Arkanı dön tüm o duvar yazılarına. Tamam anladım osokakta, busokakta. Önemi var mı sanıyorsun. Paylaşıyor muyuz. Hayır. Sen orada yalnızsın ve ben burada...
02 Haziran 2016 13:40
Sahaflardan edinilmiş. İnce ve mor kapaklı bir kitap. Mor ve siyah. Mor maddenin ötesine uzanan parlaklık, siyah ise gece. Psikolog yazar ne senin arkadaşın ne de benim, biz sadece onun deney fareleriyiz. Psikolojinin nasıl kurulduğunu okul kitaplarında öğretmiyorlar değil mi. İşte bu yüzden bahsedebiliriz terapilerimizden. Ama biliyorum sen de inanmıyorsun bu saçmalıklara, nasıl olur da kafamızın içinden atabiliriz yaşananları. Böyle yazı da olmaz ama diyeceksin, sonra biraz kahve. Bilinçakışı tekniği nasıl yaratılmıştı. Postmodernizm nasıl cevapların olmadığına işaret ediyordu, bunları rüzgâra emanet ederek, Sen bileceksin. Evet bu böyledir. Yaşanan tüm deneyimler hikâyelere dönüşünce tatlıdır, fakat spontane olarak dökülünce akıl, ancak alay konusu olmak mümkün. Şimdi bunu tersine çevirebilirsen yine de anlaşamazdık seninle fakat mor ve siyahın içinde bir katman daha ilerleme imkânı. Bir umuttu bu ve sen bana Behçet Necatigil'in nasıl bitirmediğini anlat dizeleri, keserek anlam kümelerini, çağrışımlarını nasıl bilinmeze sunduğunu. Ben yalnızca bunaldım, kırarak kelimeleri ve yılları dilsizliğe akıtarak, birkaç bilenin mezesi olmaktan başka ne elde ettim biliyor musun. Azıcık üzüntü. Bana kadar, fakat bu psikolog yazarların işine yarayabilir.
Yazının ve kitapların başka bir işlevi de olmalı değil mi. Mekanik ölçülerin mükemmel kalıplarının dışında. otopsi masalarının, eter kokusuna boğulmuş uzmanların uzağında. Neden yaratmıştık biz edebiyatı, ve felsefeyi, ve psikolojiyi, ve saireyi, neden bozmuştuk sözcükleri, dili neden tepetaklak etmiştik. Bu donuk, risksiz, maskelenmiş kunt kütleyi genişletmek için mi. Bir kat daha plastik miydi istediğimiz. Evet azıcık boyalı, pürüzsüz ve insandan uzak. Bu muydu sence.
Neden eline aldın kalemi, neden o saçma sapan, amatör ve vasat dizeleri yazdın. Birini mi sevmiştin. Şimdi unutmuş gibi misin. Geçmiş tamamen mi yalan. Öyleyse carpe diem. Artık herkes böyle demiyor mu. Savaşlarda ölüm kızıl pelerinle mi gelir, hayır sadece insanın sevdiklerini acımasızca parçalara ayırır, fakat biz kalendermeşrep insanlarız, haydi ölüme kızıl bir pelerin giydirelim, yeni doğan evladımızın gözlerine dikelim gözlerini, böylece bu anlık koridorda biraz meltem bekleyelim, okuduğumuz ve yazdığımız tüm cümlelerin kayda geçirildiği devasa defterleri parçalayıp bebekle ölüm arasına yağdıralım. Ne dersin. Gel biz hâlâ sürdürelim bu çiğ oyunları. Çünkü ne seçeneğimiz var ki başka. Ötekiler gibi olmak mı. Ötekileşmekten bahseden ötekilere dönüşmek mi. Biliyorsun bugün herkes ötekileşmek istiyor. Ölmeyecek kimse. Ya da herkes ölecek. İnsan sınırlarıyla da değerli. Ama onlar hayır diyor değil mi. Gel biz seninle evet diyelim. Acıya da evet, güzelliğe ve aşklara da. Tabii bu da aşıldı artık biliyorsun. Carpe diem. Aşkın ismi mezarlıklarda dolaşmakta ve kendisi meçhul, yün hırka giyenlerin meşhur meseli misali. Sonuçta o kapı da kapandı artık. Biz ne yalnızız, ne çoğul, ne bireyiz ne kalabalık, ne mor ne siyah ve biz dediğime de bakma, burada benden başka kimse yok. Haberler. Gazete haberleri. Acılar. Tüm dünyanın acıları. Ve yalanlar. Edebiyatı da elimizden almak isteyenlerin yalanları. Eğer sen, herhangi bir şey hissettiysen. Ufacık ve aptalca bir kıpırtı. İstersen bir Yeşilçam filmine ağla, ister bir dize Rimbaud oku, istersen de içli birkaç satır yaz odanın duvarına. Fakat ne olursun sokağa arkanı dön.
Arkanı dön tüm o duvar yazılarına. Tamam anladım osokakta, busokakta. Önemi var mı sanıyorsun. Paylaşıyor muyuz. Hayır. Sen orada yalnızsın ve ben burada. Küçük bir mum ışığı aydınlatıyormuş gibi yazıyorum masamı, yarın sabah kalkıp yapmam gerekenler yokmuş gibi, özgürmüşüm gibi evet, ama asla değilim. Asla ve asla. Ne özgür olabildik ne imkânı var bunun. Yine yalanlar. Katışıksız. Kitaplardan alıntılar. Süsleyerek bu tutsaklığı aynı bayat numaralara devam. Bana böyle olmayacak diyebilir misin. İkna edebilir misin beni. Olmaz değil mi. Şapkalı a harfi de kalktı tedavülden, o da unutuluverdi. Geçen günümüzün gündüz düşleri, birkaç parça gülücük ve sevişmenin ne olduğunu bilmediğimiz geceler gibi. Bir çocukluk, bir hamlık, bir yordam bilmezlik vardı bizde, sürekli hatalar yapardık. Şapşalca. İmtinasız. İdddialı ve hoyrattık. Fakat Kâlû Belâ'dan beri sakarlıklarla yara bere içinde. Ayağa kalkamadan düşerdik, düşerdik gülerlerdi, sinirlenirdik ve daha da gülünçleşirdik işin kötüsü. Ne oldu şimdi. Artık gülmesinler diye mi. Lütfen gülmesinler, lütfen. Sihirli kelime.
Bunca bilgiyi tıkıştırdık beynin çeperlerine ve sosyal kodları gündeliğin, hangi mahallelinin selamını ileteyim sana, dijitalden başka mecra da yok ki, yok değil mi. Böyle olmalı ve de şöyle. Poz vermek için biraz daha izin iste. Edebiyat bana bunu öğretmemişti. Özgürlüğü arzulamak. Evet özgürlük, biraz da para. Üzücü değil mi. Yeni bir edebiyat için sempozyumlar mı, hayır değil. Birazcık para, güzel bir şeyler yazabilmek için. Esnaf mısın sen. Hani onlar gibi değildin. Aslında, söylemek istediğim bir şey var. Evet aslında. Aslında onlar gibiyim tamı tamına. Şapkasız a harfi de kullanıyorum. Aklımdan çıkardım örümcekli kelimeleri. Temizledim dili bak. Beni de aranıza alın. Çünkü Salinger cephede savaşırken bunu isterdi. Bu çocuk derdi, iyi çocuk, hafif yanpiri bakışlı, budamalık. Aslında bu da yalan tabii. Ben sadece sevilmek istiyorum. Senin gibi, senin, hani şu aynaya bakarkenki.
Biliyorum böyle de yazı olmaz. Okurun sansürüne takılmadan kes ve biç bu dünyayı. Çünkü yaşam benim hissettiğim değil. Ben sana tabiyim ve Sen biliyorsun. İşte bu ısıtıyor içimi. Birilerinin biliyor olması. Fakat ne olurdu edebiyat bana kalsaydı. Çünkü o eskiii arkadaşlarım şahit başka da bir şeyim yok, kitaplar yerine parayla dolu olsaydı odam ve istediğim her şeyi alabilseydim, sana yine yalan söylemek zorunda kalmayacak mıydım. Senin için diyecektim, senin için yapıyorum. Ne yapıyorsam. Yediğim yemeği senin için yiyorum, gezmelerim sana, sevdiklerimi senin için seviyorum, hatta onlar da beni, senin için seviyor. Bu değil mi oyun, yararlılık.
Bilgi güçtür. Evet enteresan, dur tekrar söyleyeyim yüksek sesle duvarlarda yankılansın. Güçtür bilgi. Edebiyat nedir. Onu da Sen biliyorsun. Ben mi. Ben John Fowles'un "eşine ancak Dante ve Beatrice'te rastlayabilirsin" sözlerine şaşırmıştım. Le Grand Meaulnes idi kitabın adı, onu da temin edebiliriz adsız ülke, belki de adsız köşk diye. Julian Barnes da altmışlı yaşlarında tekrar okuyunca sulugöz bulmaktan korkmuş hani. Ama sanırım bulmamış.
Bulsaydı önemi olur muydu senin için. Bu Alain-Fournier'in romanı ıpıslak bir şey deseydi değerli yazar, üzülür müydün. Çiğner miydin o kitabı da. Hayır değil mi. Yalan söylediğini biliyorum. Olsun sağlıklıdır yalan. Masamda bir gece lambasıyla yazıyorum, mum yok. Evet özgürmüş gibi dedim, demek ki değilim, bunu da hatırlıyorum sürekli kahır bela. Olsun, Le Grand Meaulnes'ü oku, başka tavsiyeler de veririm istersen. Knausgaard'ı biliyorsun zaten, bir fenomen olması engellemeli mi. Nasıl başlıyordu ilk cilt. "Kalp için hayat basittir: Atabildiği kadar atar. Sonra durur." Önemli mi sence. Bence önemli evet, gece uçuşu'nu da listeye eklemeli.
Dünyayı yazı masam gibi hayal ediyorum şimdi, ki benim bir yazı masam da yok. Fowles'un zaman tüneli diye çevrilmiş bir kitabı var ama, esas adı solucan tünelleri. Kahvaltı yapıyorum burada, tabak çanakların arasında bir alan açıp kitap okuyorum, bazen de yazıyorum işte, sözlük açmadan mı, yoo, en züppe kelimelerin peşine düşerek, bunun zenginlikle fakirlikle alakası yok, yazı masam çünkü bu dünyada ne varsa, değil mi, bir okyanus, bir atlas, biraz da eski zamanlarımız. Heyecanla okuduğumuz günler hani. Senin ve benim. Yasaklanır gibi okuduğumuz günler. İnandığımız. Yalan söylemekten tiksindiğimiz. Sevişmeyi öpüşmekten çıkardığımız. Ucuz değil hayır, basmakalıp da değil o aptalların zannettiği gibi, masum günler. Masum. Bu kadar basit. Birkaç kelime ile gizli krallıklar inşa ettiğimiz, ağlamaktan utanmadığımız ve ümit ettiğimiz günler. Karanlıkta gece lambaları ve mum ışıkları icat ettiğimiz günler.