ABD deneysel sinemasının öncü sanatçılarından Barbara Hammer 40 yılı aşkın sanat yaşamında kadının edilgen, erkeğin etken olduğu denklemleri ısrarla tersine çevirir
03 Mayıs 2018 14:12
Cinsiyet, bu coğrafyada, her coğrafyada olduğu gibi demek gerek belki de, inşa edilen bir şey. Kanıtlamanız, işaret etmeniz, açığa vurmanız isteniyor; bekleniyor. Toplumsal cinsiyet bu neticede, dışlanması, yalnızlaştırması derken türlü yaptırımı ve ödülü var. Cinsiyete dayalı türlü fobinin temelindeyse bu kemik kadar sert ve bilinçdışımıza sonsuz köklerle yerleşmiş stereotipler duruyor. Hem erkeklik ve kadınlık, hem “biz ve onlar”; ötekilik hem de cinsellik. Bu fobiler, bu dipsiz kuyu korkular, her şekilde her yüzüyle sapasağlam dururken, nasıl zayıflayabilir, nasıl çözülebilir? Cinsiyet ayrımcılığı her sınıfta, her statüde, farklı maskelerle çeşitli yüzlerde görünse de özünde kendi içinde pek kıpırdamadan duruyor. Zararsız gibi duran ince bir gönderme, aşağılama amaçlı bir bakış, herhangi birini nitelerken kullanılan bir sıfatla toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık her yerden püskürebiliyor. Doğrudan eğitimle paralellik kurmak yanıltabilir zira sözde iyi üniversite eğitimi almış biri, cinsel yönelim ya da cinsiyet kimliğine dayalı fobilerle doluyken; ilkokul mezunu bir aile, çocuklarının cinsel yönelimini hiç sorun etmeyebiliyor. Sözde sıradışılığı, azınlığı destekleyen birçok anlatı, cümle, jest, bakış kaş yaparken göz çıkarır, azınlığı olumlamak bir yana; sıradanlığı, çoğunluğu, “normal” görünerek kalabalığın görünmez akışına kapılmayı örtük ya da açık yüceltiverir. Edebiyatta ya da sinemada, günlük hayatımızda basit satır aralarında öyle gözü kapalı yapılır ki bu, önyargılar sanat tüketicisinin ya da herhangi birinin bilinçdışına puf yastık ve yorganlarla yerleşir. Farkına bile varmayız. Sözde-merhamet, yapmacık-iyi niyetlerle kendi raylarında, kendi etrafında dönen oyuncak elektrikli trenler gibi, kendi üzerimize kapanıveririz.
Çocuklar okula başladıklarında bile çoktan toplumsal cinsiyet kodlarıyla donanmış oluyorlar. Erkek çocuklar da, kız çocuklar da. Bu kodlar nasıl ediniliyor, öncelikle aile vasıtasıyla evde ve elbette sokakta diğer çocuklardan. Çoğu televizyon, çoğu gazete, internet; toplumsal cinsiyet ikiliği her yerden boca ediliyor üzerimize. Kullandığımız bir bağlaç bile birçok durumu ele verebiliyor: Örneğin “Gazeteci ve iki çocuk babası” derken “iyi bir gazeteci ama biseksüelmiş” diyoruz, ağzımızdan “gazeteci ve biseksüelmiş” diye fırlamıyor cümle. Malum, ötekilik, azınlık durumu din ya da cinsellikle yan yana geldi mi etiketlemeler daha sert, nefretler daha güçlü. Konu çok geniş ama objektifi doğru tarafa tutmamız gerekiyor. “Bu nefretin altında ne var”, sadece bir azınlık meselesi değil çünkü bu.
Konunun mağdurları bile, kendilerini mağdur eden toplumsal cinsiyet dikenlerinden beslenebiliyorken nasıl adım atılabilir? O kadar köklü ve içimize yerleşmiş önkabuller ki bunlar, insanın kendini gerçekten tanıyabilmesi ve bazı durumları fark edebilmesi bile on yıllar alabiliyor. Kimisi kendini, kimliklerini hiç kabullenemeden öte tarafa göçüyor.
Ana akım sinemada, film karakterlerinin ölme sıraları, toplumun bilinçdışında yer alan ahlak anlayışını doğrulamak için çalışır. Partileyenler, renkli saçlı erkekler, erkeksi kızlar, feminen erkekler... Kısacası klasik aile fotoğrafına girmeyen herkes, bir anormalite sıralamasına göre hayatlarını kaybederler. Genel olarak filmden sağ çıkanlar“alfa erkek”ler veya edilgen, itaatkâr, tabi oldukları erkeklerin sözünden çıkmayan kadınlardır. Beyaz tenli, atletik, korkusuz, maskulen tavırlarından asla taviz vermeyen sözde “gerçek” erkekler. Ya da kocası, babası, oğlu, erkek kardeşi vb. yakınlarındaki erkeklerin erkeklik inşalarını aynalamaya, onaylamaya yarayan her durumda bir erkeğe ihtiyaç duyan, sadece toplumun kendisinden beklediği çizgiler arasında yaşayan "normal" kadınlar.
Barbara Hammer, bizzat ana akım sinemanın uzak durduğu, bedenlerin, özellikle de aynı cinsiyetten bedenlerin kesiştiği, bir araya geldiği anlara tutuyor kamerasını. Uzun uzun o kesişme anlarına sadık kalıyor. Örneğin Nitratlı Öpücükler'de (1992) film esnasında konuşulan dil değiştirken (İngilizce - Almanca - Fransızca), arka planda hikâye dört farklı çiftte çoğunlukla sabitleniyor. Kolektif arzu ve kaygıların bastırıldıkça, katlanarak geri döndüğü en önemli, şeffaf alanlardan biri de, sinema perdesi. Bir tür sosyo-psikolojik ayna. 70'li yıllarda toplumun içerilerine bastırdığı mazlumluk ve erkekliğin, dönemin Yeşilçam filmlerinden kendi üzerine teğellenerek ve defalarca büyüyerek geri dönmesi gibi tıpkı.
Tüm sınırbozuculuğuyla toplumsal cinsiyete "hayır" diyen, ABD deneysel sinemasının öncü sanatçılarından Barbara Hammer (1939 doğumlu), sadece dört dakika uzunluğundaki Dyketactics (1974) ile "erkek bakışı"na hizmet etmeden bir kadın bedeninin peliküle nasıl yansıtılabileceği hususunda ortalığı yıkmıştı. Üç parçanın birleştiği Nitratlı Öpücükler (1992), Tatlı Kurgular (1996) ve Tarih Dersleri (2000) ile Hammer asla sonu gelmeyen erkeklik ve kadınlık performanslarını, ödevlerini, görevlerini, sınırlarını, yapılması ve yapılmaması gerekenleri âdeta en başa sarıyor. Günümüzde İsviçre’de European Graduate School’da derslerini sürdüren Hammer'ın ürettiği muhtelif video işleri ve orta metraj filmleri, Modern Sanat Müzesi (MoMA), Tate Modern, Jeu de Paume dâhil dünya çapında pek çok kıymetli galeri ve müzede gösterildi.
Ana akım sinema filmlerinde bastırılan onca arzu veya kaygı, eksiklik ya da fazlalık olarak nereye gidiyor? "Geleneksel ahlak sınırları"nı aşan herkesin başına gelen onca kötü olayın hesabını kim verecek peki? Barbara Hammer 40 yılı aşkın sanat yaşamında kadının edilgen, erkeğin etken olduğu denklemleri ısrarla ters çevirir. Bağımlı olmayan kadın cinselliğinden ölesiye korkan "erkek bakışı" şimdi ne yapacak?
Kadın edilgen, itaatkâr, bağımlı olmadığında, erkek de bu aynanın diğer yüzünde etken, egemen olmadığında neler olduğuna bakıyor Hammer. Sanki naif bir dokunuşla, bu zor, bu çetrefil dikenlerle dolu aynayı ters çeviriveriyor. Peki ya sonsuza dek annelerinden kopamayan erkekler? İmkânsız bir sarmalın içinde ilelebet "ne kadar erkek" olduklarını sürekli ispat etmek zorunda olan erkekler? Hammer, tüm işlerinde kadınlara ve erkeklere aynı mesafeden bakıyor. Ne bir tarafı suçluyor, ne de bir tarafa ödül veriyor.
İnsanın kendini kolayca başladığı noktada geri bulabileceği bir konu bu. Önce her birimizin zihnindeki gözlüğü değiştirmesi gerek. Ama toplumun çoğunluğu maalesef bu toplumsal cinsiyet hiyerarşisinden memnunken (ya da memnun görünürmüş gibi yaparken), kim neden hareket etmek istesin? Örneğin birkaç dil bilen, iyi eğitimli, iyi bir iş sahibi bir genç kadın, kocasının soyadını kullanmaktan hiç rahatsız değilse; bir eşcinsel, bir transseksüeli görünce hemen alaycı bakışlarla yanındaki arkadaşını dürterse, kim değişecek ve nasıl değişecek?
Sözde en gelişmiş, en modern Avrupalı ailelerin bile çocuklarının uyuşturucu bağımlısı olmalarını, eşcinsel olmalarına tercih etmeleri, korkunç değil mi? Kadınlara uygulanan şiddet de aynı çerçevede (eril performansın yetersizliği), onun da kökü başka bir yerde değil. Manzara nasıl değişebilir? Toplumsal cinsiyet etiketlerinden görece arınmış akademisyenler, öğretmenler, sanatçılar çok önemli. Barbara Hammer gibi toplumsal cinsiyete bu kadar adil ve şeffaf bakabilen sanatçılar çok önemli. Zamanla, sabırla, yavaş yavaş birtakım kilitler kırılabilir. Bu konularda zihninde etiketleri olmayan birine rastlamak imkânsız gibi neredeyse; çok zor. Kendini dünyanın en özgür düşünen insanı sanan biri bile, beklenmedik bir anda toplumsal cinsiyet şablonlarına bulanmış bir espriyi patlatabiliyor…
Toplumsal cinsiyet kalıplarının, performanslarının, kimliklerinin kimsenin hayatını daha fazla ağırlaştırmadığı, karartmadığı güzel günlere… Kim bilir, Barbara Hammer'ın çarpıcı video işlerini veya filmlerini izledikten sonra belki birileri daha, yıllardır saklandığı dolaptan çıkıp, fobisiz korkusuz kendi bedeniyle, yönelimleriyle, kimlikleriyle tanışmaya cüret eder.
Belli mi olur?