Evet, Kerem Görkem bu soruya yanıt arıyor... Bir okurun “Edebiyat bu değil” derken, “İşte edebiyat bu” diye bağırmak isteyen noktaya nasıl geldiğini dört tez üzerinden inceliyoruz
30 Mart 2015 14:00
Bazı zamanlar aşırıya kaçabiliyor insan. Düşünülmemesi, söylenilmemesi, yapılmaması gereken şeylerle yüzleşmeyi beceremiyor. Bir becerebilse duracak zaten o noktada ama yapamıyor. Bunu aşmak için ya benliğinde haşmetli bir irade inşa etmeli ya da o benlikten koşmalı, kaçmalı... İki türlü çıkmaz sokak. Hal böyleyken, o sokağın en kuytusuna kondurulmuş derme çatma, ahşaptan evin çatısının altına sığınıyor. Kendiyle barışmaya; düşünmemesi, söylememesi, yapmaması gereken şeylerin pişmanlığıyla yüzleşmeye başlıyor. Çoğu zaman, bu pişmanlığa sebep olan şeyler ya çok sevmekten ya da hiç sevmemekten oluyor. İnsanoğlu hislerini idare etmekten aciz, ortasını bir türlü tutturamıyor.
Ben de üçüncü bir alternatif olarak, bütün bunlarla yüzleşmekten çekindiğim için, uzun zaman duymazdan geldim içsesimi. Ne bir irade inşa etmeyi ne de koşmayı becerebildim. O yüzden duymazdan geldim. İyi mi yaptım, kötü mü bilmem; ama bu kalıcı bir sağırlık değilmiş, kalıcı bir sağırlık olamazmış, onu anladım. Duymazdan geldim çünkü bir okur olarak, çok değil iki yıl kadar önce, Barış Bıçakçı için şimdi duymaya tahammül edemediğim sözleri kendimin sarf ettiğini gün gibi hatırlıyorum. “Evet, bir naiflik var ama edebiyat bu değil” derdim. Ulu orta söylerdim bunu, herkes duysun diye! Çünkü o kadar sevmezdim ki, kimse benden daha az sevmesin isterdim. Şimdi tekrar ede ede, yüzüme vura vura utanıyorum. “Hareket etmezsen acı üzerinde birikir,”[1] ya, ben de hareket ediyorum işte, konuşuyorum; kendimle barışayım diye, utancımı üzerimden atabileyim diye...
İlk iki paragrafın akademiden uzaklığı, yazının devamında “Barış Bıçakçı neden seviliyor” sorusuna kendim temelinde ürettiğim dört tezin sunumundaki üslupla belirgin ölçüde ayrılacak elbette. Nereden bakılsa, ilk iki paragrafın, o tezlerin gökten zembille inmediğinin anlaşılmasında faydalı olacağını, hiç olmazsa kendi tarafımdan bir özümsenmeyi doğuracağını düşünüyorum. İşbu yazının asıl konusu, Barış Bıçakçı yazını hakkında “Edebiyat bu değil” derken, “İşte edebiyat bu” diye bağırmak isteyen noktaya nasıl geldiğimdir.
En zayıfı olduğunu düşünsem de, ilkin “gizem” diyeceğim. Barış Bıçakçı yazınına ya da hikâye ve romanlarındaki karakterlere dair bir gizem değil bu. Aksine, bizzat yazarın belirsizliğine dayanan, Barış Bıçakçı’nın tabir-i caizse hayaletliğinin okur üzerinde yarattığı gizem. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den Sinek Isırıklarının Müellifi’ne varan kurgusal anlatımların, okurun zihninde birtakım belirsizliklere yol açtığını, buradan doğan belirsizliklerin ise Barış Bıçakçı’yı hayaletleştirdiğini söylemiyorum. Birey olarak yazarın kendini soyutlaştırması burada mesele. O’nun yüzüne epey zaman yabancı kaldık. İzafi Dergisi’nin 2013 yazında yayımlanan onuncu sayısında yer alan Barış Bıçakçı dosyasında, yazarın bir fotoğrafına yer verilmişti. Bu yayın epey tartışma yaratmış olmakla birlikte (İzafi Dergisi bu konuda internet üzerinden bir açıklama[2] yayımlamak durumunda kalmıştı), aynı zamanda değindiğim “gizem”i paylaşan okurları ikiye bölmüştü: Barış Bıçakçı’yı görmüş olmaktan memnun olanlar ve “gizem”in dozunu biraz olsun hafifleten İzafi’ye sinirlenenler. Derginin açıklama yayımlamasının öncelikli nedeni de ikinci gruba dâhil olan okurlardı. Yakın zamandan beri ise yazarın Vikipedi sayfasında profilden bir fotoğrafı bulunuyor. Diyeceğim o ki, ister fotoğrafının ilk defa yayımlandığı zaman iki gruba ayrılan okurlara, isterse bütün bunlara tepkisiz kalmayı tercih edenlere bakılsın, ortada öteden beri varolan bir “gizem” var ve bu “gizem”, Barış Bıçakçı’yı okurun gözünde farkında olmadan çekici kılıyor.
İkinci nokta “yakınlık”. Yazarın yarattığı karakterler, toplumun hangi pozisyonunda bulunursa bulunsun, en az bir defa okura en yakın noktasıyla ele alınıyor. Böylece duyurulan samimiyet, o cümleleri okuduğumuz zaman “Demek ki edebiyat bize o kadar da uzak bir şey değilmiş!” diye düşünmemize sebep oluyor. Örneğin Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de okur-yazar bir entelektüel olarak sunulan Ender’in, aynı zamanda halı saha maçına giden ve dostu Çetin’le birlikte taze fasulye pişiren bir karakter olduğunu görüyoruz. Bu “yakınlık”, ister istemez Barış Bıçakçı hakkında kötü düşünmemize engel oluyor; çünkü o da bize benziyor!
Zannederim kalan iki tezimin anlaşılabilmesi için, Barış Bıçakçı yazınında “gizem” ve “yakınlık” fikirlerine göre daha detaylı okumalar yapılması gerekiyor. Çünkü önceki iki paragrafta bahsettiklerim, herhangi bir gözlemcinin ilk anda fark edebileceği türden şeyler. “Yeniden bakış” ve “sinestezi”nin ise karşılaştırmalı fikirler olduğu göz önüne alınacak olursa, mevzubahis kitapların ötesinde okumalar yapılmış olmasını ve aradaki farkların küçük bir düşünceyle anımsanabilmesini gerektirdiği söylenebilir.
“Yeniden bakış” olarak adlandırdığım şey, tam olarak okuru yanıltmaya, kendinden emin bir biçimde “Öyle değil böyle” demeye dayanıyor. Yanlış anlaşılmasın, burada bir küstahlık görmüyorum. Barış Bıçakçı, “yeniden bakış”larıyla okura yanlış bildiğini değil, eksik bildiğini gösteriyor. Okurun cepheden gördüğünü bir de perspektifiyle göstermeyi, böylelikle bir şaşkınlığa sebebiyet verip okuru kendi tarafından görünenin daha güzel olduğuna ikna etmeyi amaçlıyor. Tabii Barış Bıçakçı’nın bu kalkışmasında her seferinde başarıya ulaşıyor oluşu, “sözcüklerinin altında sakladığı özlemi, sakin ve güzel anlatıyor”[3] oluşuyla ilişkilendirilebilir. Sanırım bu alıntı -hele hele virgülün müthiş çalışkanlığı sayesinde-, tam olarak değindiğim noktalara denk düşüyor: “İnsan oğlu beklerken nefes almaz, yutkunur.”[4]
“Barış Bıçakçı neden seviliyor?” sorusuna cevaben üretilen son teze gelecek olursak, “sinestezi”, beş duyu arasında geçiş yapma yetisini; dünyayı görsel/ işitsel/ duyumsal imgelerle kavrama ve iletme becerisini anlatan bir nöroloji terimi. Barış Özkul, geçtiğimiz ay Birikim Haftalık’ta yayımlanan Cemal Süreya başlıklı yazısında böyle söylüyor. Bu yazının, Süreya şiirinin sinestezi terimi üzerinden dünya üzerindeki muadili şairlerle karşılaştırmalı bir yorumlama yapılırken, aynı zamanda okuyanın aklına başka başka yazarları getiriyor oluşu yönünden faydalı olduğu söylenebilir. Benim aklıma ilkin Didem Madak gelmişti. Fakat şimdi söyleyebilirim ki, Barış Bıçakçı da onlardan birisi. “Sinestezi” yetisinin, edebiyatta sıklıkla nesnelere insani özellikler yüklenirken gösterildiği göz önüne alınırsa, sanıyorum Barış Bıçakçı bu konuda rüştünü çoktan ispatlamıştır: “Pazartesi sabahı. Sonbahar. Hava soğuk, rüzgârlı. Kaldırımdaki kuru yapraklar törene geç kalmış okullu çocuklar gibi koşturuyor.”[5] Yaptığım alıntı insani duyumsamayla birebir ilişkili olmasa bile, bu noktada açığa çıkan naifliği görmek adına değerli olabilir. Okuru Barış Bıçakçı’ya bağlayan, onu sevdiren en mühim sebeplerden biri de o naiflik bana göre. “Sinestezi” işte bunu sağlıyor.
Bu dört tez, ister ayrı ayrı, ister bir bütün olarak ele alınsın, kapısı Barış Bıçakçı’yı sevmeye açılan bir evi işaret ediyor. En yakın çıkmaza hayli uzak, haşmetli bir ev o...