Onca Türk edebiyatı metni varken neden Bartleby’yi seçtiğimi sorabilirsiniz. Bartleby gibi “Görmüyor musunuz?” diye yanıt vermeyeyim. Açıklamaya çalışayım...
31 Ocak 2019 10:00
Bir geleneğe dönüştüğünü gördüğüm Edebiyat Sempozyumuna çağrıldığım için mutluyum. Böyle bir etkinliğe konuşmacı olarak katılmak bir ayrıcalık. Düzenleyicilere teşekkür ederim. Ben profesyonel edebiyatçı değilim. Lisedeki edebiyat dersleri dışında edebiyat öğrenimi de görmedim. Bir edebiyat meraklısıyım. Vakit buldukça okurum. Kendimi bildim bileli. Aklıma esince de okuduklarımla ilgili bir şeyler yazarım. Dolayısıyla edebiyat dünyasında kendimi ara sıra yazar bir okur olarak görüyorum. Bunu vurguluyorum, böylece edebiyat metinlerine hangi konumdan baktığımı belirlemiş oluyorum.
Söylediklerimden edebiyat öğretimini küçümsediğim anlamı çıkarılmasın, sakın! Bir Fransız okulunda okudum. Bir Türkçe edebiyat öğretmenim vardı, bir de Fransızca... Türkçe edebiyat öğretmenime kalsaydım, herhalde edebiyattan soğurdum. Diğer şubedeki Türkçe edebiyat öğretmeni ise Sabri Altınel idi. Öğrencilerine edebiyatı sevdirdi. Fransızca edebiyat öğretmenim de bana zaten var olan edebiyat merakımda yeni kapılar açtı. Diyeceğim, edebiyat öğretimi bence doğru dürüst insan yetişimi açısından zorunludur.
Daniele Sallenave bir Fransız edebiyat öğretmenidir. Eleştiri, deneme, roman yazan tanınmış bir edebiyatçıdır da. “Edebiyat neye yarar” diye çok güzel bir söyleşi kitabını okudum. Edebiyatın ne işe yaradığını pek güzel açıklıyor. Genel olarak fen bilimlerinin dünyayı, insanı daha iyi tanımamıza, bilmemizi sağladığını, buna karşılık edebiyatın insanı, dünyasını anlamak için gerekli olduğunu anlatıyor. Çağımızdaki kültür krizinin temel nedenlerinden biri olarak insanı bilme, tanıma çabasıyla insanı anlama çabasının birbirinden kopması olarak gösteriyor. Bizde bir zamanlar Memet Fuat’ın yazdığı gibi, bilim ile edebiyatın birbirini tamamlaması gerektiğini söylüyor. Diyeceğim budur. Edebiyata bu açıdan baktım hep. Edebiyat olmadan insanı ve dünyasını yeterince anlayabileceğim kanısında değilim.
Ancak, burada edebiyat öğretmenlerinin özen göstermeleri gereken bir nokta var. Schopenhauer, kötü kitapların insanın ruhunu zehirlediğini söyler. Çocuklara iyi kitap okutulmazsa, nitelikli edebiyat zevki aşılanmazsa edebiyat insan zihnine, gönlüne zenginlik katmaz.
Sempozyumda bana ayırılan bölümün başlığını şöyle konulmuş: Deneme türü üzerinden Metin analizi. İlginç bir başlık. Metin analizi eleştiri ediminin bir parçası olduğuna göre bu başlığın deneme ile eleştiri türlerinin bir araya getirdiğini söyleyebiliriz. Deneme herhangi bir konuda kişinin düşünceleri, duygularını, izlenimlerini kağıda dökmesidir. Deneme öznel bir yazımdır.
Denemenin konusu bir yazın metni, kurmaca ya da şiir olunca işler karışıyor. Deneme sanki eleştirinin alanına el atmış gibi görülüyor. Eleştiriyi de, Hüseyin Contürk’ü rahmetle anarak, tanımlayalım. Eleştiri bir metnin irdelenip ya da incelenip değerlendirilmesidir. Yani, inceleme artı değerlendirme... İncelemede kullanılan yönteme göre belirli bir nesnellikten söz etmek olanaklıdır. Ne ki, değerlendirme aşamasına geçince işin içine öznelliğin girmesini önlemek kolay değildir. Bir metin üzerine birbirinin aynı iki değerlendirme ben hiç görmedim. Bu noktada da eleştirinin deneme alanına el attığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak konu metin okuması olunca deneme ile eleştiri türlerinin iç içe geçebildikleri görülür.
Ben genel olarak şöyle bir ayırım yapıyorum: Deneme bir metin üzerinden yazmaktır. Eleştiri bir metin üzerine yazmaktır. Ayırım dedim, ama sınırlar o kadar kesin değil. Ben elime kalemi alınca sık sık sınır ihlali yapıyorum. Yazdıklarıma o yüzden eleştirel deneme ya da eleştirili deneme demeyi yeğliyorum.
Şimdi bir örnekleme yapmam gerekiyor. Yayımlanmış yazılarımdan birini sizlere sunmayı düşündüm önce. Sonra vazgeçtim. Halen okumakta olduğum bir metni ele alayım, bu vesileyle o metin üzerine / üzerinden yazmaya çalışayım, dedim.
Ele aldığım metin dünyanın en çok tanınan öykülerinden biri: Bartleby. Öykünün tam başlığı: Yazıcı Bartleby – Bir Wall Street Öyküsü. Herman Melville’in 1851 yılından yazıp yayımladığı öykü. Çok ünlü. Bu öyküye değgin binlerce yazı yazılmıştır. Herhalde dünya dillerinin çoğunluğuna da çevrilmiştir. Türkiye’de de iyi bilinir. Sekiz – on değişik çevirisi basılmıştır. Bu kadar tanınan bilinen bir metni ele almak risklidir, çünkü ilgisiz şeyler yazarsanız hemen ‘çakılır’. Ayrıca, metin o kadar bilindiğine göre, metni daha iyi anlamak bakımından sizin ne katkısınız olabilir ki! Olsun... Ben kendi gördüğümü yazmak istiyorum. Ne kadar göz varsa o kadar okuma olur. Yazmak okurun hakkıdır.
Nereden başlıyorum? Önce öykünün konusu. Birçoğunuz da okumamış olduğuna göre öyküyü şöyle bir anımsayalım. New York’ta Wall Street’te bir hukuk bürosu. Büronun sahibi ve yönetici bir avukat. Zenginlerin bir takım tahvil, ipotek ve tapu işlerini takip ediyor. İki yazıcı yardımcısı ve bir de ayak işlerini yapan genç bir çalışanı var. İşleri yolunda. Üçüncü bir yardımcı alıyor. Bartleby. Sessiz, kendi hâlinde bir yazıcı. Hemen açıklayalım. Yazıcıların yaptıkları iş çeşitli kararların, belgelerin kopyalarını yazmak. O günlerde faks filan yok. Karbon kâğıdı bile yok. Belgelerin suretleri el marifetiyle, yani yazarak üretiliyor. Bartleby çalışkan. Gece gündüz yazıyor. Üretilen suretlerin herhangi bir yanlışa yer vermemek için asıllarıyla karşılaştırılması gerek. Bunu da birden fazla kişi bir araya gelerek yapıyorlar. Biri okuyor, öbürü ya da öbürleri denetliyor. Patron bir gün böyle bir işlem için Bartleby’i çağırıp talimat veriyor. Bartleby’nin yanıtı: Yapmamayı tercih ederim. Yerine dönüyor Bartleby. Hep suskun, ama masasına konan belgelerin kopyalarını üstün çabayla yazmayı sürdürüyor. Patron gene çağırıyor Bartleby’yi başka bir iş için. Aldığı yanıt aynı: yapmamayı tercih ederim. Patron ne buyursa, ne sorsa hep aynı yanıt. Patron kızıyor kızmasına, ama Bartleby’nin çıkardığı işten, çalışmasından hoşnut. Onu işte tutmayı yeğliyor. Bu arada, anlaşılıyor ki, Bartleby bürodan dışarı hiç çıkmıyor. Yemeği genç çalışanın getirdiği zencefilli bisküvilerden ibaret... Patron bir Pazar günü büroya geldiğinda Bartleby’nin orada yatıp kalktığını da anlıyor. Bir yandan kızmak isterken, öbür yandan acıma duygularıyla doluyor. Kimsesiz, nereden geldiği belirsiz, sessiz bir gariban. Kimseye de zarar yok...
Patron ona dost olmayı öneriyor, geçmişini soruyor, yanıt vermemeyi tercih ediyor bizimki. Patron “biraz makul ol kardeşim” diyor, “biraz makul olmamayı tercih ediyorum” diye yanıtlıyor hınzır katip. Bununla da kalmıyor. Birkaç gün sonra artık yazmadığını söyleyiveriyor. Patron nedenini sorunca “Kendiniz görmüyor musunuz nedenini?” yanıtını veriyor. Patron gözlerinin bozulduğunu düşünüyor. Bir süre beklemeye karar veriyor. Ancak bir kaç gün sonra Bartleby “Kopya yazmayı bıraktım” diyor. Ondan sonra hiçbir iş yapmaz oluyor. Sadece ortada dikilip duruyor. Sessiz sedasız ama varlığı rahatsız edici. Geleni gideni de rahatsız ediyor. Patron para verip işten atmaya çalışıyor. Tatlı sert bir sürü şey söylüyor. Boşuna! Bartleby oradan ve ondan ayrılmıyor.
Bunun üzerine patron yeni büro tutup çıkıyor oradan. Geride kalan Bartleby yerinden kımıldamıyor. Büroya yeni kullanıcılar geçiyor. Bu kez Bartleby binadan ayrılmıyor. Meridivenlerde, girişte oturup kalmaya, geceleri geçirmeye başlıyor. Bartleby’den kurtulmak için eski patronundan medet umuyorlar. O da geliyor, Bartleby’ye yeni işler öneriyor. Hiçbirini kabul etmiyor Bartleby, oradan ayrılmamayı yeğ tutuyor.
‘Bu kadar da olmaz artık’ deyip Bartleby’yi başıboş (vagrant) olduğu için tutuklatıyor büronun yeni sakinleri. Vagrant evsiz, işsiz, oradan oraya giden kişi demek. Türkçeye berduş, başıboş ya da serseri olarak aktarabiliriz. Ancak Bartleby belirli bir mekândan kıpırdamamayı seçtiğine göre berduş sözcüğü olmaz. Serseri sözcüğü de Bartleby’de görülmeyen bazı olumsuz davranışları akla getiriyor. Bu durumda başıboş en uygun sözcük olabilir. Olağan toplum düzeninden çıkan bu tür insanlara karşı ABD’de İngilizlerden kalma sert yasalar varmış. 1972’de Anayasa Mahkemesinin bir kararına kadar yürürlükte kalmışlar. 1850'de Kaliforniya Eyaletinde çıkan bir yasadan sonra vagrant’lara karşı önlemler iyice sıkılmış. 1851 yılında New York Eyaletinin bu konudaki mevzuatını bilmiyorum, ama bu kadar kendi hâlinde bir adamı pat diye içeri atabildiklerine göre insaf ölçüsünün iyice düşük olduğu anlaşılıyor. Özetle: Bartleby reddeder. Bartleby dışlanır. Bartleby atılır. Bartleby’nin bu düzende yeri yoktur.
New York’un ünlü The Tombs cezaevi artık Bartleby’nin yeni yeridir. Orada da değişmiyor bizimki. Bir gün eski patronu ziyaret ediyor onu. “Seni tanıyorum, sana söylecek bir şeyim yok” derken sanki sitem doludur Bartleby. “Nerede olduğumu biliyorum” der, bilinci yerindedir. Bilinçlidir bildik davranışlarını sürdürürken, yani “yapmamayı tercih ediyorum” çizgisinden hiç sapmazken, yemek yemeyi bile tercih etmiyor. Birkaç gün sonra eski patron yeniden gidiyor Bartleby’yi görmeye. Görüyor, ama Bartleby onu göremiyor. Avluda duvarın dibine dizlerini karnına çekmiş olarak yan yatmış, bir dölüt gibi büzülmüş kalmış, gözleri açık duvara dikilmiş, kim bilir şimdi nerelerde?
Böyle bir öykü işte, kabaca. Aklımda tutmalıyım. Bir metin üzerine yazarken metnin tümünü hep göz önünde bulundurmak gerek. Sonra metnin diğer yönlerine geçiyorum.
Anlatıcı kim? Anlatıcı aynı zamanda öykünün iki temel kişisinden biri. Büronun patronu olan avukat. Yalnızca olayları değil onu da incelemek gerekecek. Sonra anlatım biçimi. Geçmiş zaman kipi. Düz bir anlatım. Zamandizimsel bir akış var.
Bazı romanlarda ve öykülerde anlatıcılık görevini kahramanlar sırayla üstlenebilir. Aynı olayı kahramanlar teker teker kendi açılarıdan anlatabilir. Her şeyi bilen bir üstten anlatıcı da bize olan biteni aktarabilir. Anlatı zaman içinde git gellerle de verilebilir. Hangi yöntemin seçileceği ne yapmak istediğinize bağlıdır. Bence Bartleby öyküsüne en uygun anlatım okuduğumuzdur. Bu öykünün modern anlatım yöntemleriyle anlatılması hâlinde aynı etkiyi yapacağı kanısında değilim.
Öykünün 19’uncu yüzyılın ortasında New York’ta Wall Street’te geçtiğini biliyoruz. Mekâna biraz daha yakından bakalım. Wall Street finans kapitalizmin merkezi, kalbi. Bizim avukat da oradan ikincil işlerle beslenenlerden. Bürosu ikinci katta. İki pencere görüyoruz. Biri kırmızı tuğlalı bir duvara bakıyor. Diğeri de beyaz boyalı bir duvara, sanki büronun içine biraz ışık yansıtan bir duvar, biraz. Öyküde doğadan, ağaçtan pek söz edilmiyor. Avukatla birlikte şöyle bir yürüyüş yapıyoruz, ama nerede yeşillik, mavi gök? Bu öyküde içeride havasızlıktan ölebiliriz. Bartleby’in ikinci mekânı duvarların ötesi değil, tam anlamıyla içerisi. Öykünün sonunda bir duvarın önünde can verecektir Bartleby. Türkçesiyle Duvar Sokak’ta geçen bir öykü işte! İnsanlar duvarların gerisinde kalmışlar, hepsi tutuklu sanki. Buradaki simgeselliği görmemek olanaklı değil. Kendimi tutamayıp, acele edip, “insan ruhu hapiste” diyesim geliyor. Duvarlar okurun üstüne üstüne yürüyor bu öyküde. Bartleby pencereden kırmızı duvara bakıyor bütün gün. Cahit Sıktı Tarancı aklıma gelmez mi? “Gün eksilmesin penceremden”. Anlaşılan finans kapitalizminin merkezinde güneş yok, ışık yok. (Bakın, denemeye kaydım işte!)
Mekânı gördük. Şimdi öykünün kişilerine geçelim. Anlatıcı önce kendini anlatır. Yaşlıca olduğunu vurgular. Mahkemelerde rüzgâr gibi esen bir avukat değildir. Jürilerin önünde konuşmak yerine bürosunda dosya takibini yeğler. Daha önce bir tür arabulucu mahkemelere yardımcı olurmuş. O iş kaldırıldığı için yakınır, ama yeni yaptığı da ikincil bir iştir, iyi para getirmektedir. Yeteneklerinin sınırlarını bilerek hırsını denetim altında tutan bir kişidir. Kültürlüdür. Her Pazar kiliseye gider. Amerika’da kiliseye gitmek sadece dinsel bir görevi yerine getirmek değildir. Aynı zamanda önemli bir sosyalleşme yoludur. Çevresiyle uyumlu bir kişidir avukatımız, gününün adamıdır. Adını hiç söylemeyecektir bize. Aslında herhangi biri olabilir. Yaşadığı mali / hukukî dünyanın ortalama bir insanıdır.
Yanında çalışanları da takma adlarıyla bize tanıtır. Hindi diye andığı kıdemli yardımcısıdır. Yaşça ona yakındır. Sabahları iyi çalışır. Öğleden sonra randımanı düşer. İkinci yardımcı gençtir. O da bize Nippers diye tanıtılır. Bu sözcüğün Türkçeye genellikle pense ya da cımbız diye çevrildiğini gördüm, doğrudur, ama bir anlamı daha vardır andığımız sözcüğün: yengeç ya da ıstakoz kıskacı demek. Av kapmak için kıskaç. Gene yemekle ilgili bir takma ad. Bence kıskaç diyelim bu arkadaşa. Çünkü temel sorunu hazımsızlık, yemeği pek seviyor. Kurabiye ise adı üstünde tatlı bir genç, belki bir gün okur, yetişir, o da yazıcı ya da avukat olur.
Anlatıcı yanında çalışanların özelliklerini bazı okurlara göre fazla uzatarak anlatır. Buna karşılık Bartleby’yi gıdım gıdım betimler. Soluk benizli bir genç adamdır. İncedir, üflesen yıkılacak gibi... Gri gözlü, sakin bakışlıdır. Efendi görünüşlüdür, hâli tavrı yerindedir. Saygı uyandırır. Ancak ne geçmişini biliriz, ne de kimin nesi olduğunu... Söylememeyi tercih edecektir hep. Bununla birlikte “özel bir kişi” olmadığını da vurgulayacaktır iki kez. Avukatımız gibi okurlar da hep sıcak bir ilgi duymuşlardır Bartleby’ye. Sanki içimizdeki bir eğilimi temsil eder gibidir. Nitekim, yapmamayı tercih ederim sözü bürodakileri etkiler, birbirine sözde şaka yollu söylemeye başlarlar. Bartleby’nin özelliklerini diğer kişilere oranla kısa geçilmesi bence sözde nitelikli adam – niteliksiz, yani özelliği olmayan adam karşıtlamı yapmak içindir. Sanki bu karşıtlam Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ının erken habercisidir.
Bartleby avukat ve iki yardımcısıyla mesafeli ilişki kurar. Hep uzakta, giderek erişilmez, kendine gömülmüş yaşar. Bir tek genç Kurabiye ile ilişkisinin görece yakın olduğu söylenebilir. İkisinin zencefilli bisküvi ortaklığının duygudan yoksun olmadığını düşünebiliriz. Ne de olsa gençtir Kurabiyemiz, yani potansiyeldir, gizilgüçtür!
Avukatın Bartleby ile kurduğu ilişki resmî bir patron – çalışan ilişkisinin ötesinde, duygu, duygulanım yüklü. Bunu daha öykünün ilk paragrafından anlıyoruz. Avukat, Bartleby’nin tanıdığı hiçbir yazıcıya benzemediğini, onun özgeçmişini yazamayacak olmasının yazın, edebiyat açısından onarılmaz, onulmaz bir kayıp olduğunu vurgular. Bartleby için dertlenir, giderek onun durumuna bakarak melankoliye kapılır.
Dikkat: melankoli ABD’nin kuruluş aşamasında Amerikalı entelektüellerin sevmediği, Avrupa kültürü, işgalcinin kültürüyle özdeşledikleri bir ruh hâlidir. Kabaca, “Bağımsızlık gelecek, melankoli gidecek” diye bir eğiliminden bile söz edebiliriz. Gel gelelim, ABD’nin kurcularının kültürel arka düzlemi kalvinizm, çalışkanlık, disiplin, akıl, sert kurallara uymak. Kalvinizmin de kendi içinde bir melankolik damar yok mu? İnsan doğuştan günahkâr. Alın yazısı önceden belirlenmiş. Gideceği yer cehennem. Çalış, belki bağışlanır, selamete erecek, seçilmiş az sayıda kişiden biri olursun... Böyle bir inanç ister istemez umutsuzluk, umarsızlık duygularını kışkırtmaz mı, melankoliye yol açmaz mı? Avukatımızın ilgili sözlerinden bir itiraf anlamı çıkarabilirsiniz. Bu bağlamda Bartleby ile birlikte Adem’in oğulları olduğunu söyler avukat. Avukatın Bartleby’ye yönelik olarak bir kardeşlik duygusu taşıdığı kesindir.
Öyle bir kardeş ki, onun tam karşıtı. Ne toplumda kendine bir yer arar, ne yükselmeyi, ne hatayı, konforu, ne de parayı ister. Önce yapmamayı tercih ederken, ikinci aşamada yapmayı reddetmeye geçer. Bartleby ilk aşamada çalışkan bir memurdur, yani emir alıp onu yerine getiren, önündeki belgelerin suretlerini hızla üretendir. İkinci aşamada çalışmayı da bırakır. Böylece kalvinizm ve kapitalizmle birlikte erdem düzeyine çıkarılıp insan aktöresinin bir parçası olan çalışma hâlini de değiller. Düşünün bir: Melville bu satırları Paul Lafargue’ın Sainte – Pelagie cezaevinde Tembellik Hakkı’nı yazmasından 32 yıl önce döşemiş. Bartleby kapitalizm gemisini erken terk edenlerden, anlaşılan, hem de ABD’de.
Avukat “pasif direniş” diyecektir kardeşinin bu tavrına. Nasıl bir direniştir bu? Konuşmaz, çalışmaz, sokağa çıkmaz, doğru dürüst yemez. Sanki mezarda gibidir Bartleby. Reddettiği şey ona sunulmuş olan hayatın tümüdür. Sonunda duvara bakarken dölüt hâlini alarak ölür. Bartleby’in evrimini, Agamben’den bir deyim aşırarak, “decreation”, yani yaradılışı, hayatın akışını tersine çevirmek diye betimleyebiliriz.
‘Zıt mizaçlı iki kardeş’, diyelim, ama bu deyim hafif kalır karşıtlığı, farklığı anlatmak için. Metindeki bazı göndermeler bize bu konuda yardımcı olacaktır. Buraya kadar metni bilgimiz çerçevesinde okumaya çalışarak, vaziyeti idare ettik. Ancak, görüyoruz ki, metinde birçok dinsel, felsefî, kültürel göndermeler bulunuyor. Bunları anlamadan metni anlama çabamız eksik kalır.
Bu göndermeleri yapan kişi, anlatıcı, avukatımız. Masasının arkasında, biraz yüksekte Cicero’nun büstü var. Cicero hem hukukçu, hem de filozof. Belli ki avukatımız için bir rol model. Herhalde Bartleby’nin gözünden kaçmayan bir büst. Bu ayrıntıyı bize aktarmaz, ama herhalde Bartleby’nin bakışı da avukatımızın gözünden kaçmaz. “Cicero kim, ben kim?” demez, ama Bartleby’nin ne demek istediğini anlar, bize anlatmaz bir Bartleby filmine yansıyan bu sahneyi. (Bakın, bu da metne okur katkısı!). Bartleby’ye neden yazmayı bıraktığını sorduğu zaman, görmesi gerektiği yanıtını alır. Bartleby, Cicero büstü ayrıntısında olduğu gibi avukatın söze, ussal açıklamalara gerek duymadan bazı şeyleri anlayabileceği kanısındadır. Gerçi avukat anlar, ama anlamaza yatmayı, Bartleby’nin gözlerinin bozulduğunu düşünmeyi tercih eder. Çünkü anladığının üstüne giderse Bartleby’leşme riskiyle karşılaşabilir. Avukat, Octavio Paz’ın bazı şiirlerini anımsarsak, onun deyimiyle karşı kıyıya geçmemeyi tercih edecektir.
Gene de durduğu yerin pek rahat olmadığının ayrımındadır avukat. Bartleby ikinci kez “Yapmamayı tercih ediyorum” çektiğinde avukat bir an için tuzdan bir sütuna dönüştüğünü söyler. Tevrat’ın Tekvin (Türüm) bölümünün 19'uncu Babına bir göndermedir bu. Bu bapta Peygamber Lût ailesiyle birlikte Sodom’dan Tanrı buyruğu üzerine kaçmaktadır. “Ve RAB Sodom üzerine ve Gomorra üzerine RAB tarafından göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri, bütün Havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt üst etti. Fakat karısı onun arkasından geriye baktı ve bir tuz direği oldu.” Oysa daha önce RAB “Canın için kaç; arkana bakma ve bütün Havza’da durma” demiştir. Kutsal betik yorumcularına göre buradaki bakmak sözcüğü ibranice nabat’tan, yani geriye olumlu bakmak‘tan gelmektedir. Demek ki, Tanrı günah kentinin yurtsanmasını cezalandırmıştır. İbret olsun diye koruyucu madde tuzdan sütuna dönüştürmüştür günahkâr kulunu. Lut ise ileriye doğru yolunu sürdürmüştür. Avukatın kendini arkasına bakıp günah işleyenle özdeşlemesi üzerinde durulmayacak bir ayrıntı değildir. Bartleby’nin avukatı, çevresindeki dünyayı aştığını için için kabul etmek, aslında yanlışlığın avukatın dünyasında olduğunu görmek olarak yorumlanabilir.
Bu günahkâr dünyada (Alıntı değil yorum yapıyoruz) Bartleby gibi bir adam neye benzer? Avukat melankoli nöbetine tutulmasının görünen nedeni, Bartleby’yi “Kartaca yıkıntıları arasında düşüncelere dalmış bir tür masum ve değişmiş Marius”a benzetmesidir. Aklımıza iki dış gönderme gelir. Birincisi Amerikalı ressam John Vanderlyn’in ünlü tablosudur: Kartaca Yıkıntıları Arasında Marius. Marius’un arkasında sütun görürüz. Yıkıntılardan ayakta kalan karanlık bir sütun. Direnişin simgesi gibidir. Bir de Winthrop Mackworth Praed’in (1802 – 1839) şiiri aklımıza gelir: Man shall sit free, / Free in the pride that scorns his foe, / and bares the head to meet the blow. (İnsan özgürce oturacak, / Düşmanıyla alay eden gururu içinde özgürce, / ve gösteriyor başını darbeyi karşılamak üzere.) Anlatıcının Vanderlyn’in tablosuna gönderme yaptığı belli oluyor. Bununla birlikte, Marius’un tavrını açıklamak için Praed’in şiirinden de yararlanabiliriz, bence. Sonuç olarak hüzünlü bir direniş sütunu görüyoruz satırların arasında. Nitekim, avukat onu terk edip başka bir yere taşınırken Bartleby, “yıkılmış bir tapınağın son sütunu gibi sessiz ve yalnız ayakta kalır.”
Öyleyse, avukat ile Bartleby’yı karşılaştırırken iki sütundan söz edebiliriz. Biri suça ortaklık sütunu, diğeri direniş sütunu. (Bakın. Gene deneme türüne giren şekilde bir yorum yaptım.) Giderek, yazımıza ‘İki Sütun’ başlığını bile yakıştırabiliriz.
Avukat, ikisinin de Adem’in oğulları olduğunu söyleyerek Bartleby’ye yakınlık gösteriyor, ama insanlığın ilk cinayeti Adem’in bir oğlu Kabil’in diğer oğlu Habil’i öldürmesidir. Avukat Bartleby onun dediğini yapmayınca, hele bürodan ayrılmayı reddedince kızgınlıkla aklından en kötü şeyleri geçirmiyor değildir baş başa kaldıklarında. Bu bağlamda, 1841 yılında John Colt’un (Colt tabancası mucidinin kardeşi) Samuel Adams’ı öldürmesi olayını düşünür. Meşru müdafaa yaptığına jüriyi inandıramayıp idama mahkum olan ve intiharı tercih eden “Bahtsız Colt”un durumuna düşmektense kızgınlığı bastırmaya yönelir. Merhamet ve empati duygularını dinsel tonlar katarak öne çıkarır.
Bu duygularla avukat iki önemli dinbilim kitabını karıştırır. Avukat böylece Bartleby üzerinden kendini, kendi dünyasını, genel hayatı düşünmeyi sürdürmektedir. Sayfalarını karıştırdığı kitapları “Edwards’ın istenç (irade) üzerine” ve “Priestly’nin Gereklilik üzerine” olarak açıklar. İşte okur olarak çuvallayabileceğimiz bir ayrıntı. Çünkü bu adları biraz tanısak bile anılan kitaplarını bilmiyoruz. Dolayısıyla başkalarının söylediklerine aklımıza yattığı ölçüde gönderme yapmamız gerekecek.
Jonathan Edwards (1703-1758) ABD’nin din ve düşünce tarihinin en önemli adlarında biri. 18'inci yüzyılın ünlü “Büyük Uyanışı” onun vaazlarının sonucu olmuş. Bir püriten. Amerikalı misyonerlerin atası. Avukatamızın okuduğu kitabı çok ünlü, kısaca “İstencin Özgürlüğü” diye anılır. Ancak, istencin özgürlüğünü savunduğunu sanmayın. Kitabın tam başlığı: ahlak yolu, erdem ve kusur, armağan ve ceza bakımından esas sayılan İstenç Özgürlügüne ilişkin güncel kavramların irdelenmesi.
Joseph Priestley (1733-1804) İngiliz. Daha sonra ABD'ye göç etmiş ve orada ölmüş. Bir bilim adamı. Oksijeni yalıtmayı başarmış olmasıyla ünlü. Dinbilim alanında da dinsel kabullere bilimsel açıklama getirmeye çalışmasıyla biliniyor. Dinselci yönü ağır basan Edwards’ın tersine, Aydınlanma felsefesine yakın sayılabilir. Avukatımız, Priestley’nin en ünlü yapıtını anar: Örnekli Felsefenin Gerekliliği Doktrini.
Avukatımızın bu iki adı ve yapıtı anarak ne demek istediğini Virginia’dan Kathryn Kowalski adlı bir akademisyen yazardan aktaralım: “Edwards’ın özgür istenç üzerine yazdığı şey, şimdiye kadar ne olmuşsa ve bundan sonra ne olacaksa hepsinin Tanrı tarafından önceden belirlenlendiğidir. Başka türlü düşünmek Tanrı’nın her şeye kadirliğini sorgulamak olur (Wainwright). Priestley’nin felsefî gereklilik üzerine yazdığı da takdir-i ilahî fikri üzerine düşünmedir, ama yararcılık (utilitarianism) kuramıyla karıştırılmıştır. Prietsley bu kuramın işlemesi için takdir-i ilahîyi katması gerektiğine inanır. Yoksa, insanlar birkaç kişinin acı çekmesinin çoğunluğun gerçekten yararına olduğundan asla emin olamazlar (Kingston). Bu parçaları okuduktan sonra anlatıcı Bartleby ile ilgili durumundan dolayı kendini tümüyle rahat hisseder, çünkü bu durumun tanrısal bir planın parçası olduğunu düşünür. Herkesin hayatta Tanrı tarafından takdir edilmiş bir amacı olduğu ve başına ne geliyorsa gelmesi gerektiği, başına gelsin diye planlandığı anlayışına varır.”
“Yapmamayı tercih ederim”
Kabaca, “Her şey Tanrı’dandır, insanın özgür istencinin filan sonucu değildir.” Gerçekten de avukatımız bu kitapları andıktan sonra her şeyin önceden Tanrıca belirlendiği inancını tazeler, Bartleby’ye sahip çıkmanın da kendi alın yazısı olduğunu düşünür.
Biraz olsun anlamaya çalıştığımız bu felsefî ayrıntı birçok yorumcu açısından öykünün bam telidir. Çünkü Bartleby’nin “Yapmamayı tercih ederim” sözünün ardında özgür istenç, dolayısıyla insan tekinin özgürlüğü üzerine derin bir tartışmanın yattığını düşünürler. Edwards, ‘istenç özgür olabilir mi?’ irdelemesine John Locke’a göndermeyle başlar: “İstenç, tercih etme ya da seçme gücü ya da yeteneğinden başka bir şey anlamına gelmez.” Locke’a göre, istenç zihnin herhangi bir şeyi seçmesinin yoludur. Tercih, yeğleme ya da seçim var olan ya da koşulların sunduğu seçenekler arasından yapılır. İnsan hayatı da bu tercihlerle yürür. Andığımız dinbilimcilere göre, en geride, tercihi ya da ilk tercihi, ondan sonra diğer tercihlerin birbirine zincirlendiği tercihi belirleyen Tanrı’dır, her şey ondandır. Bartleby tercih yapmayı reddeder. Gerçi daha çok olumsuz seçeneklere yakın durur, ama yaptığı şey tercih ya da seçim yapmamaktır. Daha sonra seçeneklerin hepsini reddederek nerdeyse yaşarken ölüm hâline yönelir. Bu da bir tercihtir. Bu tercihi de yönlendiren Tanrı mıdır, bilemeyiz, ama birçok yorumcuya göre, böylece istencin özgürlüğü kanıtlanmaktadır. Hayatı reddebilecek kadar güçlü istenç özgürdür.
Giorgio Agamben, Bartleby’nin tercih etmeyi ve sonunda hayatı reddetmesinde bir başa dönüş, bir tabula rasa yapma eğilimi görür. Ölürken dölütleşir Bartleby. Sanki levh-i mahfuz yerine bir levh-i beyaz koymak istemektedir. İnsanın hiçbir şey yapmadığı ve her şeyi yapabileceği, mutlak potansiyel, gizilgüç aşamasıdır bu. İnsan yeniden olmak istemektedir sanki. Onun için Bartleby’e ‘Yeni İsa’ diyenler vardır. Bugünkü dünyanın kurbanı olarak hayatın dışına çıkmış, yeni bir hayatın kurulabilirliğine, sıfırdan başlamak gerektiğine işaret etmiştir.
Avukat, Bartleby kardeşinin ölüsü başında Tevrat’ın Eyüp 3/13 ve 14'üncü bölümlerini anımsar: “Çünkü şimdi yatmış, dinlenmiş, uyumuş olurdum; / Harabeleri kendileri için inşa etmiş olan dünyanın kralları ile ve müşteşarları ile beraber;...” Bartleby’nin krallarla müşteşarlarla birlikte uykuya daldığın söyler. Ölüm eşitlikçidir, ama hayat, kendileri için ne kadar şatafatlı olsa da manevi bakımından birer harabe olan binalar inşa eden muktedirlerin elinde dönen bir çarktır. Bartleby’nin reddettiği budur.
Anlatıcı öyküyü bitirirken “Ah Bartleby! Ah insanlık!” Ne Bartleby bu insanlık durumunu, ne de bu insanlık Bartleby’yi kaldırabilir. Vaziyet budur.
T. S. Eliot’un Alfred Prufrock’u sorar: Do i dare / Disturb the universe? (Evreni rahatsız etmeye / Kalkışır mıyım?) Bartleby evrenimizi rahatsız etmiştir. Öyle bir rahatsızlık ki, hâlâ giderilememiştir; bana göre, giderileceği de yoktur.
Durun bakalım! Okumamız henüz bitmedi. Okur bu olağanüstü metni yazanı merak etmez mi? Herman Melville neden yazmış böyle bir mutlak muhalefet metnini, biraz araştırmaz mı? Okumadan önce biliyorsanız ne âlâ! Okumanız açısından bu bilgiyi yararlı görüyorsanız kolayca kağıda dökersiniz. Bilmiyorsanız, biraz sağa sola bakmak gerekir. Metni daha iyi anlamanıza yardımcı oluyorsa bulgularınızı, vargılarınızı yazarsınız.
Biz biraz araştırdık. Herman Melville zengin bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, babasını çocukken yitirdikten sonra yoksulluğu tatmış. Çok genç yaşında bir bankada memurluk yapmış, ruh akrabası Robert Walser gibi. Sonra işi de, okulu da bırakıp vurmuş kendini okyanuslara, uzak diyarlara. İlk olarak serüven, uzak yerler yazarı olarak tanınmış, epey de tutulmuş. Ne ki Moby Dick romanıyla birlikte küçüklüğünden beri okuya okuya biriktirdiği felsefî düşüncelerle, ince duygularla örülü metinlere yönelmiş. Yıl 1851. Dostu Nathaniel Hawthorne’a gönderdiği bir mektubunda şöyle yazıyor: “Dolarlar kahrediyor beni (...) Yazmaya en çok eğilimli olduğumu hissettiğim şey, aforozlu... Para getirmiyor. Gene de, başka türlü yazmayı beceremiyorum.” Melville artık para ve ün için yazamayacağını anlayacaktır. Gerçi Bartleby ve diğer öyküleri bir ölçüde tutar, ama yazar ömrünü unutulmuş olarak tamamlar. Para babanın düzeninin iktidarına Bartleby öyküsü yoluya kafa tuttuğunu söyleyebiliriz öyleyse.
Bu kafa tutuş yazın alanıyla ekonomi alanının iç içe geçtiği bir bölgede ortaya çıkıyor. Yazın alanını ekonomi alanından ayırma isteği birçok modern yazarda olduğu gibi Melville’de de görülüyor. Bu istek dolaylı biçimde Bartleby öyküsüne de yansımış. Bu aşamada biraz spekülatif olacağım. Bartleby’nin mesleğini ilk yapanlar kutsal betik kopistleri, el yazısıyla çoğaltıcıları... İlk yazıcılarla Bartleby dönemi yazıcılarının yaptıkları arasındaki farka bakın: kutsal sözden dünyeviliğe düşüş. İnsanın yeryüzüne düşüşü gibi... Bunu yazın alanına uyarlarsak, yazınsal sözün ayağa düşmesinden söz edebiliriz. Bir yazar “Bu hâle düşmektense yazmaktan vazgeçerim, daha iyi!” diyemez mi? Bartleby’nin yazıcılığı bırakmasında bu eğilimi görmediğimi söylersem, doğru söylememiş olurum.
Bunun karşısına anlatıcının yazarlık hevesini koymak gerekir. Daha ilk paragrafta, yazıcıların yaşam öykülerini yazmaktan söz eder, Bartleby’nin yaşam öyküsünü yazamayacağı için hayıflanır. Bunu yazının onarılmaz kaybı olarak görmesinin altını çizelim. Bu ifadeye yansıyan istek, her şeyi yazabilme, yazınsal söze çevirebilme isteğidir.
Öyleyse metinde karşıt yönlerde gelişen iki eğilim, iki zıt eğilim görülür: yazmayı bırakma eğilimi bir yanda, her şeyi yazma eğilimi öbür yanda. Arası yok mudur bunun? Gerçi Bartleby’nin tercihi değişmeyecektir, anlatıcı bir ara yolu aramaktadır. Öykü arayı bularak biter. Söylentiye göre. Bartleby daha önce posta idaresinin ölü mektuplar bölümünde çalışmıştır. Ölü mektuplar, gönderilene, yani hedef okuruna ulaşmayan, boşluğa atılan metinlerdir. Yazılırlar, ama okunmazlar... Melville’in yazar olarak aldığı risktir bu: okunma kaygısını ikinci plana atarak yazmak.
Öyleyse Bartleby, genel olarak finans kapitalizm merkezli bir toplum ve ruh düzenine karşı olduğu kadar, bu düzenin bir parçası olan edebiyat dünyası düzenine de karşı bir metindir. Modern edebiyat tarihin en sıkı muhalif metinlerinden biridir. Önemli İspanyol yazar Enrique Vila-Matas, Bartleby öyküsü ile birlikte edebiyatta bir hayır demek geleneğinin başladığını, “hayır demek” edebiyatının kurulduğunu anlatır Türkçeye de aktarılmış olan Bartleby ve Şürekası kitabında.
Burada kesebilirim artık, başka yerde devam etmek üzere.
Onca Türk edebiyatı metni varken neden Bartleby’yi seçtiğimi sorabilirsiniz. Bartleby gibi “Görmüyor musunuz?” diye yanıt vermeyeyim. Açıklamaya çalışayım. Sabah akşam para piyasalarıyla yatıp kalkıyor, dövizin inip çıkışlarını nefes nefese izliyor. ‘Finans kapitalizmin hayatımızın nerdeyse tümünü işgal ettiği bir dönemde finans kapitalist sistemin merkezinde geçen bir öyküyü anımsamak iyi olur’, diye düşündüm.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
* Şişli Terakki Vakfının düzenlediği edebiyat sempozyumunda 22 aralık 2018 günü yaptığım konuşmanın metne dönüşmüş hâli.