudum, damak tadım geri geldi. Perihan’ın romanları içinde Refakatçi ve Haberci Çocuk Cinayetleri benim en sevdiklerimdi, bunlara bir tane daha ekledim. Perihan Mağden’in daha çok gazete yazıları ile tanınması büyük kayıp, bence edebiyatçılığına hak ettiği değer verilmiyor. Ama Mağden’in romanından neden, nasıl etkilendiğimi anlatmaya girmeyeceğim, çünkü edebiyat üzerine yazmak edebiyat eleştirmenlerinin, ya da fazlasıyla şahsi bir konu.
2020’de mesleki kitaplar dışında, ‘keyif okuması’ dediğim kitaplar içinde de, en çok Shlomo Sand’ın İngilizce çevirisinin 2018’de yayınlandığı The End of the French Intellectual (London, Verso) kitabını büyük bir zevkle okudum. Sand çok tartışmalı bir yazar, doğrusu ününü kazandığı The Invention of the Jewish People’a (London, Verso, 2009) benim de bazı itirazlarım var. Son kitabının ismi, konunun Fransız entelektüel dünyası olduğu yanılsamasına neden olabilir, ancak Sand’in çıkış noktası genel olarak aydınlar veya daha doğru deyimle ‘entelijensiya’. Sorun olarak işaret ettiği nokta ise, entelektüel dünyanın da kendi içinde iktidar ilişkileri açısından sorgulanması gerektiği. Sand, iki dünya savaşı arasında Batılı aydınların totaliterlik karşısında sanıldığı kadar eleştirel tutum takınmamış olduğu ve savaş sonrasında, sol entelektüellerin Sovyetler Birliği’ni sorgulamaktan kaçındığı konularını artık tüketilmiş tartışmalar olarak görüyor. Sand’in dikkatimizi çekmeye çalıştığı, bu dönemler sonrasında da, entelektüellerin ‘anti-totaliter burjuva düzeninin dalkavukları haline gelmesi’ ve varlıklarıyla prestijlerini bu çerçevede sürdürmüş oldukları. Kitabın alt başlığından da (Zola’dan Houellebecq’e / From Zola to Houllebecq) anlaşılabileceği gibi Sand eleştirel yaklaşımını on dokuzuncu yüzyıldan günümüze Fransız ‘entelijensiya’sına odaklı olarak geliştiriyor. Ancak, ‘aydınlar’ın, mevcut siyasi iktidarlar dışında da, ‘prestij’ üzerinden kendilerinin sahip olduğu iktidar ve iktidar ilişkilerini sorun olarak işaretlemesi, Sand’in kitabını, genel olarak entelektüel dünya üzerine düşünme açısından çok ilginç ve önemli kılıyor.
Aslında, bu kitap benim entelektüellere ilişkin, son yıllarda yayınlanmış ve zevkle okuduğum bir dizi kitabın sonuncusu. Onun için biraz da onlardan söz edeyim; bu kitaplardan biri, tarihsel arka plan ve Frankfurt Ekolü çevresinde görülen farklı Habermas, Marcus, Adorno, Horkheimer başta olmak üzere farkı sesleri, kuramsal dilden daha akıcı bir üslupla değerlendirdiği Grand Hotel Abyss – The Lives of the Frankfurt School (Stuard Jeffries, London, Verso, 2016). Frankfurt ekolü’nün neo-Marksist mi yoksa Marksizm karşıtı mı olduğu, veya ‘Alman Romantizminin devamı mı olduğu’ gibi tartışma konusu edilebilecek sorulara yer vermesine rağmen kesinlikle sığ bir polemik kitabı değil. Veya Habermas’ı, bu ekolün Cassandra’sı olması beklenirken Pollyanna’sı olarak tanımladığı için renkli bir uslüba sahip olmasına rağmen bir entelektüel magazin örneği değil.
Entelektüellerin tarihine ilişkin diğer bir kitap, Fransız varoluşçu entelektüellerin dünyasına dair renkli bir tablo sunan, At The Existentialist Cafe – Freedom, Being and Apricot Cocktails (Sarah Bakewell, New York, Other Press, 2016). Fransız varoluşçu çevresine ilişkin renkli tablo denince, akla hemen Sartre ve Beauvoir ilişkisine dair yazılmış pek çok kitap, anı, polemik gelmesin! Doğrusu, bu konuda yazılmış en renkli eser, Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü romanı idi. Bakewell, kitabının sonunda “Sartre ve Heidegger’i ilk okuduğunda felsefecilerin kişilikleri ve ilişkilerinin önemli olmadığını düşünmesine rağmen otuz yıl sonra, düşüncelerin kuşkusuz önemli olmasına rağmen, kişisel tarihlerin neredeyse daha önemli olduğunu” söylüyor, ancak kitabı, kişisel tarihlerin çok ötesinde düşünsel sorgulamalar içeriyor.
Çok uzattım biliyorum ama, kitaplarının neredeyse tümünü zevkle okuyarak çok yararlandığım Richard Wolin’in yine Fransız sol entelektüel dünyasına ilişkin kitabından söz etmeden bitirmek istemiyorum. Stalin Rusya’sının savunulur yanının kalmadığı noktada, Mao ve Çin deneyiminin entelektüeller arasında ‘radikal şık’ (radical chic), ‘günün siyasi modası’ (political fashion du jour) haline gelişinin öyküsünü anlattığı, The Wind From The East/ French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960’s (Princeton University Press, 2010). Meraklısına şiddetle tavsiye ederim.
Fransızca da bilmediğim halde, kafayı Fransız entelijansiyasına takmış görünebilirim, ama sizi temin ederim, mesele Fransa örneği değil, hepsi aydınlar üzerine düşünmeyi kışkırtan kitaplar. Tam da bu nedenle, daha da uzatmak istiyorum ama en iyisi tadında bırakmak. Bir diğer sorun, söz ettiğim kitapların hepsinin İngilizce olması, artık o da yayınevlerinden talebimiz olsun. İyi çevirmeler, iyi okumalar, iyi yıllar!
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde / Olga Tokarczuk
Nobel başta olmak üzere kazandığı daha nice ödül bir kenara, Olga Tokarczuk’un hem edebiyatı hem düşünceleriyle parladığı bir roman olduğu için tercihim Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’den yana. İnsanın insana ettikleriyle kalmayıp dünyaya, doğaya, hayvana ve elbette dönüp dolaşıp kendisine getirdiği şiddeti gözler önüne seriyor bu roman. Ama bunu o öyle bir ustalıkla, öyle bir incelikle yapıyor ki insanı edebiyatın gücüne yeniden inandırıyor. Janina, uzak bir Polonya köyünde, astroloji çalışarak yıldız haritalarını inceleyerek, William Blake’in şiirlerini tercüme eden tuhaf kahramanımız, gerçek bir hayvan dostu, tam bir münzevi. Düşman avcılar başta hayvanları olmak üzere huzuru bir tehdit oluşturunca bir anda işler sarpa sarıyor herkes için. Sonuna dek gizemini ve heyecanını koruyan kurgusu, çok katmanlı karakterleri, bütün kuşatıcılığıyla sadece Polonya'nın ya da Avrupa'nın değil insanlığın kalbine bakışıyla gerçek bir başyapıt. Adalet ve vicdan gibi insanın iki önemli meziyetini ele alıp yokluğunda neye dönüşeceğini gösteriyor Olga Tokarczuk. Didier Jacob onun için demiş ki “Tokarczuk ile birlikte, Nobel sadece bir kadın yazarı seçmedi, yüzyılının sesini seçti. Olga Tokarczuk, şiirsel üslubu ve akılda kalan hikâyeciliğiyle dönemine iz bırakan bir yazar.” Kendisine katılmamak mümkün değil.
On Earth We’re Briefly Gorgeous / Ocean Vuong
Karantinada dört duvar arasına kapandığımızda fark ettim, meğer ev yersiz yurtsuzluğu bazı kitaplar kadar gidermiyormuş. Bazı yazarların kurdukları dil kadar yatıştırmıyormuş yabancılaşma duygusunu. On Earth We’re Briefly Gorgeous (Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz) bu sene okuduklarım arasında beni en çok evimde hissettiren, yelkenleri suya serdiğim, gardımı düşürdüğüm kitaptı bu yıl. Şair Ocean Vuong’un zarif ama dirençli, duru ama yaratıcı dilinde hem güç hem de huzur buldum. Gelin görün ki İngilizce, Vuong’un evi değil. Vietnam’da doğup ailesiyle birlikte ABD’ye göçen biri için hasmının dayattığı dil de denilebilir. Amerika’da büyüyen göçmen bir genç kuirin okuma yazma bilmeyen ve İngilizce anlamayan annesine yazdığı (ve tabii asla okuyabilmesini beklemediği) bir mektup anlatı On Earth We’re Briefly Gorgeous. “Sana ulaşmak için yazıyorum” diyor annesine, “her ne kadar yazdığım her kelime beni senden bir kelime daha uzaklaştırıyor olsa da.” Dil ve anlam ilişkisini sorgulamak için illa saldırgan cümlelerle dili lime lime etmek mi gerekiyor?
Çirkinliği yadsımadan sıradanlığın güzelliğini ortaya çıkarabiliyor Vuong. Düşünüyorum da, bize bu ülkede reva görülen dil sadece bana mı yapay geliyor? Özeleştirisiz, iç hesaplaşmasız, toplumsal normlarla dertsiz, hatta toplumsal normların katı bir yorumunu savunanlara karşı meydan okurken bile gücünü yine belirli kurucu normlardan alan kör dövüşü dili… Kendini haklı olmaya şartlandırıp dilin kendine yontulduğu bir dönemdeyiz sanki. Oysa kullandığımız dille biz yontuluruz esas. Bana iki seçenek var gibi gelmiştir hep: Kullandığımız dile dönüşmek ya da onunla birlikte dönüşmek. Birincisini yapabilmek beni çok tatmin ederdi aslında, bunu becerebilenleri biraz kıskandığımı itiraf etmeliyim. Ama ikincisinin her anlamıyla beni iyileştirdiğini hissettim bugüne kadar. Ani DiFranco, Adrienne Rich, James Baldwin, Audre Lorde gibi müzisyen ve yazarlara Ocean Vuong’u da ekliyorum artık rahatlıkla. Barışıklardır kusurlarıyla. İnsan olarak büyümeyi, hayatta kalmayı, hayatın o gündelik irili ufaklı mücadelelerini, korkuyu, yası ve aşkı, sevgiyi, aidiyeti nasıl anlamlandırdığını ve adlandırdığını düşündürür, iyileşmenin yolunu açarlar. “Yazıyorum çünkü bana bir cümleye asla çünkü ile başlamamam gerektiğini söylediler. Ama ben cümle kurmaya çalışmıyordum – özgür olmaya çabalıyordum. Çünkü özgürlük, dediler bana, avcı ile avı arasındaki mesafeden ibaret.” Vuong’un anlatısının bu sene Türkçeye çevrilmesi ne de muhteşem oldu. Çünkü bize de çok şeyler söylüyor.
Ruhun Kuytusunda / Aharon Appelfeld
İnsanın toprağın içinden çıktığı andan itibaren ona bu kadar yakın olduğu, doğaya, her yeri kaplayan kara, ağır bir sise, hayvanların bile çıtını çıkarmadığı bir sessizliğe bu kadar yakın olduğu bir durum başka nasıl anlatılabilirdi ki? Bu zaten çoktan ölmüş olmanın, en derin umutsuzluklara kapılmış olmanın ve bu perdeyi aralamanın mümkün olmamasının başka nasıl bir ifadesi olabilirdi ki? İki kardeşin hayatı, Amalia ve Gad’ınki, en derin melankolinin karanlığında boğulmayı, nefes alınamaz bu yoğun dumanı dilin olanaklarını minimal bir zariflikle kullanarak anlatıyor. Küçük bir senfoni gibi! Küçük, kısa vuruşlarla ilerleyen, yuvarlak hatları olan zarif bir ölüm şarkısı. Başını bekledikleri ölüler kendileriyle ölüler diyarı arasındaki sınırı bulanıklaştırdıkça bulanıklaştırıyor. Niye ölülere göz kulak olunması gerekiyor? Bize söyleyebilecekleri bir yasa var mı?
En eski mi, en köklü mü bilinmez ama, işte o yasayı çiğniyor bu iki kardeş. Bu roman geçen yüzyıldan bize kalan bir tragedya bu yüzden. İnsanların birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin, birbirlerine çektirebilecekleri acıların göğe vardığı, şahlandığı bir çağın ortasında yazılmış. Ve tabii, hazzın, bir bedene sahip olmanın sağladığı zevklerin ortasında, bütün bunlar o yasa denilen şeyle çarpışırken, kendilerine küçük ve renkli bir odacık açabilmenin hayalini de kuruyorlar. Bu bir nefes alma en azından. Ölmediğini, yaşayan bir ölü olmadığını görmenin bedeli bu kadar ağır mı olmalı? Başkalarının hayatına karşı kayıtsızlıkla ya da merakla yaklaşmanın veyahut ona burun kıvırmanın ötesinde bir kişi bir başka kişinin acılarını ona acımadan ve “nesnel” bir şekilde kavramaya çalışmadan nasıl anlayabilir ki?
Ruhun Kuytusunda bunları anlatıyor işte!
View with a Grain of Sand / Wisława Szymborska
Bu sene çok güzel kitaplar okuyarak kaçtım, yeni şeyler öğrenmenin çocuksu heyecanını da tattım, eski tragedyaları yeni gözlerle okudum. Bir anneye yazılmış ağıt benim düşüncelerime tercüman oldu, Fransız cafe’lerinde yudumlanan kokteylleri adeta ben yudumladım, ağaçların dilini söktüm, kağıttaki suların süzülüşüyle ürperdim. Tadılmış tüm bu kolalanmış-ekşi tatlara, çalınmış tüm bu güzel diyarlara rağmen bir kitap seçmem gerektiğinde seçimim zor olmadı. Zira şimdi anlatacağım kitap şiir şevkimi depreştirdiği gibi, bana hayatın ciddiyet saçmalığını, kendimizi önemseme zırvalığını, ironi sanatının ne makbul olabildiğini gösterdi ve hatırlattı. Bunu seneler önce Wallace Stevens başarmıştı. Bugün huşu içinde kenelere aşk şiiri yazabiliyorsam nedeni ise Wisława Szymborska’dır.
Elimde tuttuğum kitapta yüz tane şiir var. Bu azımsanacak bir sayı değil zira şairemiz hayatı boyunca sadece 350’den az şiir yayımlamış. 2012 yılında öldükten sonra eli-kolu olan asistanıyla yapılan bir röportaja rast geldim. Adamcağız “Büyük Edebiyata” hizmet babında etrafa saçılmış şiir nüvelerini, bitmemiş nüshaları, sözcük parçalarını kurtarıp toplamak istemiş ama hiçbir şey bulamamış, zira Szymborska geceleri yazdıktan sonra çoğu şiirini lime lime edip atıyormuş. Nobel’i aldıktan sonra neden bu kadar az şiir yayımladığı sorulunca, “Çünkü evimde çöp kutum var” diye cevap vermiş bir kadından bahsediyoruz. Dolayısıyla elimde tuttuğum kitap onun sesine dair iyi bir fikir veriyor. 1957’den 1993’e kadar yayımladığı şiirlerden mürekkep kitapta onun muzip diline, gerçekçilikle karışık şaşırtıcı büyüsüne, küçük hayvancıklarla bezenmiş evrenindeki büyük söylemlerin yıkılışına tanıklık etmek büyük bir şans. Geleyim Tyche ya da Talih Tanrıçasına.
Szymborska büyük mitolojik temaları paralayıp epik şeyler yazan bir kadın değil. Tanrıçalara methiyeler düzmemiş, ilahlar veya esrarengiz vahiylerle flörtleşmemiş... Gündelik hayatın içinde “birkaç müphem feylesof, / bir ya da iki bahçıvan” yaşayıp ölürken o, her büyük şair gibi, büyük Anlamlarla boğuşuyor. Sonra da onları büyük bir zevkle elinin tersiyle itiyor. Şans güvenilmez bir ilahe. Müzesindeki nişan yüzükleri 300 yıl kadar önceki karşılıklı aşkın bitişinin sembolü. Sonsuzluğun stokları ise tükenmiş. Truva’ya gittiğinde ne ihtişamlı atlılar, ne de bir yüzün güzelliğiyle başlatılmış muharebeleri anlatıyor. Onun yerine yüzlerindeki çillerden mustarip küçük kızların uzun, esmer film yıldızlarının veya sanat tarihi hocalarının katledilişlerinde duydukları hazzı resmediyor. (“Küçük kızlar felaketleri / gülümseme kulesinden gözler.”) Merhaba Haneke! Szymborska’ya göre yaşadığımız dünyayı tanımamamız pek makbul, çünkü dünyadan daha uzun yaşıyor olsaydık posta kutusuna mektup atmak aptal bir gençlik hevesi, “çimlere basmayın” işareti ise deliliğin bir semptomu olurdu diyor. “Kız Kardeşime Övgü” adlı şiirindeyse ailesinde hiç kimsenin şiir yazmayışından bahsedip büyük geleneklerin taşıyıcısı, entelektüel aile portresini tuz buz etmiş oluyor. Kardeşinin öpüşü her yıl tekrarlan bir vaatten oluşuyor; tatillerden gönderilmiş kartpostallarda hep aynı cümle yazılı: “döndüğümde anlatacak çok şeyim olacak.” Ama işte, anlatacak çok da bir şey yok. Hayatın büyük meseleleri aslında rüyalarımızda bizi terleten sınavlar, şayet uzaya götürmeye karar verirseniz dırdırlarından kurtulamayacağınız birkaç hokkabaz ve biz öldükten sonra evde yalnız başına bekleyen bir kedi.
Szymborska’nın eserlerini okuduktan sonra kristalin sadeliğinin ardında ilk okuyuşta göze çarpmayan bir bilgeliği anlıyorsunuz. Zengin bir hayvanat bahçesinin içinde gezip Rilke’nin panterinin hüznüyle değil yıkıcı ve komik sözlerle karşılaşıyorsunuz. (“Tünelin sonundaki ışık kaplanın gözleri”). Böylelikle kitaba ismini veren ve bana Blake’in Masumiyet Şiirleri’ni hatırlatan “kum tanesinden manzara” mikrokozmosumuzda mevcut tüm Romantik genellemeleri yok etme gayesini taşıyor. Szymborska’nın eserleri uzun bir süre yayımlanmamış zira vatanperver, büyük şiirler yazmadığı için Polonya Komünist Partisi’nin standartlarını karşılamıyormuş. Sonra yazdığı ilk iki kitabını reddeden şairemiz, 1991 yılında Goethe Ödülü’nü alırken Charlie Chaplin’in bir filmindeki bir sahneye gönderme yaparak valizinden taşan kıyafetleri nasıl makasladığını tasvir ettikten sonra geçmişte Stalin sevdasıyla yazdığı şiirleri de çöpe göndermiş oluyor. Çok fazla ideolojik şiir yazmamış olmakla beraber propaganda makinesinin parçası olmak midesini bulandırmış.
Şiirlerini açıklamayı “iğnelenmiş bir böceğe” benzeten Szymborska’nın camekânını kırmayacağım. Onu kapana kıstıramıyorsunuz zaten. Hayat bitiyor, çimler yeşermeye devam ediyor. Bu kısa yolculukta, kazılarınızda fısıldayan güzel taşlar edinirseniz, ne âlâ. Belki taşlar konuşmuyor ama siz onları dillendiriyorsunuz. Szymborska ,“Şiirin dünyayı değiştirebileceğine inanmıyorum” deyip devam ediyor: “gerçek alçaklar şiir okumuyor.” Şiir dünyayı değiştiremiyor belki. Ama bizi, bir an için de olsa, güzelleştiriyorlar.
Not: Szymborska’nın dilimizde doğru dürüst çevirisi yok, umarım en kısa zamanda Lehçeden çevrilirler. Benim okuduğum Stanislaw Baranczak ve Clare Cavanagh İngilizce çevirisi harikaydı. Boşuna Pen Çeviri ödülünü almamışlar.
Pandemi başladığında biz Senegal’deydik. Senegal önlem almakta çok hızlı davrandı ve uluslararası uçuşlar birden kesildi. Türkiye’ye son bir uçak kalktı, ona binemedik yahut binmedik ve yedi ay yerimizden kıpırdayamadık. Bahsedeceğim metinle işte bu zaman zarfında, bambaşka bir yerde, bambaşka bir tabiatın içinde, dipte hep bir ölüm kaygısıyla yaşar ve beklerken tanıştım. Belki hayatımı değiştirmedi ama sonradan beklenmedik bir dönemece uğrayan hayatımla, dünyanın pusulasını şaştığı o dönem arasında kalıcı bir bağ kurduğuna inanıyorum.
Senegal’de kıyıyı takip eden, uçsuz bucaksız düzlükler var. Okyanustan ince bir boğazla ayrılan, karanın içine yuvalanmış göller, baobab ya da mango ağaçları, çalılar, hayvanlar, evlerle dolu olmasına rağmen yerin ve göğün hep boş göründüğü, bu hissi hiçbir cismin, hacmin zedeleyemediği upuzun bir tuzlu toprak hattı. Bu şeridin bir adı olduğunu, bahsettiğim metinden öğrendim. Batı Afrika’da konuşulan en yaygın dillerden Wolofçada bu adın tekil olduğunu, sömürgecilerin ise hep çoğul kullandığını da. Öğrendiğim tekil isim gördüklerimi bütünleştirdi, dağınık parçaları tek ve tutarlı bir dünyaya ait kıldı ve bütün sınırları aşarak Batı Afrika’yı uçsuz bucaksız bir memleket olarak yeniden çizdi. Ancak metin çelişkiyi sömürgecilerle Afrikalılar arasında bırakmadı da; öykü ilerledikçe o toprağın içine, geleneklerin amansızlığına, kadınların, çocukların hayatına çekti. Yaşar Kemal’in Toroslar’ın, aynı yerde dursak ve baksak bile göremeyeceğim hallerini diriltmesi gibi, bu yazar da daha ilk cümlede bakışıma bambaşka bir yön tayin etti ve bunu giderek derinleştirdi. Yedi ay sonra İstanbul’a döndüm ve hiç beklenmedik bir teklifle Everest Yayınevi’nde çalışmaya başladım. Bu metni basacağız, kendimi yazarla bu beklenmedik iş arasında mistik bir bağ olduğu hissinden kurtaramıyorum.
Duvar / Marlen Haushofer
Sağ kalım için mesafeyi şart koşan ve beklentileri boşa çıkaran kayıplarla dolu kötü bir yılın sonunda sene boyunca okuduklarımı düşündüğümde her zamanki örüntümün dışında bir arayış içinde olduğumu görüyorum; hakikati anlamlandırmak için okuduğumdan değil, ama hakikat, hayatlarımızı ve önceliklerimizi biçimleyen koşullar, okuma tercihlerimi de etkiledi ister istemez… Dünyanın hallerini belli bir mesafeden izleyen ve bunları yok saymayı entelektüel duruşunun temeli olarak gören bir kesim olsa da bir okur olarak ben, okuduğum metni oluşturan şartları önemsemenin yanı sıra kendi içinde yaşadığım dünyanın koşullarının okuduğum şeyi zihnimde işlerken belirleyici olduğunu düşünüyorum; kendi sapmalarımdan ve hepimizi kapsayan şartlardan bahsetmem, söze böyle başlamam bundan. Bir girdabı andıran bu karanlık ve kaygı dolu yılın sonunda dönüp de geriye baktığımda beni teselli eden ya da etmeyen, kaçış ya da yüzleşme imkânlarıyla kısa süreli ferahlama vesilesi sunan ya da sunmayan pek çok metin okuduğumu görüyorum ama içlerinden biri öne çıkıyor: Marlen Haushofer’den Duvar. 1963 yılında yazılmış bu roman ilk bakışta bir izolasyon anlatısı; kuzeni ve onun eşiyle Alpler’de bir kulübede tatile giden, ancak yanındakilerin ortadan kaybolmasının ardından kulübenin bulunduğu arazide görünmez bir duvara toslayıp olduğu yerde, bir toprak parçası ve kulübeden ibaret bir ortamda bir kedi, bir köpek ve gebe bir inekle mahsur kalmasıyla duvarın diğer yanındaki herkesin öldüğünü, bulunduğu yerden de çıkış olmadığını anlayan kadın kahraman, yaşamı sürdürmeye çabalıyor ve yaşadıklarını belgeleme kaygısıyla yazmaya koyuluyor. Özetlendiğinde başta Stephen King olmak üzere benzer temalar etrafında gezinen yazarlar geliyor akla belki ama Duvar öyle kolay kolay özetlenecek bir metin değil, bir sağ kalım anlatısı, evet, fakat kahramanımız, kesinlikle kahramanlık taslamıyor, izolasyon anlatılarının en bilinen kahramanı Robinson Crusoe’ya zıt olarak yaşadığı dünyaya hükmetmektense ona dair bir sorumluluk duygusuyla koşullarıyla bütünleşiyor ve varoluşunu gün gün, saat saat, dakika dakika, yıldırıcı ve zaruri bir hayat ritminin vuruşlarıyla örüyor, zamanı(nı) çizgisel akışından çıkarıp döngüsel bir olgu, bitimsiz bir felaket ve bir son duygusuyla sonsuzluğu birleştiren sarmal bir zemine dönüştürüyor. Anlatılan ilk bakışta bir başına kalmış, yaşadığı yerde tutsak bir kadının etrafındaki diğer canlılarla birlikte verdiği yaşam savaşı, ama alınan her nefesi, geçen her ânı sorgulatan bir şeyler var kahramanın yalnızlığında ve o yalnızlık toslanan duvar kadar sert, o duvar kadar yıkıcı bir etki yaratıyor: İnsanın diğer hayvanlarla beraberken yalnızlığı, kadının dünyada yürürken yalnızlığı, üzerinde yürüdüğü dünyayı tasarlama yükünü sırtlanan, fakat dünyanın ona sunacakları konusunda aslında herhangi ya da hiçbir bilgisi olmayan bireyin yalnızlığı… Doris Lessing’den Annie Ernaux’ya pek çok yazarın övgüsünü kazanmış bir yazarın kaleminden feminist bir distopya olarak geçen Duvar, bana göre bu yaftayı aşan, etkileyici bir metin. Kafka’nın hani o içimizdeki donmuş gölü parçalayacak bir balta gibi olması gerektiğini söylediği metinler gibi değil ama mesela, öyle görkemli bir yıkım değil burada söz konusu olan, Duvar’ı bugün, bu şartlarda okumak daha çok “içimizdeki o donmuş gölün” ta dibinde nefes almaya çalışmaya benziyor – buzdan ötesi yok, ne yıkım ne yaşam, ne balta ne de başka bir şey. Buz, o kadar.
Romanın özgün başlığı Die Wand’ın Almancada sadece iç mekânlardaki duvarlar için kullanıldığını ve bu belirleyici nüansın çeviride kaybolduğunu da eklemek gerek.
Woolf’un İzinde / Ertuğ Uçar
Bu yıl çok kitap okudum, çok çeşitli konularda. Okuduklarım bittiğinde arkasından beni düşündüren, kendimle farklı hesaplaşmalara sürükleyenlerden biri de bu kitap oldu. Yazarı tanımıyordum, okuyacağım ilk kitabıydı. O kitabı edinmem ismindendi. Woolf. Virginia Woolf’la tanıştığımda çok gençtim. İlk Mrs. Dalloway’i okumuştum. Çok etkisinde kalmış, uzun süre kitabın içinden çıkamamıştım. Peşinden de Deniz Feneri. Yıllar ve yığınla kitap sonrası Ertuğ Uçar beni tekrar Woolf’la rastlaştırdı. Aslında elimden tuttu ve Woolf’un dünyasında sislerin içinde yeniden dolaştırdı.
Kitap deneme olarak adlandırılmış. Üç bölüm: Deniz Feneri, Virginia Woolf, Yıllar Sonra.
Kitabın ilk bölümünde Ertuğ Uçar yazmaya niyetlenip, tetiğini çekip cesaretle ilerlemesini anlatıyor. Tüm o sancılı süreci özet hayatı, merakları, araştırmaları, gezmeleriyle ince ince beziyor. İkinci bölümde Uçar sisin içinde bir geziye çıkıp dolanıyor. Ve anlatıyor. Çay içtiği kafe, Virginia Woolf’un yaşamı, Deniz Feneri kitabı, St. Ives köyü, kendi çocukluk anılarıyla sarmaş dolaş peş peşe akan bir dans gösterisi sanki. Ve yazıyor. Üçüncü bölümde Uçar okurlarıyla yüz yüze buluşuyor. Sonra soruyor. Neden yazıyoruz? Ben de yazdığım için kitabı elimden bırakıp düşünmeye başladım. Benim için yazma süreci nasıl başladı? Ne kadar sancılıydı. Söyleyemediklerimi, anlatamadıklarımı, yapmak istediklerimi, gözlemlerimi, gördüklerimi paylaşmak için mi yazıyorum. O zaman neden paylaşmak istiyorum. Yazmak bana neler sundu. Yazmasam ne olur. Bu küçük kitapla sohbet derinlemesine oldu, arka planda Woolf dolanırken ben de kendimi karşı koltukta izledim. Önümde nereye gittiği belirsiz uzayıp giden yolu kendimde arayışımı.
Toprak / Robert Seethaler
2020’de beni en çok etkileyen kitabı yazmak zor olsa da seçimimi çok sevdiğim bir yazardan ve romandan yana yaptım. Robert Seethaler, Toprak. (çev. Regaip Minareci), Timaş Yayınları
Bütün Bir Ömür’de bize, bir hayatın anlamlı olması için büyük ya da farklı olması gerekmediğini, eksiksiz ve pişmanlık duyulmadan yaşanması gerektiğini anlatan Robert Seethaler bu kez, “bir hayattan ne kalır?” diye soruyor. Romanı okuduğum günlerde, göçüp gidenlerin ardından kalanları anımsarken bugün, “benden geriye ne kalacak?” diye sormama neden olan bir soru bu.
Toprak, ölülerin bir an geri gelip söyleyebileceklerine dair bir roman. Öldükten sonra bizim hakkımızda söylenecekleri anımsattığı için, ölümün kol gezdiği bugünlerde beni daha da derinden sarsıyor. Jean Paul Sartre’ın İş İşten Geçti oyununda bir an için dünyaya dönmesine izin verilen ama kendilerine sunulan bu fırsatı yine değerlendiremeyen sevgilileri anımsatıyor ve bana bir kez daha yaşamı anlamlı kılmak için bir neden bulmayı öğütlüyor.
İş işten geçmeden ve toprak olmadan önce yaşamı sahiplenmek için... Toprak, bana yaşamı hatırlattığı için...
İroni / Vladimir Jankélévitch
Zannedersem okumalarımda yılın kazanımı kayıp bir düşünsel klasik: Vladimir Jankélévitch’in İroni adlı nefis yapıtı. Jankélévitch benim için nerede sözlerinden bir alıntı görsem hemen altını çizdiğim adamdı. Ama hiç kendi kitabını okumamıştım. İroni’yi görünce önce bu yüzden gözlerim parladı. Sonra tabii ironi temasının kendisi yüzünden, çünkü hem edebiyat anlayışımda, hem eleştirel metinlerimde, hem de gündelik hayatlarımızda ironinin yeri sağlam, saygınlığı açık, öncelikleri bariz ve ironi hakkında felsefi bir metin okumak en hoşuma gidecek şeylerden biri. Zaten hayatta kendi adıma satın aldığım ilk kitap da Freud’un esprilerle ilgili kitabı Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri idi. Lisedeydik, o kadar çok gülüyorduk ve espriler o kadar büyük yer kaplıyordu ki hayatımızda, bu espri espri dediğimiz şeye dair teorik bir kitap buldum diye hevesle almıştım. Sonra Bergson’un Gülme’sinde bulmuştum gerçi aradığım tadı, kısa zaman sonra, MEB baskısı, ucuzcacık erişilebilen 1980’lerin sonlarında.
Jankélévitch bu kitapta adının hakkını veriyor ve gerçekten sağından solunda dolana dolana ironinin hâllerini ince ince elden geçiriyor. İroninin etik konumunu, ironi yapmanın diğer ifade biçimleriyle karşılaştırmalı okunmasını örnekliyor. İroninin söylediği değil düşündüğü şeye inandırması, her şeyi ima ettiği veya üstü kapalı söylediği şeye inanmamız için düzenlemesi, sahte görünüş takındığında bile bizi doğru yola sevk etmeyi ihmal etmemesi, yani o saydam şifreli yazılarını sökelim diye her şeyi yapmasını anlattığı kısımlarda mesela. Veya ironinin sürekli kulak verilmesi gereken bir çağrı olması, karşısındakine kendin tamamla, sonuca kendin var deyip durması... Dilin genel anlamda tüm yetersizlikleriyle serbest yapılmış bir çeviriye benzediğini söyleyerek üstelik – dil ile zaten ifade edemezken ironi ile sözü örtüp anlamı sunmak nasıl çalışır?
İroni’nin ilk yayımlanış tarihi 1936. İkinci Dünya Savaşı sonrasının ironisi yok içinde, geç modern yok, postmodern yok, net bir sürü gözlemi ve değerlendirmesi var. Şaka kaldırmayan ölümlerle dünyanın sıkıştırıldığı bir yılı bitirirken okuyorum/z İroni’yi Türkçede. İnsan yaşamından anlar komik olabilir ama hiçbir ömür komik değildir, anlarla dalga geçilir ama yaşamın bütünü dalga geçmek için hâlâ büyük meseledir dediğini de.
Joseph Conrad and the Fiction of Autobiography / Edward Said
Bana yılın en büyük armağanı Edward Said’in Joseph Conrad and the Fiction of Autobiography (Joseph Conrad ve Özyaşamöyküsel Kurmaca) adlı incelemesi oldu. Said’in kendini bütünüyle oryantalizm konusuna vermeden önce 60’lı yıllarda yayımladığı, Harvard’daki doktora tezi üzerine kurulu böyle bir yapıtının olduğundan haberdardım, ama adına da kendisine de çok sık rastlanmadığından varlığını unutmuştum. Bir sahafta karşıma çıkınca satın aldım ve okumaya başlar başlamaz eleştiri kitaplarında çok yaygın olduğu ileri sürülemeyecek bir orijinallik ve çarpıcılıkta olduğunu gördüm.
Hiç kimsenin, kaybolmuşluğu, yabancılığı, köklerinden koparılmışlığı, değişik kültürler arasında gelip gidişi ve çok önemli bir şeyler olmakta olduğu ama anlatacak kelimelerin bulunmadığı duygusunu ne Conrad kadar iyi aktarabilmiş ne de bu karmaşadan kaçmak için verilen ödünlerle başvurulan düzenlemelere onun kadar derin bir ironiyle bakabilmiş olduğunu ileri süren Said bu tezini kanıtlamak için ilginç bir yönteme başvuruyor. Conrad’ın, karmaşık deneyimlerinde biçim ve anlam arayarak kaleme aldığı yapıtlarını, bu yapıtlar üzerinde çalışırken çeşitli dostlarına yazdığı mektuplarda yer alan, böyle bir biçim ve anlama ulaşmanın güçlüğü ve hatta imkânsızlığı ile ilgili bölümlerin ışığında okuyor. Böylelikle Conrad’ın yazdıkları, bitmiş metinler olmaktan çıkıp gözümüzün önünde büyük bir mücadeleyle neredeyse kelime kelime oluşturulan metinlere dönüşürken, eleştirmen bir yandan da çoğu kez Conrad’ın gerçek konusunun zaten bu oluşturma olduğunu gösteriyor. Yazan Conrad’la yazdıklarını sorgulayan Conrad arasındaki ilişkinin evrimini yazarın yapıtlarını dönemlere ayırmak için de kullanan Said’in son saptaması Conrad’ın çektiği derin acıları yazıda hiçbir zaman bütünüyle huzura dönüştüremediği.
Joseph Conrad and the Fiction of Autobiography, Conrad hakkında yazılmış en iyi kitaplardan biri olmasının yanı sıra, yazı dediğimiz eylemin niteliği ve sınırlarına ilişkin eşsiz bir deneme. Arka kapak yazısının Said’in Conrad’a ilişkin kimi düşüncelerinin oryantalizmle ilgili görüşlerinin ilk tohumlarını taşıdığını da vurgulamaya özen göstermesine rağmen, ben kitabın en önemli yanının bu olmamasından ayrıca memnunum. Oryantalizm elbette eleştirilmeli, ama bunu yapan Said’i her yerde bulmak mümkün. Başka amaçlar peşinde de koşan ve beklenmeyecek ilgi alanları sergileyebilen, daha eski bir Said’le karşılaşmak o kadar sık tadılamayacak bir zevk. Şimdi yapmak istediğim, Princeton’dan edinebilirsem, Graham Greene hakkındaki mezuniyet tezini de okumak.
Kara Üçleme / Léo Malet
Yokoluş gerçeğine, zamanın başlangıcından beri teselliler sunulur: Hatıralar, hafızalar, yapıtlar ve öte dünya’lar. Ama bazen teselliler anlamsızdır çünkü kan intikam ister. Hayat Berbat, Güneş Bize Haram ve Ecel Terleri adlı birbirinden bağımsız üç romanın tek ciltte toplanmış hâli Kara Üçleme. Tekinsiz bir yapıt, tesellisiz bir öte dünya.
Sokaklardaydım. Ötekinde var olmanın heyecanını duydum. Damarlarımda kan yerine öç, öfke, rüyalar dolaştı. İzimi sürdüm. Varlığıma yanıtlar buldum. Karanlık ve fısıldayan odamda duvarlar yanık ve çıplakken aşkı düşündüm. Şu yeryüzünde, yalnızlığın büyülerini iliğinde kemiğinde hisseden bir tek Léo Malet yoktu ki, ben de vardım!
* Kör noktada kalanlar ve parlayanlar arasında birincinin lehine yapılmış bir seçimdir.
Then Again / Diane Keaton
İnsanın okumakta en çok zorlanacağı metinlerden birinin anne ya da babasının günlükleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Öyle ki, o anıları okumaktan, tanıdığımızı sandığımız insandan farklı birini bulma korkusuyla vaz bile geçebiliriz çoğumuz. Ama Diane Keaton bu cesareti göstermiş, farklı zamanlarda kendi kendine konuşan metinleri, annesinin ve kendinin günlüklerini, birbirleriyle diyaloğa sokmuş; kendi özyaşamöyküsünü, binlerce sayfalık toplam 85 günlük tutan annesi, hevesli bir yazar ve fotoğrafçıyken dört çocuğunu yetiştirmek için bunlardan vazgeçen, Dorothy Hall’inkine gidip gelerek anlatmış. Alıştığımız öz/yaşamöykülerini bir otoetnografi haline getirerek Then Again’i, kitapta kullanılan anlamıyla Tekrar Birlikte’yi yazmış. Bu yıl beni en çok etkileyen “o kitap” sorulunca, aklıma bu buluşma hikâyesi geldi.
Aslında hayran kültürünün şanındandır, merak ederiz sevdiğimiz sanatçıların, yazarların yaşamlarını. Hele ki, Woody Allen, Al Pacino, Warren Beatty’nin âşık olduğu, sevdiğimiz nice filmde rol almış bir oyuncunun anılarını yazdığını duyduğumuzda, edebi hiçbir beklentimiz olmadan, bir anda sinemanın ışıltısına dalmak işten bile değildir. Ancak tüm bu yıldız(ların) tozunu attıran ve hatta biraz da alan bu kitabı bitirdiğimde aklımda en çok, biri 1922’de, diğeri 1946’da doğmuş ilki hayallerini unutmak zorunda kalan, ikincisi hâlâ hayallerinin peşinde iki kadının anlattıklarıyla zamanı ve ruhlarını, oldukça renkli kaynaklarla takip edişim kaldı. Keaton’ın kendine has ironik üslubuyla anlattığı yaşamının magazin taraflarıyla ilgilenmemek elde değil. Kim merak etmez ki Al Pacino nasıl bir sevgiliydi? Woody Allen, o muhteşem Annie Hall’u nasıl yarattı?
İçinde günlükten, resme, bilete, yırtık bir gazete haberine, hatta bir faturaya türlü anının bulunduğu, hem annenin hem de kızının tuttuğu binlerce scrapbook sayfasının fotoğrafları, kitabın beni en çok etkileyen yerlerden biriydi. Bu sayfalardan yapılan alıntılarla benzer zamanlarda bu iki ilginç kadın neler düşünmüş, neler yapmış ve hissetmiş, tüm bunları öğrendim: Kim merak etmez ki annesinin aklından neler geçtiğini, dahası onun kendi hakkında neler düşündüğünü? Sahi, annelerimizin bizlerden farklı birer birey olduğunu yaşamımızın sonuna kadar öğrenemez, onları anne rollerinden hiç çıkaramaz mıyız?
Yaşamöykülerimiz birer kişisel tarihtir, tarihyazımı ne kadar nesnelse, onlar da o kadar kurgusaldır. Keaton, yaşamöykümüzün anne babalarımızınkine ne denli bağlı olduğunu, ancak onların yaşına geldiğimizde kavrayabileceklerimizin azımsanamayacak kadar fazla olduğunu göstermiş. Ancak bunları ne anneyle ne de kendiyle yaptığı bir hesaplaşma olarak değil, anlama ve öğrenme ve bir gün annenin olmadığı dünyada onu ve kendini bulma, en azından bunları yapmaya çalışma hikâyesi olarak anlatmış. Bir anlamda ortak yazılmış bu anı kitabında, yazarların biri hayatta olmasa da bizlerle konuşmuş; bizlere kızından farklı yaşadığı şu ünlü Amerikan rüyasını, çok iyi bildiğimizi sandığımız bir ilişkinin ne denli farklı bir yüzlerinin olabileceğini göstermiş. Keaton kat kat resimler, yazılar, anılar, tüm yaşam katmanlarını birleştirerek ve ilişkilerini onların üzerinde kurarak anlatmış tüm bunları. Neden böyle titiz bir şekilde çalışılmış yaşamöykülerini kendi edebiyatımızda daha az okuruz ki? Hatta bir editör ya da yardımcı yazarla desteklenmesine alışık olduğumuz bu türdeki eserleri çoğu zaman edebiyattan saymayız bile.
Keaton, Then Again’den tam dokuz yıl sonra, bu yıl, bu sefer de kardeşinden söz ettiği bir anı kitabını yayımladı. Benzer nedenlerle onu da okuyacağım, hem de bu sefer ilkini yaptığım gibi uzunca bir süre bekletmeden! Then Again’in, yazıldığı dilin güç beğenir gazete ve dergileri tarafından yılın en iyi “edebi” kitapları arasında gösterildiğini ve şu ana kadar neden dilimize çevrilmediğini merak ettiğimi de not düşmem gerekiyor.
Isaiah Berlin. A life. / Michael Ignatieff
Okumayı en sevdiğim tür: biyografi. Edipliğe özenmeyen, romanesk havalara girmeyen bir edebî zevkle yazılmış, sıkı araştırmaya dayanan, zengin malûmat veren, anlattığı insanın hoşlukları ve sevimsizlikleri üzerine, tutarsızlıkları üzerine düşünen, bir hayatı kuşatan zamanın ruhuna eğilen biyografi.
Geçen yıl, leziz bir biyografi okudum. Michael Ignatieff’in “Isaiah Berlin. Bir Hayat” adlı kitabı; orijinali İngilizce: Isaiah Berlin. A life. Ta 1998’de çıkmış, ben 2000’de çıkan Almanca çevirisinden okudum.
Michael Ignatieff, yaklaşık on yıl boyunca Isaiah Berlin’le uzun mülakatlar yapmış, onunla ahbaplık etmiş. Bütün eserlerini ve hakkında yazılan her şeyi taramış. Kitabı böyle zengin bir tahkimatla yazmış. Berlin’in çalışmalarını, düşüncesinin evrimini ve çalkalanmalarını, liberal düşüncedeki etkisini ve özgünlüğünü, komünizme ve sosyalizme gıcıklığını, anti-komünizmden de hoşlaşmamasını, akademisyenlikle siyasî danışmanlık arasında gerili kariyer ipindeki cambazlıklarını, tuhaflıklarını (mesela post-orta yaşlara kadar bakir kalıp sonra hayatının aşkını bulmasını falan), İngilizlik ve eski-Rusyalılık ve Yahudilik arasındaki kimlik, zihniyet ve haleti ruhiye dalgalanmalarını, sinizmini, huysuzluklarını, rengârenk anlatıyor.
İyi yazılmış bir biyografi, kimin hakkında olursa olsun, kabulümdür zaten. Isaiah Berlin’i bilhassa önemsememin nedeni, düşünce tarihi çalışmalarının büyüklerinden olması – hatta geliştirici katkısı bakımından, kurucularından, diyebiliriz. Yaptığı işi, büyük bestecilerin eserlerini çaldırtan, seslendiren bir orkestra şefininkine benzetmiş! Benimsemediği akımlara, düşünürlere de solmayan bir merakla eğilmeyi bilmiş bir şeftir kendisi. Kitap, düşünce tarihçiliğinin bir büyük ustası hakkında, ustaca bir düşünce tarihi çalışması. İmrendim ki, ne kadar….
Centuria 100 Küçük Irmak Roman / Giorgio Manganelli
Aslında Giorgio Manganelli’nin Centuria 100 Küçük Irmak Roman kitabını, yıllar önce, ilk yayınlandığı zaman almış okumuş hayran kalmıştım. Her gün bir oturuşta bir A4 sayfası doldurmuş, yüz taneye gelince durmuş. Bunların hepsi birbirinden bağımsız tam anlatılar. Hayranlık uyandırıcı tarafı, hemen hemen hepsinin ayrı ayrı makamlarla, tonlarla bezenmiş olmasına rağmen hepsinin eksiksizlik, kusursuzluk duygusu vermesi idi. Anlatıların ardında bir anlığına da olsa parodinin sırıtmasına rastlanmıyordu, ejderi öldürmüş kişi alkışlanma beklentisiyle kente döner, o da nesi, kimsenin umurunda bile değildir. Yıllardan sonra ilk defa hakkında hiçbir şey bilmediğim bir yazarın has edebiyatını keşfetmiş olmakla gururlandım.
Sonra başka kitapları çevrildi, Kitap-lık dergisi Manganelli dosyası hazırladı. İtalo Calvino ve Umberto Eco ile birlikte öncü edebiyat çevresi gruppo 64 ‘ün üyesiymiş, yazar olarak gölgede kalmış, ayrıca İngiliz dili edebiyatı bölümünde de bir türlü kalıcı kadroya geçememiş…
Geçen sene bu kitaptan bir düzine satın alıp armağan etmeye başladım, kargo ile gönderdim, hatta bu sefer birer birer her birini seslendirip ses-yay (podcast) sayesinde yayımlamak için hazırlık bile yaptım geçen bahar. Yıllar önce de başkalarına yüksek sesle okumuştum, alt tarafı bir sayfa bitmek bilemeyen bir genleşme, süre sünüyormuş gibi geliyordu, bir iki gencin esnediğini de hatırlıyorum, belli ki edebiyattan anlamıyorlardı, âşık olduğum kız da bunların arasındaydı.
Wigan İskelesi Yolu / George Orwell
Bu yıl içinde okuduğum bir değil birden fazla kitaptan etkilendiğimi söyleyebilirim. Her birinin uyandırdığı duygu, aktardığı bilgi birbirinden farklı ve bir ölçüm yapabilmem de mümkün değil gibi görünüyor. Bu nedenle bir “beğeni hiyerarşisi” oluşturmamak için bu paragrafları yazmadan önce yatağın üzerine etkilendiğim kitapları rastgele dağıttım, sonra gözümü kapayarak eğildim ve sağ elimin ilk dokunduğunu seçtim. Elime gelen kitap, Wigan İskelesi Yolu, George Orwell, Levent Konca’nın çevirisiyle.
İlginç bir tesadüf oldu zira bu kitap aslında çok nadir yaptığım bir şeye işaret ediyor: Orijinal dilinde okuduğum kitabı bir de Türkçe olarak okumak. Aslında bu kitabı ilk okumam, yani kendi dilinde okumam, muhtemelen yirmi yıl kadar öncesine gider. Daha sonra derslerde kullanmak amacıyla veya başka kitaplar içinde gördüğüm atıfları yazarın kendi aktardığı bağlam içerisinde görüp değerlendirmek amacıyla bölüm bölüm tekrar okudum; keza kendi kitaplarımda atıfta bulundum.
Kitabın orijinalini son ele alışım ise iki yıl önce bir öğrencimin, Elifnur Aksu’nun “A Factual Approach to Odor: Smell As a Stratification and Segregation device, a close reading of The Road to Wigan Pier by George Orwell” başlıklı dönem sonu ödevinin sağlıklı ve nesnel bir değerlendirmesini yapabilmek içindi. Sonra bu yıl bir siteden kitap sipariş ederken, algoritmalar sağ olsun, karşıma çıkıverdi. Pek de tereddüt etmeden sepete attım, indirimliydi de zaten.
Orwell, okudukça ve hayatını öğrendikçe beni sık sık şaşırtmış bir yazar. Bir çay tiryakisi olduğunu ve çay demleme üzerine de makalesi bulunduğunu öğrendiğimde de çok şaşırdığımı hatırlıyorum. İyi de, neden önemsedim Wigan İskelesi Yolu’nu ve neden bu iki dilli okumayı gerçekleştirdim? Kitabı önemseme nedenimi kabaca bazı bölümlerinde sosyolojik okumaların duyusal bir perspektifle gerçekleştirilmesi olarak özetleyebilirim. Elbette duyusal analizlerin metinlere yansıması, her ne kadar çok sık karşımıza çıkmasa da, hiç olmayan bir şey değil. Kitabın bu perspektifi yansıtan diğer örneklerden nasıl ayrıştığını anlamanız için belki Türkçe çevirisinden paylaşacağım şu cümleleri Bong Joon-Ho’nun geçen yıl epey bir tartışma yaratan filmi Parazit ile beraber düşünmeniz yeterli olacaktır: “Bize öğretilen buydu: ‘Alt sınıflar kötü kokar’. . . Irk nefreti, dinî nefret, eğitim farkları, hatta ahlakî ilkeler arasındaki farklar aşılabilir; ama fiziksel tiksinti aşılamaz.”
Yalnızlar / Zaven Biberyan
Zaven Biberyan’dan Yalnızlar (Aras Yayıncılık, 5. Baskı). Çünkü:
Romanın kıymeti 2000’lerden sonra coşkuyla teslim edilirken, ilk çıktığı yıllarda (1959’da Ermenice, 1966’da yazarın çevirisiyle Türkçe) kıymetinin neredeyse hiç görülmemesi (önyargısal körlük böyle bir şey mi?) üzerine epeyce düşündüm.
1966 yılına zihnen dönmeye çalışalım. Okur yazar çevresi çoğunluk sola yakındır ve Zaven Biberyan dönemin TİP'ine üyedir, (“Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu, ancak milletvekili seçilemedi. 1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve başkan yardımcılığı yaptı.”)
Daha o günlerde etkili olan, etkisi giderek artacak edebiyat eleştirmeni Fethi Naci de TİP’tedir mesela.
Zaven Biberyan, Yalnızlar’ın kalitesinin farkında, Ermenice bilmeyen yol arkadaşlarının da romanı okuyabilmesi için çaba harcar: Çeviriyi kendisi üstlenir (self-made çevirilere “yeniden yazmak” da diyebiliriz); romanı edebiyat ortamındaki dostlarına eliyle, imzasıyla sunup bu çabayı taçlandırdığını da tahmin edebiliriz.
Türkçe romanlarda nadirattan sayılabilecek derinlikteki, insana dair çelişkilerle zengin, aşk-nefret gelgitlerinden de muaf olmayan (ah o anne-oğul ilişkisi!) kadın ve erkek karakterleriyle, diyaloglarının gücüyle, tüm asabiyetiyle çağdaşlığında öncü, toplumsal gözlemlerinde sarsıcı, Türkçe romanın uzun çocukluk hastalığı naiflikten de azade Yalnızlar, Zaven Biberyan'ın ölüm tarihi 1984 yılına ve 100 Soruda Türk Romanı’nın yenilenmiş son baskılarına kadar, Fethi Naci’nin rehber-kitabında yer almaz. Edebiyatla ilgilenen daha genç, yenilikçi isimlerin de dikkatini çekmediği gibi. Yeniden basımına dek. Niçin?
Çünkü:
– Yalnızlar Türkçedir, ancak Türkçesi az da olsa farklıdır.
İmlası ve sentaksıyla değil de tınısıyla, rengiyle vurgularıyla, müziğiyle, tikleriyle, bilinçdışının başka çağrışımlarla da açılan çekmeceleriyle. Bugünkü okumalarda bunlar artık bir romanın eksiği değil, aksine artısıdır. Çünkü artıdır farklılık, bir başka güçlü gerçekliktir; bu düşünceye artık aşinayız. Kafka’nın öncülüğünü dilde de bir azınlık insanı olmasına (Almanca yazan bir Çek, Almanca yazan bir Çekistan Yahudisi), Almancayı alışılmadık şekilde, hatta yer yer daha yoksulca kullanmasına bağlayan Deleuze ve Guattari’nin “Minör Edebiyat İçin”i (1975, pek müthiş olmayan bu başlık esasen Marthe Robert’in Almanca’dan Fransızcaya yanlış bir aktarımına dayanır) artık çevrilmiştir, Türkiye’de edebiyata meraklılar arasında neredeyse bıkkınlık getirecek kertede yaygınlık kazanmıştır.
Ancak, esasen çok dilli, çok kültürlü bir coğrafyada, ne uzun süre ve ne yakın zamana dek uzak kalabilmişiz bu algıya, değil mi?
Türkiye’de kendisini enternasyonalist kabul eden solun ve kültürlü kabul eden çevrelerin, azınlıkları ve resmen azınlık sayılmayanları (“azınlık dahi sayılmayan” mı demeliydik?), başta Kürtleri zihninde nereye yerleştireceğini (tuhaf oldu bu fiil) bir türlü çıkaramaması, ulusalcılığın toplumdaki yüzleşilemeyecek kadar derine kazılı etkisinden olsa gerektir.
Bu bastırmalarla Yalnızlar, Türkiye’deki “azınlık edebiyatı” başlıklı dolapta uzun süre tıkılı kalmaya mahkûmdu.
Meksika, Romanya köyünü anlatan çeviri roman “dünya edebiyatı”, burayı anlatan Yalnızlar “azınlık edebiyatı”. İşte böylesi bir anlayışla geçen upuzun yıllar… Ülkede modern edebiyatın, hatta modern düşüncenin inşası Türkçeyi “iyi” (iyi Türkçe 50’ler neslinin mottosudur) ve de “belirli” bir şekilde kullananların işidir. Ötekilerin değil.
Yeldeğirmeni’ndeki Bayan Yanı Cafe’de Ayşegül Tözeren, Selim Temo, Rober Koptaş ve Ahmet Soysal’la iki kez düzenleyip pandemi nedeniyle devam ettiremediğimiz (Yazarın Dili /Yazarın Dilleri panellerinin ilkindeki sunumuma, Nurullah Ataç’tan alıntıladığım bir başlık seçmiştim: “Severim Dillerini Bu Yurdun”. Merak edenler şuradan bakabilirler:
Zaven Biberyan’ın Yalnızlar’ına o iki toplantının ardından daldım, pandeminin ilk aylarında. Keşke çok önce okuyaydım.
Bir keşke daha: Yirmili yaşlarımdaki hırçın bir polemik sonrasında Yaşar Kemal “Romanlarım hâlâ benim tam istediğim gibi okunmadı. Onları bir kez de senin okuyup yazmanı çok isterim” gibi şeyler söylediğinde, bu cümleleri, büyük tutkusu (yazmak) önüne kimseler dikilmesin diye geliştirdiği insan ilişkileri ustalığına, düşmanlarını belli mesafede tutma hünerine yormuş, benim genç avcuma da bu itkiyle güzel boncuk bıraktığını varsaymıştım.
Yaşar Kemal Türkiye’de uzun süre kent edebiyatı/köy edebiyatı, şımarık kentler/kavruk ve yiğit Anadolu, zenginler/yoksullar tezatında çok sevilip göklere çıkarılmış, kimilerinde aynı nedenlerle belli bir direnci harekete geçirmişti. O da, verdiği söyleşilerde zaman zaman kendisine yüklenmiş misyonu sahiplenirdi.
Fethi Naci, ilgisinin belki en coşkulu payını evet Yaşar Kemal’e ayırmıştı ama, yukarıda saydığım çerçeveden taşmayarak.
Zaven Biberyan’ın Yalnızlar’ından yola çıkıp Yaşar Kemal’in –o zamanki bilincim henüz buna henüz hazır olmasa da– büyük sezgisiyle benim bir gün mutlaka şu cümleyi kuracağımı hissettiğini düşünmek istiyorum:
Yaşar Kemal, Türkçe içinde başka bir dilin, yok sayılan ve yasak olan bir dilin de yükseldiği çok özgün bir roman sanatı yaratmıştır, Kürtçe sesin, hayallerin, ritmin, doğa örtüsünün ve müziğin de hissedildiği özel bir Türkçeyle.
Daha incelikli bir Nobel jürisi, yıllar öncesinde bu cümleleri (tabii kendisine yaraşır bir sofistikeleştirmeyle) kurmalıydı, bana sorarsanız. Faydası olurdu. Şu başlık dahi değişirdi belki: “100 Türk romanı” değil de “100 Türkçe roman” olurdu mesela. Yalnızlar orada mutlaka yerini bulurdu.
Otobiyografi / Fakir Baykurt
Poetik ve Politik / Besim F. Dellaloğlu
11 Mart 2020’de pandemi nedeniyle eve kapanmak zorunda kalınca, uzun bir süre hiçbir şey yapamadan sadece okudum. Sanırım hayatımın en çok kitap okuduğum ikinci yılı oldu 2020.
Bu yıl en çok Fakir Baykurt’un otobiyografisine zaman ayırdım. Baykurt’un otobiyografisi 8 cilt ve toplamda 4.000 sayfaya yaklaşıyor. Sanırım Türkiye’de yazılmış en hacimli otobiyografi. Baykurt’un hayatını okurken asıl ilgim, yazara değil de dönemineydi. 1929 doğumlu Baykurt’un edebi hayatı (önce bir okur olarak) 1943’te başlıyor, 1980’lerin sonuna kadar ayrıntılı anlatılıyordu. Bu yaklaşık 50 yıl, edebiyat alanında kurucu tüm tartışmaların yapıldığı ve kurucu figürlerin sahneye çıktığı dönemdi. Otobiyografiyi okurken edebiyat alanındaki dönüşümlerin Baykurt’un hayatına nasıl sızdığını ilgiyle takip ettim ve satır aralarındaki bilgileri yakalamaya çalıştım. Bu bilgilere “resmi edebiyat tarihi”nden ulaşmak mümkün olamayacağı için bu devasa 8 cilt hayli önemli göründü bana. Edebi keyif değil belki ama entelektüel ilgi açısından Baykurt’un özyaşam öyküsü bu yılın en önemli “olayı” oldu benim için.
Bu yıl yayımlanan kitaplar arasında benim açımdan “o kitap”, Besim F. Dellaloğlu’nun Poetik ve Politik’i. Poetik ve Politik, bir yandan (altbaşlığında belirtildiği gibi) “ansiklopedi” bir yandan bir kavramlar tarihi çalışması diğer yandan Türkiye modernleşmesi analizini merkeze alan bir kitap. Bu nedenle hem öğrencilere hem yolun başındaki hevesli entelektüele hem de “müesses aydınlarımıza” sesleniyor. Bana kalırsa bu yanıyla bile kendine özgü ama aynı nedenle de kimse tarafından tam anlamıyla sevilecek bir kitap da değil. Müesses aydının “hafif”, öğrencinin “ağır” bulacağı yanları var. Besim F. Dellaloğlu’nun iddialarının hepsine katılmak gerekmese de ilgilendiği kavramlar ve bu kavramları aktarma ve yeniden değerlendirme gayretini eşine az rastlanır buluyorum. En başta “kanon” ve “klasik” gibi (benim öncelikle ilgimi çeken) edebiyatla doğrudan ilgili kavramlarla ilgili yürüttüğü tartışmalara bakılırsa, Dellaloğlu’nun bir yandan herkesi kapsayacak biçimde literatür taraması yapmak için uğraştığı, kavramı “yüksek perde”den tartışmak yerine asgari bir zemine çekerek tanımlamaya çalıştığı, nihayet bu çekişmeli kavramlar konusunda Türkiye modernleşmesinde her zaman filizlenen “ikilik”i ayrıştırdığı görülüyor. Bu asgari düzeyde bilinmesi gereken bilgilerin ardından, neredeyse her zaman, bu “ikileşme”nin dışına çıkmaya çalışan bir tavra işaret ederek kendi önerisine geçiyor. Dediğim gibi önerilerini “makbul” bulmak zorunda değiliz ama en azından herkesi tartışmaya davet eden tavra kayıtsız kalınmamalı. Bizde “çekişmeli” kavramlar tartışılırken herkes “doğru yol”un ne olduğunu açık biçimde gösterme eğilimindedir. Besim F. Dellaloğlu’nun bu tür hazır “doğru yol”ları neredeyse yok, meseleleri kolayından, hızlıca çözüme kavuşturmuyor. Sırf bu özelliği bile bir kitabı önemsemek için yeterli bana kalırsa ama Poetik ve Politik bundan daha fazlasını da vaat ediyor.
Son olarak bu yıl yayımlanan ve ilgiyle okuduğum birkaç kitabın –en azından– adını anmak istiyorum. Gökhan Tunç’un Şiir ve Bellek’i ile Kayhan Şahan’ın Metafor’u hayli yoğun bir emeğin ürünü olan, şiir eleştirisi alanına önemli katkılar sunan çalışmalardı. Oğuz Cebeci, Edebi Zevk Yargısı kitabında, beğeninin nasıl oluştuğunu ayrıntılı ele alırken hem İngilizce literatürden önemli bilgiler aktarıyor hem de Türkiye bağlamında yüksek kültür-popüler kültür tartışması yapıyordu. Bizde genelde ilgi gösterilmeyen bir alana, edebi yargının sosyolojik boyutuna değinmesi nedeniyle ziyadesiyle ilgimi çeken bir kitap oldu Edebi Zevk Yargısı.
Lojman / Ebru Ojen
Uçurumun kenarında oyalanan bir kadın. Selma. Belki de sadece çok keskin, bugüne kadar tatmadığı yoğunlukta bir acıyı yaşamak için erteliyor intiharı. Annelikten, çocuklarından nefret ediyor. Öldürmek istiyor onları. Karınlarını doyurmak bile büyük bir külfet onun için. Kızı Görkem, oğlu Murat ve karın yolları kapadığı bir kış günü lojmanda ebesiz, doktorsuz, kocasız doğurduğu, isim bile koymayacağı bebeğiyle birlikte bir kâbusun içinde tutsak. Görkem de Selma’yı yok etmek istiyor. Asla “anne” demediği bu kadından kurtulmayı düşlüyor. Onu doğurmuş ama hiç sevmemiş olan Selma’yı ah bir yok edebilse! Donmuş bir mevsimde, güzelliği hoyratlığına denk bir coğrafyanın ortasındalar. Güzelliğe set çekip hoyratlığı cisimleştiren dört duvar arasında. Selma’nın kocası, üç çocuğun babası, her atandığı köyde bir de futbol sahası kuran, herkesin sevdiği öğretmen Metin haftalardır kayıp. Bırakıp gittiği lojmanda deliliğin, şiddetin, açlığın ittifakı giderek güçleniyor. Her ne olursa olsun, o bayrağın o direğe çekilmesi gereken günler var bu diyarda. Ve yolları kapatan, gölü donduran kış belirliyor hayatın, dolayısıyla da ölümün diyalektiğini.
***
Önceden dikkatimi çekmeyen bir şeyi, K24’ün yıl sonu seçkisi için kendimce liste yaparken fark ettim: 2020’de okuduklarım arasında beni en çok etkileyen kitapların hepsi birer roman, hiçbiri erkek bir yazarın elinden çıkmamış ve hepsinin merkezinde gizli ya da açık bir şiddet anlatısı var. Ebru Ojen’in Lojman, Fernanda Melchor’un Temporada de huracanes (Kasırga Mevsimi), Linda Boström Knausgård’ın Oktoberbarn (Ekim Çocuğu) ve Catherine Lacey’nin Pew (Kilise Sırası) romanlarından oluşuyor benim kısa listem. Aralarından öne çıkarmak istediğim kitap Lojman. Ancak Pew’a da kısaca değinmek isterim: Lacey’nin romanı kurgusal açıdan mükemmellikten epey uzak olsa da zihniyet bükücü bir metin. Erkek mi dişi mi, siyah mı beyaz mı olduğu anlaşılamayan; cinsiyeti, ırkı, yaşı bir çırpıda kodlanamadığı için yerleştiği muhafazakâr kasabada “Sen kimsin?” sorusundan ziyade “Sen nesin?” sorusuna muhatap kılınan dilsiz anlatıcısını kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum.
***
Ebru Ojen ise bence Şeytan’ın safında bir roman yazmış! Doğruculuk ve şefkat kusan, okurken bizi incitmek şöyle dursun pamuklara saran, hep aynı duygusal tellerimize dokunup onlardan hep aynı tıngırtıyı çıkaran metinlere karşı güçlü bir panzehir. Hükmünü siyasetin değil, her şeyin sahibi olan doğanın üzerinden kuruyor. Onun için de sert, sahici. Onun için annelik kutsal değil bu romanda, çocuklar iyilik timsali değil, kadın da kadının yurdu değil sanki. Dilin hırpanileştiği, akışın aksadığı yerlerde başka türlüsü olamazdı diye düşündüm, o ton dışı cümleler ve aritmi olmasa, bu hikâye bu kadar hakikatli anlatılamazdı.
Zihnimin bir arka odası, içinde de geniş bir masa olduğunu hayal ederim ben. İz bırakan, okuyup bitirdiğimde rafa kaldıramadığım kitaplar yerleşir bu masaya, orada öylece açık, anlık bir çağrışımla yeniden çevrilmeye hazır durur sayfaları. Hayat türlü vesilelerle o kitapların anlattığı hikâyeleri, karakterleri canlı tutar. Yaşlandıkça bu masaya daha az kitap bırakır oldum. Masada tuhaf bir komşuluk düzeni oluştuğunu, bazı metinlerin bambaşka yazarlarca bambaşka zamanlarda yazılmış olsalar da, tam bilmediğim nedenlerle birbirlerini bulup yan yana durduklarını da görüyorum artık.
2020’de Lojman, herhalde kırk yıl kadar önce bu masaya bıraktığım Anayurt Oteli’nin yanı başında yerini aldı. Selma orada şimdi, Görkem orada. Buza yapışan ayakları gövdesinden kopartılmış yeşilbaşlı ördeğe cehennem gibi görünen lojman orada, direğine dolanıp dalgalanmayan bayrak orada. Fırtınanın Süphan Dağı’nın gövdesinden koparıp Erciş Ovası’nın göğsüne bıraktığı uğultu orada. Her zaman her şeyi her yeri saran ölümcül jöle orada.
Salinger / David Shields, Shane Salerno
Takıntılı olduğum ve takıntılı olmaktan tuhaf bir keyif aldığım bazı yazarlar var. Bunların başında, külliyatını “zaten” epey önceden okuduğum halde, arada bir dönüp baktığım, hatta yılda bir kez muhakkak uğramaya çalıştığım münzevi, obsesif ve “pozcu” yazar Salinger yer alıyor…
Bu yıl, J. D. Salinger’la alakalı detaylı bir biyografi kitabı yayımlandı. Sayfalarında epeyce vakit geçirdiğim bu metin, aslında 2013 yılında İngilizcede yayımlanmıştı ve öyle sanıyorum ki bir miktar hacimli olması nedeniyle (büyük boy, 700 sayfa) dilimize çevirisi bu kadar gecikti. Kitabın en iyi özelliği bildiğimiz biyografi mantığını esneten ve okumayı kolaylaştırıcı bir yapıya sahip olması. Zaten kitapla aynı tarihte çıkan ve yazarlardan birinin de yönetmeni olduğu aynı adlı bir de belgesel film çekmişler. Eğer Salinger ilginizi çeken bir yazarsa, kitabı okuduğunuz esnada Salinger (2013) adlı belgesel filmi de izleyebilirsiniz.
Kitabın benim açımdan bir başka önemli tarafı da, neredeyse son altmış yıldır mitleştirilen yazarın davranışlarının ve eylemlerinin arkasındaki gerçekliği sorgulamaya çabalaması. Dolayısıyla, yazarın zaman içinde münzevilikten doğan efsanesini bir miktar sarsmaya; uzaktan bakıldığında ilk bakışta görünen “yazar personası”nı deşmeye ve onu insani yönleri ve tüm zaaflarıyla ortaya çıkarmaya çalışan birtakım bilgiler de içeriyor. Ve iyi ki böylesi bilgileri okuru olarak edinebiliyoruz. Çünkü eğer benim gibi, bir yazarın metinlerini okurken, onun hayatının, yapıp ettiklerinin veya hayata bakışının yansımasından ziyade metinlerindeki duyarlılığa odaklanıyorsanız, yazarın zaafları da onun edebiyatını güçlendiren belirgin birer materyale dönüşmüş oluyor.
Velhasıl, 2010 yılında ebediyete intikal eden J. D. Salinger’ın hemen ardından, geride bıraktığı muhtemel eserleri hakkında yeniden büyük bir merak oluşmaya başladı. Salinger adlı kitapta, yazarın münzeviliği boyunca yazdığı kitaplara dair detaylı bilgiler de yer alıyor meraklısı için... Biz de, “müjdelenen” eserlerini dünya gözüyle görmeyi dört gözle bekliyoruz.
Güzeli Kurtarmak/ Byung Chul Han
Benim için 2020’nin favori kitabı Byung Chul Han’ın Güzeli Kurtarmak isimli kitabı oldu.
Sosyolog bir arkadaşımın tavsiyesiyle aldığım kitabı, incecik olduğu için birkaç günde bitirip hap gibi yutarım sanısıyla okumaya başlamıştım, aylar geçti ve zorlukla bitirebildim. Hâlâ dönüp dönüp anlamadığım yerlere göz atıyorum.
Güzeli Kurtarmak beni etkiledi, çünkü; içinde bulunduğumuz tüketim toplumunun “kabul gören” güzellik standartlarını mercek altına alıyordu. Elimizdeki akıllı telefonlardan kullandığımız filtrelere, heykel sanatından tiyatroya kadar, geniş bir perspektifte “pürüzsüzlük, pozitif düşünmek ve yaşamak zorunda hissetmek, beğeni, beğenilme isteği” gibi kavramlarla “modern güzelin” ne durumda olduğunu çarpıcı tespitlerle gözler önüne seriyordu.
Hayata dair tüm planlarımızın alt üst olduğu 2020 yılında Güzeli Kurtarmak beni değiştirdi mi? Kesinlikle evet! Sosyoloji, felsefe ve sosyal felsefe alanlarında daha fazla okuma yapmak için iştah kabarttı. Bu anlamda bana çok iyi geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Açık Kaldıkça Defterim / Ebubekir Eroğlu
2020 yılının şiir kitabı, Ebubekir Eroğlu’nun Açık Kaldıkça Defterim adlı kitabıdır. Bugün yazılan şiirimizin dili değişti, cümlesi değişti, imge biçemi değişti, problematiği, konusu değişti. Belki de bastırılmış farklı yaşama biçimlerinin düşünüş tarzlarıyla geri tepmesi söz konusu. Bu şiirsel değişimi, şiirimizin herhangi bir eğilimiyle açıklamak mümkün görünmüyor. Ebubekir Eroğlu, bu değişim süreci içindeki, iki öncü usta şairden biri; diğeri Enis Batur. Eroğlu’nun şiiriyle ilgili genel bir analizi önümüzdeki günlerde kaleme alacağım.
•