İnsan kötülüğe direnmese ne olur? Taşra, mahkum olunmuş bir yaşam mı? Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu filminin Çehov, Turgenyev ve Orhan Pamuk eserleriyle ilişkisini inceliyoruz
26 Mart 2015 14:00
Dostoyevski’nin romanlarında kahramanlar, dostlarla yemek sofrasında ya da sıradan bir aile toplantısında bir anda bakarsınız felsefi bir sorunu tartışmaya başlarlar. Ahlak değerlerinden start alan sohbet, daha derin varoluşsal konulara, oradan da yaşamın anlamını sorgulamaya kadar götürür karakterleri. Felsefe problemlerini gündelik hayatın içinde ele almak hem kurguya hem de karakterlere derinlik kazandırır. Hayat felsefesini yapaylaşmadan ya da didaktik bir havaya bürünmeden anlatmak, ayrıca bu tartışmaları kurgunun temeline yerleştirmek romanı farklı bir boyuta taşır. “Düşünce romanı” ya da Fransızca adıyla roman à thèse, XIX. yüzyılda gelişen bir roman türü olmasına rağmen, Platon’un Diyaloglar’ına dek gerilere dayandırılabilir. Sonuçta Platon’un diyalogları da, kurgusal olarak baktığımızda, Sokrates’in birkaç dostuyla bir araya gelip, şarap eşliğinde tartışmasından başka bir şey değildir.
Düşünce romanı ile Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kış Uykusu arasındaki bağlantıya gecikmiş bir yazıyla değinmek isterken, filmin DVD’sinin piyasaya çıkışını bahane edebilirim diye düşündüm. Filme ek olarak kamera arkası ve Cannes Film Festivali Ödül Töreni görüntülerinin verilmesi kuşkusuz filmin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu filminde, Rus klasiklerine, özellikle Anton Çehov’un oyun ve öykülerine çok sayıda gönderme yapıyor. Çehov’un, sınıflar arası gerilim ve çaresizlik içinde kalmış karakterlerini görmemiz mümkün ama en az bunlar kadar önemli yer tutan roman à thèse– ya da izin almadan bir deyim uyduralım, film à thèse– ve Turgenyev romanlarına göndermelerden bahsetmek gerek.
XIX. yüzyıl tüm Avrupa’da büyük değişimler çağıydı. Rusya’da da bir nesilden diğerine sosyal, kültürel ve siyasi anlamda radikal değişimler oluyordu. Rus aydınları sanat ve bilimin önem kazanmasına heyecanla bakıyorlardı. Hatta Turgenyev gibi bazı pozitivistler, dünyadaki tüm kötülüklerin (hastalık, yoksulluk, vb.) bilim sayesinde yok olacağını düşünüyordu. Batı’daki bilimsel gelişmelere hayranlıkla bakıldığı günlerdi; tıp ve doğa bilimleri kadar sosyal bilimler de mutlak sonuçlara götürecek sanılıyordu. Dostoyevski’den üç, Tolstoy’dan on, Çehov’dan kırk küsur yaş büyük olan Turgenyev (1818-1883), aydınlanma umudunun en yüksek olduğu XIX. yüzyılı neredeyse baştan sona yaşadı. Bilime duyduğu hayranlık Batı hayranlığı sanıldığı için çok eleştirildi, oysa Turgenyev değişimden yanaydı ama aşırı hızlı değişiminin yaratacağı boşluğun da farkındaydı.
Babalar ve Oğullar (1862) sosyal değişimin en parlak anlatılarından biridir. Yaz tatili için eve dönen iki genç öğrencinin aileyle, değişen zamanla, yoksul halkla, taşrayla, toplumsal çürümeyle, ve daha bir çok şeyle yüzleşmelerini anlatır. Kahramanlar kendilerini inançsız ve nihilist tanımlarlar. Nihilizm en çok taşrada dile gelir Rus klasiklerinde. Hayatın boşluğu, anlamsızlığı vurmuştur kahramanları. Önceki kuşakların sımsıkı sarıldıkları ideallerin çöküşü hayalkırıklığı yaratır ve idealleri yitirmek nihilizme dönüşür; düzeltmek için birinci koşul (Babalar ve Oğullar’ın kahramanı Bazarov’a göre) ancak tamamıyla her şeyi yok ederek mümkün olabilir.
Turgenyev’in kahramanları bu gerçekleri taşraya geri döndüklerinde, halk ile yüzleştiklerinde anlarlar. Taşrada olmak, bir eksikliği kabul etmek anlamına gelir. Bu konu akla Orhan Pamuk’un Kar romanında Kars’ta sıkışıp kalmış yaşamların anlatıldığı satırları getiriyor. Taşrada yaşayan herkes neden burada olduğunu açıklamak zorunda hisseder kendini. Bir şeyler başarılamamış ve burada yaşamak zorunda kalmıştır insanlar: üniversite puanları ancak buraya yetmiştir ya da mutsuz bir evlilik sonrası gidecek başka yer yoktur. Bir eziklik altında kabul edilmiş gibidir taşra. Çehov’un öykülerinde de durum farklı değildir. İdeallerinden vazgeçen ya da vazgeçmek zorunda kalan, irade gücünün yeterli olmadığını anlamış insan portreleridir yazarın çizdiği. Taşranın kısıtlayıcı ve bunaltıcı havası en çok kendi istem gücünden büyük bir iradenin hizmetinde olduğunu anladığı için yıkım olur insana.
Nuri Bilge Ceylan’ın taşrası tüm bu eserlerden izler taşıyor. Aydın, Necla ve Nihal’in burada oluş nedenleri hep bir eziklik olarak gösteriyor kendini. Necla evliliğini sürdüremediği, sonunda boşandığı ve gidecek başka bir yeri olmadığı için burada. Nihal’in durumu farklı değil, o da kendi istemiyle burada kalmıyor, daha güçlü bir iradenin altında boyun eğmiş gibi. Aydın başarılı olduğunu söylediği oyunculuk kariyerini geride bırakıp aileden kalma mülküne değer kazandırmak için geri geliyor doğduğu yere. Başarılarından ya da oyunculuğundan ondan başka söz eden olmuyor. Sonunda her birinin kabul ediş öyküsü farklı ama hiçbirinin kendi özgür iradesiyle burada kaldığını söylemek mümkün değil. Taşra yaşamı, mahkum olunmuş bir yaşamdır onların gözünde. Bu duygunun temelinde kendini şehirli, aydın, üst sınıftan görmeleri yatıyor. Buranın halkından üstün olduklarını düşünüyorlar.
Aslında Aydın’ın kötü niyetli olduğu hissine kapılmıyoruz; o sadece kendi doğrularını sorgulama gereği duymayan sıradan bir adam. Buranın insanlarının tembelliğinden, yoksulluğundan, kaderin dışına çıkamayışlarından, kokuyor olmalarından, cahilliklerinden, evlerinin önünü pis bırakmalarından tiksinti duyar. Bunlar kısmen doğrudur. Gerçekten evlerin önü kırık eşyalarla doludur, gerçekten ayakları kokar bu insanların ve gerçekten dik kafalılardır. Aydın bunun nedenini sorma gereği duymaz. Borçların ertelenmesini rica etmek üzere evine gelen imamın ayak kokusundan rahatsız olarak pencereyi açar ama o imamın bu görüşme için çok uzun bir mesafeyi yürüyerek geldiğini anlamaz; ayrıca elbette bu uzun yürüyüşten sonra ayakkabılarını çıkardığında çorapları kokacaktır, çünkü borçları yüzünden evdeki eşyalara haciz gelmiş ve jandarmalar çamaşır makinesini diğer bir sürü eşyayla birlikte götürmüşlerdir. Aslında rahatsız olduğu kokunun nedeni kendidir.
Film tam bu noktada felsefi bir tartışma başlatır. Aydın’ın kızkardeşi Necla, sakin bir aile yemeğinde kötülük üzerine fikirlerini söylemeye başlar. İnsan kötülüğe direnmese ne olur? Sorduğu soru sofradakilere (Aydın ve karısı Nihal) ilk başta abes gelir, evine gelen bir hırsıza hoş geldin denmeyeceği, kötülüğün cezasız kalmaması gerektiği gibi açıklamalar gelir akıllarına. Necla da aslında o andaki hayatlarının değerlendirmesini yaptığının farkında değildir, soruyu bağlantı kurmadan yapar. Kendi geçmişinden örnekler gelir aklına, örneğin kocasına farklı davranmış olsa ilişkilerinin nasıl gelişeceğini sorgular.
Ahlak kuramlarında önemli bir yer tutan bir tartışmadır bu, kötülüğün nasıl algılandığı ve nasıl tanımlandığı, “kötülük” olarak algılanan davranışa kötülük yaparak yanıt vermenin “doğruluğu” sadece ahlak kuramlarında değil, mantık kurallarında da tartışılır. Yanıtı çok basittir aslında iki kötülük bir doğru yapmaz. Edebiyatta bu tartışmayı en can alıcı şekliyle tartışan Victor Hugo olmuştur. Sefiller romanının kahramanı Jean Valjean rahibin evindeki gümüş şamdanları çaldığında rahip kendisinden şikâyetçi olmadığını, aksine geride kalan gümüşleri de satması için kendisine vermeyi düşündüğü söyleyerek kurtarır Valjean’ı. Bu davranış kahramanın tüm davranışlarını etkileyen bir dönüm noktası olur.
Necla bu konuyu ortaya attığında kendi küçük hesaplarının dışına çıkabilse belki doğruları kolayca görebilecek biridir. Konuya daha geniş bir perspektiften yaklaşabileceğini hissettirir fakat bir yandan da hayatları öylesine kendi içinde sıkışmış olarak yaşanır ki bu küçük yerde, başka bir gerçeklik boyutu görmekten acizlerdir. Bu tartışma bizi tam Çehov’un öykülerindeki çözümsüzlük noktasına getirir. Çehov anti- klimaks olarak adlandırılan bu çözümsüzlük anlatısının ustasıdır. Kahramanlarına bir dönüm noktası yaşatır, bu öyle bir andır ki hayatlarını o an için farklı bir boyutta algılama gücü verir ama sonunda bu farkına varış ânı başka bir şeye dönüşemez, idealler ötesinde bir hayalkırıklığı yaşar kahramanlar. Çok gerçekçi bir yaklaşımdır bu, sürekli aynı hataların cezasını çektiklerini görürüz. Bu anlamsızlık boyutunda bir boşluk oluşturur. Nuri Bilge Ceylan’ın elinde benzer bir çözümsüzlük duygusuyla kalırız. Çözümler bize görünürken, kahramanlara görünmez. Bir an için yılkı atının özgürlüğüne kavuşması bir umut vaat ederken, tavşanın ölümü bu umudu yok eder. Filmdeki kahramanlar arasında önce at ile özdeşleştirdiğimiz ve en büyük yakınlığı kurduğumuz çocuk, tavşana dönüşür. Yok edilir başkaldırısı. Babasının geri dönüşsüz ve yine çözümsüz başkaldırısına mahkum kalırlar. Sonuçta bir şey değişmemiş, kimsenin hayatında dramatik bir çözümlenme olamamıştır.
Kış Uykusu tam Çehov öyküleri gibi anti- klimaks bir sonlanmayla noktalanır. Hiçbir şey değişmemiştir. Ne Nihal mutsuz evliliğinden, sıkıldığı hayatından kopar, ne Necla arzuladığı kişiye dönüştürebilir kendini ne de Aydın eleştirdiği taşra yaşamına bir katkıda bulunabilir. Solipsizm ya da tekbencilik hayatlarına hükmettikçe kısır döngüden çıkmak olanaksız olur. Film hakkında son bir şeyden daha söz etmeden geçemeyeceğim: ikinci DVD’deki kamera arkası görüntülerinde Nuri Bilge Ceylan bir oyuncuya, “oynamak göstermek değil, saklamaktır” der. Bu sözler bütün filmi açıklayan bir güce sahip. Birkaç gündür sürekli bu sözleri düşünüyorum, sanırım bu da başka bir yazının konusu olacak...