"Balzac, Kuzin Bette’te Zola’nın da takdirini kazanacak bir toplumsallık anlatısı kurar; mülkiyet veya fırsatçılık toplumsal ilişkilerin ve kişiler arası iletişimin temel belirleyicisi ise özgür seçimden ne kadar bahsedilebilir? Kuzin Bette’deki tüm roman kahramanları (hem 'iyiler' hem de 'kötüler') hırsları tarafından yönlendirilir ve bu yüzden de toplumsal belirlenim ağının dışına çıkamazlar."
19 Ağustos 2021 13:37
Balzac’ın Kuzin Bette romanını zaafların, tutkuların ve yavaş yavaş alınan bir intikamın hikâyesi olarak görebiliriz; daha alt katmanda ise sınıfsal ilişkiler, sosyal konumlardaki çalkantılar ve bir dönemin tüm toplumsal dinamikleri sergilenir. Son yapıtlarından biri olan bu romanında Balzac kurduğu dilin, anlatımının en olgun örneklerini sergiler: Kültürel ayrıntılar özenle açıklanır; olayların geçtiği zamanın önemli olayları sıklıkla dile getirilir; bu olayların roman kahramanlarının yaşamlarına yansımasının altı çizilir. Her bir karakterin gücünün ve statüsünün tarihsel arka planını özetleyen Balzac böylelikle bireysel arzulara çağın dengelerinin nasıl etki ettiğini, yani kahramanlarının arzularında ve seçimlerinde işleyen sosyal, ekonomik, tarihsel dinamikleri ortaya koymuş olur.
Diğer yandan, kahramanların romanda geçen kimi olaylar karşısındaki tepkilerini ve kişisel tavırlarını kralların, komutanların, tarihsel önemi olan kişilerin tamamen farklı durumlardaki davranışlarına benzetmesi ise hem bireyseli hem de tarihseli karikatürize ederek anlatının ciddiyetine ironik bir eksen ekler. Balzac’ın gerçekçiliği ile eleştirelliği birbirini besler ve birbirine paralel olarak yetkinleşir; Kuzin Bette’de bu gerçekçiliğin özenine en uygun düşen özel bir biçem geliştirdiğini görürüz. Uygarlığın fazlalık olarak, gereksizce, başı boş bir şekilde varolan her ayrıntısını, seçkinlerin budalaca her merakını, ihtiyaç duyulmadan, sadece sahip olmak için sahip olunan tüm mülkiyeti boğucu bir şekilde dile getirmeye dayalı bir üsluptur bu; öyle ki, bir süre sonra okur için karakterler kadar evler ve eşyalar da roman kahramanı haline gelir. Tamamen ciddiyetle anlatılan komik durumlarda hiçbir kahramanına acımaz, ama hiçbirini de diğerlerinden daha hain göstermeye uğraşmaz. Herkes bir şeylerin avı ve avcısıdır; roman boyunca kahramanlar arasında gerçekleşen tüm iletişim, sayfalarca diyalog, bir çıkarlar ağının örülmesinden başka bir işleve sahip değildir. Hemen hepsi aristokratlar ve burjuvalardan oluşan bu birbirinden canlı tiplemeleri yaratırken epey hoyrat davranır; okur Balzac’ın bu tiplerin hiçbirine tam olarak sempati duymadığını çok geçmeden fark eder.
Bu açıdan bakıldığında Kuzin Bette’i sadece tutkuların peşinde savrulan insanların anlatıldığı bir entrika kurgusu olarak değil, Paris’te üst tabakadan insanların içine gömüldüğü batağın incelikli bir çözümlemesi olarak okuyabiliriz. Bu öyle bir çözümlemedir ki, bir toplumsal numune üstünde incelemeyi andırır; romanı oluşturan yazınsal üretim, toplumsal semptomları bir araya getirerek, etiği devre dışı bırakan sosyal ilişkiler ağını teşhis eder. Her şey bir yana, kralcı Balzac, Fransız Devrimi’nden sonra yükselen burjuvaziye tüm nefretini kusar; bu nefretten, çöküşünde bile gösterişten vazgeçemeyen soylular sınıfı da payını alır. Masum olan yoktur; en masum görünen bile, yaptığı kötülükle olmasa da, sessiz kalarak onayladığı kötülükle okura sunulur – yani kendi sınıfının suç ortağı olarak.
Balzac’ın gözlem gücü bu yapıtında son derece inandırıcı (ve bu yüzden de, unutulmaz) karakterlere ruh veriyor: Her şeyi hesap-kitap üstüne kurulu, yaşamı bir ticaret, ilişkileri alış-veriş olarak gören kaba burjuva Crevel; metresleri uğruna servet harcayan, iflasın eşiğine gelen, dolandırıcılık yapan ama bir yandan da iyi aile babası rolünden vazgeçmek istemeyen Baron Hulot; aldatılmaktan ve servetinin erimesinden duyduğu üzüntüyü kocasını kaybetmemek uğruna bastıran, yıllarca görmezden gelen Barones Adeline; görünüşte iyi aile kızı olan, ama aslında akrabasının hayatı boyunca âşık olduğu tek adamı duraksamadan çalabilecek kadar bencil Hortense; iradesiz, tembel, üretmekten çok hayal kuran ve çene çalan sanatçı Wenceslas; aynı anda birçok erkeği idare eden, kurnaz, açıkgöz ve paragöz Valerie.
Tüm bu kalabalığın ortasında Kuzin Bette, Bette Abla veya tam adıyla söyleyecek olursak Lisbeth’in yeri nedir? Kurduğu tüm komplolara ve ortak olduğu kötülüğe rağmen, gündelik yaşam pratiğinde normalleşmiş kötülüklerle yaşamını sürdüren ve toplumsal statünün temsilcisi olan diğer kahramanların arasında Lisbeth’in farklı bir konumu var: Zengin akrabalarından hiç destek görmeyen, emeğiyle (subaylara üniforma süsü örerek) kıt kanaat geçinen, ne kadar çirkin olduğu yazar tarafından defalarca vurgulanan, yaşı geçkin bir kız – ailenin bir köşeye attığı ve ne kadar eskidiğini görmezden gelmeyi tercih ettiği, evdeki eşyalardan biri gibi. Kendi durumunu şu sözlerle özetler:
“Paris’te yapılan iyiliklerin yarısı birtakım çıkar hesaplarına bağlıdır, nankörlüklerin yarısı da öç almadan başka bir şey değildir! İnsanlar yoksul bir akrabaya bir parça domuz yağı verip yakaladıkları farelere davrandıkları gibi davranırlar.”[1]
Romanın başlarında, Lisbeth’in evlenememiş olmasında kuzininin bulduğu talipleri tepmiş olmasının, yani bir başka deyişle, soylu sınıfından bir aileye mensup olmak peşinde olan adamlarla çıkar üstüne kurulu bir evlilik yapmayı reddetmesinin de rolü olduğunu öğreniyoruz. Soylu akrabalarının eline bakmamak için emeğiyle geçinen, herkesin kaba saba diye hor gördüğü, evde kalmışlıkla damgaladığı, ama aslında bağımsızca kendi ayaklarının üstünde durabilmiş bu güçlü kadın, çocukluğundan beri el üstünde tutulan güzel kuzinini kıskanmasına rağmen yıllar içinde bu duygularını dizginlemeyi öğrendikten sonra, bir gün kendinden çok daha küçük genç bir sanatçıya âşık olur. Kuzininin kızı, Bette Abla gibi evde kalmak telaşıyla ve biraz da Bette Abla’nın nasıl olsa evlenemeyeceğine hükmetme cüretini gösterdiğinden, heykeltıraşı kendine âşık edip onunla evlenmekte bir mahsur görmez – üstelik bu konuda ailesi tarafından da açıkça yüreklendirilir. İşte o zaman, yıllardır içini kemiren kin ve öfkeyi bastırıp biriktirmekten bıkmış olan Bette, intikam almak için kuzininin kocası Baron Hulot’nun metresi Valerie ile işbirliğine girişir. Romanın çekirdeğini bu intikam hikâyesi oluşturuyor: Kuzin Bette, Nietzsche’nin hınç ahlakı dediği savunma refleksiyle hayalî düşmanlar yaratmak yerine, gerçek düşmanlarıyla doğrudan mücadeleye girişiyor. Ne var ki, bu mücadelenin bir sınıf mücadelesi değil, bir sınıf atlama mücadelesi olduğunu da gözden kaçırmamalıyız: Baronu iflas ettirmeye çalışırken, kendi toplumsal statüsünü yükseltmenin yollarını arar. Balzac’ın anlatıcı olarak roman olaylarının arasında öne sürdüğü düşünceler, kadını algılayışının önyargılı, eril bakış açısından pek farklı olmadığının ipuçlarını veriyor. Yine de “güzel” Valerie ile “çirkin” Lisbeth arasındaki işbirliğini, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada iki kadının zekâ ile ayakta kalma mücadelesi olarak görmek de mümkün.[2] Ezilen bir gün ezilmekten bıkıp ezeni ezmeye, onu kendi hırsının taşkınında boğmaya karar verir; dışlanan kılık değiştirerek içeri girer – bir asalak veya bir virüs gibi. Aileye sızan bu virüsün onu parçalaması zor değildir, çünkü aile bağı denen şey uzun yıllardır ikiyüzlülükle üstü örtülen yalanlardan ibarettir.
Kitabın sonlarına doğru Valerie-Lisbeth işbirliğinin tam karşısına Josepha-Adeline işbirliği yerleşir. Baron’un eski metresi Josepha, Adeline’in azizelere özgü bir fedakârlık ve boyun eğişle kendini kurban etmesinden öyle etkilenir ki, onca bozulmanın ortasında bir masumiyet abidesi olarak gördüğü bu kadına yardım etmeye karar verir. Böylece kadın kahramanlar arasında ilginç bir simetri kurulmuş olur; romandaki tüm erkeklerin ortasında, adeta dört kadın iki cephe oluşturmuştur. Kitabın sonlarına doğru Josepha’nın sosyetik yemekte konuklara hitaben yaptığı teatral konuşma, kadını metalaştıran üst sınıftan erkeklerin zihniyetine kendi meşrebince bir başkaldırı olarak okunabilir. Baron Hulot gibi sevgilisine her şeyini kurban eden tutkulu bir hovardayı, saygınlığını yasal sahtekârlığa (yani yükselen kapitalizme hızlı adapte olmasına) dayandıran hesapçılara ahlaki açıdan üstün tutan Josepha, diğer erkek konuklara verir veriştirir:
“Du Tillet’nin sol memesinin altında yürek yerine bir kasa, Léon de Lora’nın da aynı yerinde yürek yerine zekâsı bulunur; Bixiou ise kendisinden başka bir insanı sevecek olsa, bu haline kendisi gülerdi; Massol ise yürek yerine bir bakanlık koltuğuna sahiptir (…)”[3]
Balzac’ın yozlaşmış ilişkileri ortaya koyarken aile kurumunu toptan reddettiğini söyleyemeyiz; daha çok para üstüne kurulu bir yaşamın aile bağlarını nasıl parçaladığını gözler önüne serer. (Bu yüzdendir ki, Kuzin Bette ve Kuzin Pons romanlarını “Zayıf İlişkiler” başlığı altında toplamıştır.) Ancak bunun ötesine gidersek, Kuzin Bette’in mülkiyet üstüne, iyelikler üstüne bir anlatı olduğunu da söylememiz gerekir. Romandaki karakterlerin büyük bir çoğunluğunun davranışını sahip olma hırsı yönlendirir; bu hem servete hem sevgiliye hem de toplumsal ilişkilere sahip/hâkim olma tutkusudur. Örneğin Valerie ve Josepha metreslik yaptığı erkeği kendine köle edip onun serveti aracılığıyla lüks hayata erişirken, bir bakıma sevgilisini sahip olabileceği her tür mülkün kaynağı olarak görmektedir; Baron Hulot ve Crevel ise metreslerine onca harcamayı yaparken bunun bir alış-veriş olduğunun bilincindedir; yani sahip olmak istedikleri kadın bedenini satın alınan bir meta olarak görmekte, yani libido nesnesini ticari metaya dönüştürmektedirler. Bu mülkiyet tutkusundan sanat eserleri de payını alır; tüm sanatsal yaratıcılık süs eşyası üretmek, zenginlerin evini süslemek hedefine yönelmiş gibidir; sanatçıların olanca çabası da, üst sınıftan insanlar arasında ismini duyurup bir piyasa yapabilmektir. Balzac tüm bu süslemelerin, süs eşyası olarak tasarlanan (veya eninde sonunda süs eşyasına dönüşen) nesnelerin ayrıntılarını, zanaatkârların/sanatçıların piyasada nasıl değer kazandığını, modasının nasıl gelip geçtiğini anlatırken aslında bir başka gerçeğe işaret etmektedir: İşte burjuva uygarlığı böylesine gereksiz, işe yaramaz ayrıntıların bir toplamıdır; üst sınıftan insanların yaşamı da, evlerini tıka basa dolduran eşyalardaki abartılı süslemeler veya taktıkları gösterişli mücevherler kadar yapmacık, sahte ve yapaydır.
Proudhon 1840 tarihli Mülkiyet Nedir? adlı kitabında insanlara mülkiyetin mutlaklığını düşündüren yanılsamayı şöyle betimler:
“İnsanın benim diyebileceği her şey zihninde şahsıyla özdeşleşmiştir; onu kendi mülkü, malı, kendinden bir parça, vücudunun bir uzvu, ruhunun bir yetisi addetmiştir. Şeylerin zilyetliği vücut ve ruhun nimetlerine sahip olmakla karıştırılmış ve mülkiyet hakkı, Destutt de Tracy’nin pek zarif söylediği, yapıntının doğayı taklidi gibi yanlış bir benzetme üzerine bina edilmiştir.”[4]
Monarşist Balzac, anarşist Proudhon’un Kuzin Bette’den altı yıl önce yayımlanmış bu makalesini okumuş mudur, okumuşsa da bir değer vermiş midir bilinmez; ancak Kuzin Bette’in kahramanlarının da roman boyunca Proudhon’un vurguladığı türden bir yanılsama içinde debelendikleri söylenebilir. Bu giderek çığırından çıkan sahip olma hırsının girdabında sahici her şey yapıntı ile yer değiştirir; yapıntı doğalmış gibi algılanır veya böyle bir oyun oynanır. Aslında herkes bir oyun oynandığının farkındaysa da, olup biten her şey oyun icabı değilmiş de doğal seyrindeymiş gibi davranılır – ve bu da oyunun bir parçasıdır. Toplumsal ilişkiler bir fırsat kovalama pratiği veya alış-veriş ağı şeklinde kurulunca, yalan ve yanıltmaca da iletişimin doğal bir öğesi haline gelir; toplumun temelini oluşturan çıkarlar ağı yalan söyleme pratiğiyle beslenir ve gelişir. Romandaki olaylar ve ilişkiler çıkarlara paralel olarak dallanıp budaklanırken metin de dallanıp budaklanır; alıntılar ve ağdalı benzetmeler çoğalır. Kanımca bu yaklaşım planlıdır: Roman kahramanları veya romanın anlatıcısı tarafından edebiyata, tarihe, dine, mitolojiye yapılan atıflar, kültürel sermayeyi ön plana çıkaran, kültürü de mülkünün bir parçası olarak gören kibirli belagatin dışavurumudur – çoğu zaman insanlar değil, insanların kibri konuşur. Böylece roman içinde olay örgüsünün simetriği sayılabilecek, metinlerarası bir ağ kurulur; benzetmeler, göndermeler, alıntılar çoğaldıkça, uygar insanın içine sıkıştığı yapıntıların ve örüntülerin sahteliğini sezdiren bir yapmacıklık hissi de çoğalır. Ana roman metninin atıflara dair dipnotların istilasında olması gibi, romandaki otantik her tür insani durum da, çıkarların dayattığı yapmacık ilişkilerin istilası altındadır. Aslında kişilerin kendi yararı gibi görünen amaçlar da yapmacıktır; giderek çığırından çıkan sahip olma hırsı, süslü belagatin en sonunda anlamsızlaşması gibi, gereksizliğin gerekliliğine dönüşür – böylece Balzac 1846 yılından günümüze hitap eden eleştirel yaklaşımıyla çağdaşımız olmayı başarır.
Kuzen Bette'in bazı karakterlerinin Charles Huard tarafından yapılmış illüstrasyonları.
Solda kuzen Bette, ortada Valérie Marneffe, sağda Marshal Hulot.
Mülkiyet veya fırsatçılık toplumsal ilişkilerin ve kişiler arası iletişimin temel belirleyicisi ise özgür seçimden ne kadar bahsedilebilir? Gerçek bir etik tercihin mümkün olduğunca toplumsal belirlenimden bağımsız olması beklenir. Kuzin Bette’deki tüm roman kahramanları (hem “iyiler” hem de “kötüler”) hırsları tarafından yönlendirilir ve bu yüzden de toplumsal belirlenim ağının dışına çıkamazlar. Balzac romanın çarpıcı finalinde basitçe taraflardan birine zafer kazandırmak yerine karmaşık bir sonucu tercih eder; çıkarları açısından düşünüldüğünde her iki taraf da hem kazanır hem kaybeder. Kimin daha oportünist olduğunu bir yana bırakırsak tek yenilgiye uğrayanın etik olduğunu görürüz, çünkü tüm roman kahramanları hırslarını takip etmiş ve hırsları tarafından tüketilmiştir: Şehvet düşkünlüğü Baron Hulot’yu, intikam tutkusu Lisbeth’i, aile tutkusu Adeline’i, sınıf atlama tutkusu Valerie’yi tüketir; en tutarlı karakter gibi görünen oğul Hulot bile kötülükten yardım almaksızın iyiliğe zafer kazandıramaz; bu da okuru yoğun bir ahlaki belirsizlik içinde bırakır. Yararcı rota takip edildiğinde etik yön terk edilir; bu azize sabrına sahip Adeline için de böyledir, çünkü onun iyiliğinin de bir hedefi, amacı, işlevi vardır: Kocasını evine döndürmek, ailesinin bütünlüğünü korumak. Gerçekten Josepha’nın (ve belki Balzac’ın da) düşündüğü gibi azizelik/ermişlik benzeri bir iyiliği olsaydı, iyiliğinin sonucunda bir şey elde etmeyi beklemez, deyim yerindeyse iyiliğini kurban ederdi. Adeline’in asıl başarısızlığı amacına ulaşamamasında değil, ahlaki seçiminin özgür bir seçim olamayıp toplumsal işlevle yönlendirilmiş olmasındadır. Aynı şekilde, Lisbeth’in başarısızlığı da hedeflediği statüye sahip olamamasında değil, böyle bir statü hedeflemekle hak aramanın ötesine geçip, alış-veriş ağının içine girmiş olmasındadır. Ayrıca intikam hırsı toplumsal belirlenim tarafından körüklendiği için etik bir seçim değil, toplumun içine işlemiş merhametsizliğin devam ettirilmesidir. İntikam alan, kendisine yapılmış bir kötülüğün acımasızlığına benzer kötülükle karşılık verdiğinde, aynı acımasızlığa ortak olmaktan kurtulamaz.
Balzac, Kuzin Bette’te Zola’nın da takdirini kazanacak bir toplumsallık anlatısı kurar; kahramanlarının toplumsal kökenini izleyerek okura onların iyiliğin ve kötülüğün ötesindeki durumunu gösterir: Özgür seçimin ve etiğin devre dışı kaldığı alandır burası; ahlakçılık ise narsisizmin bir şekli olarak korunmaya devam eder. Oysa etik, toplum tarafından bireyin beynine kazınan ahlakçı öğütler değildir; tam tersine, geçmişin ve toplumun bireyin omuzlarına yüklediği yükten kurtulma arayışıdır. Etiği toplumsal sınıfların içi boş ahlakçılığından kurtaramadığımızda, geriye paranın savunucusu Crevel’in sözleri kalır:
“Yönetimin Kral Louis-Philippe’in elinde olduğunu sanıyorsanız, meleğim, yanılıyorsunuz. Ne var ki o bu konuda yanılmıyor. Hepimiz gibi o da biliyor ki, Anayasa’nın üstünde o kutsal, saygın, sağlam, sevimli, zarif, güzel, soylu, genç, her şeye gücü yeter nesne, para vardır, beş frank değerinde olsa bile!”[5]
Crevel’in parayı “her şeye gücü yeter nesne” olarak tanımlaması bir yandan sermayenin bir put gibi Tanrı’nın tahtına oturduğunu, neredeyse teolojik bir boyut kazandığını ima eder; diğer yandan da her tür iktidar ilişkisinin para ve mülkiyet ekseninde kurulmak zorunda olduğu, burjuva uygarlığında bu temele oturmayan bir yönetim inşa edilemeyeceği gerçeğine işaret eder. Ekonominin egemenliğindeki toplumda para akışı bir ekonomik ilişki olarak kalmaz ve baskın toplumsal ilişki halini alır; bu da bireyleri alım gücü oranında doyumsuz birer mülkiyet toplayıcısı olmaya zorlar. Yığılan mülkiyetin ardında insanlar görünmez olur – ve tabii, her tür etiğin temelini oluşturan, anlayışa dayalı insani iletişim de…
•
NOTLAR:
[1] Honoré de Balzac, Kuzin Bette, çev. Yaşar Avunç, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013, s. 119.
[2] Bunun yanı sıra kimi eleştirmenler, romanda açıkça ifade edilmese de, iki kadın arasındaki ilişkinin homoerotik imalar içerdiğine dikkat çeker.
[3] Honoré de Balzac, a.g.y., s. 429.
[4] Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir?, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 65.
[5] Honoré de Balzac, a.g.y., s. 326.
YAZARIN NOTU:
Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin Ekim/Aralık 2014 tarihli 20. sayısında yayımlanan “Etiğin Yenilgisi, Mülkiyetin Zaferi” adlı yazının gözden geçirilmiş ve güncellenmiş versiyonudur. İlk yazı kitabın 2013 baskısına dayanmaktadır; geçen ay aynı çevirinin ikinci baskısı yapıldı.